|
|
MADDE VE DÜŞÜNCEKategori: Felsefe | 0 Yorum | Yazan: Çoşkun Özdemir | 09 Nisan 2023 08:20:21 Madde ve düşünce kavramları karşı karşıya konduklarında daha açıkça bilinen ve sınırları daha somut çizilen kavram, sanılanın aksine madde değil, düşüncedir. Düşüncenin kendi başına soyut olması bir yana; düşünce deyince bu içerikte, insansı olan her şey bulunur. Her an düşünürüz, ya da içinde düşünce olan şeylerle meşgulüzdür. Tasarım, istenç, duygu, sezgi, ödev, hak amaçlar vb. kuşkusuz bunların tümünün içerikleri ve özleri kavramsal ilişkilerin birliği olarak pek açık ve anlaşılırdır.
Ancak Madde kavramının ne olduğu konusunda söyleyeceklerimiz pek dağınık ve daha doğrusu soyut kalır. Bir kütlesi olan, bir hacmi olan gibi tanımlar daha şimdiden düşüncedirler. Burada hacmi, kütleyi kuvveti işin içine karıştırmış oluruz ki, bu kavramlar madde değil bir formüller dizisinin düşünsel elemanlarıdır. Düşüncedirler. Çünkü varlıkları ancak düşünülerek bilinebilir. Bu düşünsel momentleri çıkardığımız zaman madde sözcüğünde geriye kalan, onun zamanda ve uzayda olduğudur ki, bu yüklemler henüz ona tekil bir içerik vermezler, sadece, soyut sezgisel iki kategoridirler ve düşüncenin zamanda ve uzayda var olmamasının karşıtı olarak, yalnızca soyut bir karşıtlığı imlerler. Öyleyse bu tür tanımlamalar yalın maddenin değil, olgusal olanın tanımlamalarıdır ki, olgusal olan salt madde değil, madde ve formun birliğidir. O zaman madde kavramını daha açık hale nasıl getireceğiz. Bir kavramın içi onun taşıdığı yüklemler- ki her yüklem bir kavramdır- arası ilişkilerin ilişkilerde ortaya çıkan öz dür. Madde kavramının içeriğinde ise zaman ve uzaysallıktan başka bir şey bulunmaz, ona yüklenilecek geri kalan kavramların, yüklemlerin tümü düşünce içerirler. Böylece madde kavramının bir soyutlama olduğu, madde olarak bir maddenin somut olarak var olamayacağını kanıtlamış oluruz. Buradan şu çıkar ki, madde madde olarak bir soyutlamadır, somut düşünsel içeriği yoktur. Gerçek bilgi, karşıt iki kaynağın birliğinden meydana gelir. Bu iki kaynak; a- Deneyim nesnesi, yani düşünceye dışsal olan şey. b- Soyut düşünce, yada onun dayanağı olarak anlak. Bu iki yan birbirinin karşıtıdır. Ve bütün karşıtlar gibi özdeştirler, aynı özü paylaşırlar. Karşıt durdukları sürece taşıdıkları bilgi tümüyle soyuttur, aynı anlamda olmak üzere yoktur, gerçek değildir. Ama aynı zamanda, gerçek bilgi bu ikisinden biri eksik iken oluşmaz, yani ikisi tabiatlarına uygun bir bireşime dönüşmüşlerse gerçek bilgi olanaklıdır. Bu iki karşıtlıktan biri sürecin dışında bırakılmış ise gerçek bilgi olanaksızdır. Varlık varsa bütündür. Bu nedenle bu karşıtlardan birisinin ilke olarak alınması ötekini ikincil kılar ki, bu karşıtını ikincile dışlayan yan, karşıtını dışlamakla kendisi amaçladığı gerçek bilgi sonucunu elde edemezken, bu olanağı da dışarıda bırakır. Böylece, dışladığının başına gelen tek yanlılığa, kendi kendini de, kendisi mahkûm eder ve açımladığının tersi bir sonuç elde eder, gerçek bilgi yerine sanı. Karşıtlık karşıt olanlar arasındadır. Karşıt olanların karşıtlıkları aynılıklarından sonra gelir. Yani önce karşıt sonra aynı değil, önce aynı sonra karşıttırlar; biçimsel olarak aynılıkları töz, yani birincil, karşıtlıkları, ayrımları ilinek yani ikincildir. Bu iki yan görgüm biçim ile ve görgüm olmayan düşünsel olan biçimdir. Karşıtlıkların birbiri karşısında bağımsızlıkları yoktur. Bunlar birbirinden soyutlanmış nesneler olarak ilke alındıklarında ise karşılıkları metafizik ve görgücülüktür. Düşünce günlük edimselliğinde bir nesneyi seçtiği zaman içine girebileceği momentler arasında dolaşımdadır, ta ki bir doyum bulana kadar. Gerek soyut metafizik, gerek görgücülük gerek sezgicilik, us için her an kestirmeden gitmesi için birer ayartıcıdırlar ve doyumunu bu momentlerden birinde bulabilir, tersine bu momentlerin üçünden de doyum bulmamayı, daha ileri gitmeyi başarabilirse kurgul-diyalektik tutumda gerçekliği yakalayabilir. Düşüncenin iki yakasının kavramsal adı, soyut metafizik ve görgücülüktür. Bir yanda soyut kendi, öte yanda görgül kendi. İnsan hem çocuk birey olarak hem çocuksu toplum olarak kendi dışı ile ilişki kurarken öncelikle dışarıya yönelir ve duyularını kullanır. Bu duyu organları ile ve dışarıya yönelmesi zorunluluktan kaynaklanır. Yönelen olarak henüz kendinin yani yönelenin ne’liği konusunda bilgisi yoktur. Böyleyken, aracı duyusal organları ve gereci duyusal olan nesnedir, yani görgül biçimdeki nesne. İnsan, kendi dışındaki nesnenin duyusal deneyiminden elde ettiği bilginin eksikliğinin farkına varınca, bu eksikliğin giderilmesi için dışsal nesnenin dışında, yeni bir kaynak arayışına girer ve sürecin ikinci ögesi olarak kendini, düşünen olarak düşünceyi bulur. Bulduğu bu yeni şey, kendisi, Soyut anlak metafiziğidir ki, primitif doğal görgücülüğe tepki olarak doğmak durumundadır. Ancak duyusal nesnenin yerine bilginin kaynağı olarak metafiziğin, doğaötesinin, yani soyut düşüncenin yerleşmesi, usun duyduğu tatminsizliği gideremeye yetenekli değildir. SEZGİ Burada orta terim sezgidir. Çünkü us hem dışsal nesnesine hem de kendi yarattığı içsel nesnesine yönelimde ilkin sezgi kipinde sezgi olarak işler. Sezgi us tarafından onaylanacağı gibi, onaylanmayabilir, değiştirilebilir ve ondan bütünüyle vazgeçilebilir. Ama hem onaylanım, hem de olumsuzlama veya değiştirerek onaylama için sezgi momentinden geçiş zorunludur. Her iki yanın ortasında sezgi durur ve bu nedenle orta terimdir. İki yan birbirine atlayamazlar, sezgiden geçerler. Biçimsel bir benzetme yaparsak Sıvı hali suyun orta terimidir. Gerek buhar olacak su, gerek donacak su sıvı halden geçmek zorundadır. Buzdan direk buhar olamayacağı gibi, buhar da doğrudan buz olamaz. METAFİZİK VE GÖRGÜCÜLÜĞÜN ZEMİNİ Anlak ilgisini bir nesneye yöneltmeden- ki yönelme yalnızca bilmek içindir- önce kendindedir. Yani kendinde ne varsa onunladır, kendi dışında bir şey ile ilişkisizlik halindedir. Düşüncenin bu kipliğinde, onda bulunan varlıklar-çünkü vardırlar- metafizik kategorilerdir; birlik, çokluk, bütünlük, zorunlu, olanaklı, kendinde şey, kendi için şey, töz, kavram, nedensellik vb. bu kategoriler anlakta hazır bulunurlar, ama tekil bir içerikleri yoktur. Kendi başlarına düşüncenin boş aleminde dolaşıp duran meleklerdirler.(yani melekeler, yetiler) Düşüncenin bir nesneye yönelmesi demek, bu kategoriler kümesinin kendi bağıntıları ile ve daha önceki deneyimlerden kabullendiği ve bu somut nesne için henüz deneyimlenmemiş yargıları ile nesnenin üzerine yürümesi ve onu kendinin kılmaya, onu düşünce varlığı olarak içine almaya ve o olarak kendi olmaya çalışmasıdır. Düşünce bu ediminde nesne ile karşılaştığı zaman elindeki araçlar soyut kategoriler ve daha önceden benzeri nesneler için kendi kültürünün oluşturduğu yargılardır. Aynı kategoriler nesnede de vardır. Ancak nesnedeki bu kategoriler, düşüncedekiler gibi çırılçıplak değildir. Bulunduğu tekil varlığın oluşundaki kabuklanışa göre -ki oluş aynı zamanda kategorilerin bir kabuğa girerek onun içinde varlık kazanmasıdır-kabuklar ve onun içindeki tabakaların içindedirler. Ve bu halleri ile düşünce tarafından apaçık ayırt edilemezler, ancak sezilebilirler, sezgi bilgi değil, bilgi ile bilgisizlik arasındaki orta terimdir, bilgi parçaları taşır, ama bu bilgiler o kadarda netlikten uzak ve ölçümden geçmemişlerdir. Düşünce için nesnesi, sezgi olarak belirdiği zaman; düşünce sezgi olarak gerecinin özgün, kendinde ve kendi için örgütlenmiş haline yönelmeyi bir yana bırakıp, (dayançsızlığı nedeniyle) kendi getirdiği kategorileri ve eski deneyimlerin kalıntıları olan soyutlanmış yargıları nesnesine iç-öz olarak koyar, dışarıdan zerk eder. Böylece nesnenin kabuğu içindeki kategorilerin özgün varoluşları bir yana atılır ve düşüncenin kendinden getirdiği hazır gereçler nesneye bilgi olarak egemen kılınır ve bu öznel sonuç, nesnel bir bilgi olarak varsayılır. Sonuçta soyut düşünceyi somut gerçeklik yerine koyan bu yöntemi Hegel metafizik yöntem olarak adlandırır. “ilk tutum saf yöntemdir ki, henüz düşüncenin kendi içinde ve kendine karşı karşıtlığının bilincinden yoksun olarak, üzerine düşünme yoluyla Gerçeklik bilinebilir ve nesneler gerçekten oldukları gibi bilincin önüne getirilebilirler inancını kapsar. Bu inançla düşünce dosdoğru nesnelere gider, duyum ve Sezgilerin içeriklerini kendi içinden bir düşünce içeriği olarak yeniden üreterek böyle bir şeyde gerçekliğin doyumunu elde eder. Başlangıç evrelerindeki tüm felsefe, tüm bilimler, giderek bilincin gündelik etkinlik işleyişi de bu inanç içinde yaşar. Saf yöntemden kasıt, safça bir düşüncedir ki, bu saflık, nesneye giden düşüncenin hem kendisine karşıt hem de nesnenin bulunuş kipine karşıt bir tutumdan her ikisinin özdeşliğini ve aynılığını bulup çıkarması ve yeni bir nesne ve onun bilgisini oluşturma gibi bir görevi olduğundan habersiz olmasıdır. Hegel daha sonra eski metafiziğin nesnesi karşısında dışsal kalışını anlatır. “Eski metafiziğin ilgisi öyleyse nesnelerine sözü edilen yüklem türlerinin yüklenip yüklenemeyeceğini saptamaktan oluşuyordu. Ama bu yüklemler sınırlı anlak- belirlenimleridir ki, salt bir sınırı anlatırlar, gerçeği değil. Bundan başka özellikle belirtmek gerekir ki, yöntem bilinecek olan nesneye, diyelim ki, tanrıya yüklemler yüklemekten oluşuyordu, oysa bu da nesne üzerine dışsal bir düşünme yoludur, çünkü belirlenimler (yüklemler) tasarımımda hazırdır ve nesneye salt dışsal olarak yüklenirler.” Oysa “Daha önce de belirtildiği gibi, özgür düşünce hiç bir varsayım taşımayan düşüncedir. (Bu noktada maddenin düşünceye öncül oluşu hatırlanmalı.) eski metafiziğin düşüncesi bu nedenle özgür bir düşünce değildi, çünkü belirlenimleri doğrudan doğruya verili şeyler olarak, a apriori geçerli olgular olarak alınıyordu ki, derin düşüncenin kendisi tarafından sınanmış değillerdi...” “Öyleyse, düşünce biçimlerinin etkinlikleri ve eleştirileri, onları bilme sürecinde birleştirilmelidir. Düşünce biçimleri kendilerinde ve kendileri için irdelenmelidir; nesnedirler ve nesnenin kendisinin etkinliğidirler, kendilerini kendileri yoklamalıdırlar- sınırlarını kendi kendilerinde belirlemeli ve eksikliklerini göstermelidirler”. US’UN KENDİNİ TAMAMLAMAYA ÇALIŞIRKEN KARŞIT BOŞLUĞA YUVARLANMASI Marks’ın tutumunu öncelikle görgücülük içine yerleştirdiğimiz, sonrada Hegel’in mantığının eleştirisi altına koyduğumuz; oysa Marks’ın görgücü olmadığı ve kendini görgücülükten ayırdığı böylece de bu eleştirinin ona dokunamayacağı, olsa olsa ona dönük yapma (suni) bir eleştiri olacağı gibi bir iddia kapı önünde beklemektedir. Hegel maddeciliğin görgücülük içinde bir biçim olduğunu görgücülüğü eleştirdiği bölümde söyler. Ayrıca maddeciliğin görgücülük içinde olduğunun kanıtı için herhangi bir referansa ihtiyaçta yoktur. Maddi olan, fiziksel olan görgüm olandır, karşıtı, yani düşünsel olan değil. En genelde ilke varlığın düşünce mi, yoksa onun karşıtı olan bir belirlenim; madde, görgül, duyusal mı- ne denirse densin olup olmadığıdır. Bu ikincilerin tümü görgücülük içinde değerlendirilmiştir. Tıpkı karşıtı olan; soyut metafiziğin; skolastisizmi ve her türden soyut düşünceyi ilke alan öteki belirlenimleri gibi. Us, soyut metafizik yöntemde içine düştüğü çıkmazı ve önüne çıkan engeli, yani onu sonsuzlaşmaktan, tam doyumdan alıkoyan şeyi sonsuza dek olduğu gibi bırakamazdı, çünkü us kendi üstüne dönüp kendini, kendi yaptığını ve kendi yaptığı ‘kendini’, yeniden bozup yapmak gibi yetiyle donatılıdır. Bu yetinin özü; etkinliğinin, uzay ve zamandan bağımsız oluşu, sonsuzluğu yani sınır tanımayışıdır. Bu sonsuz etkinlik gücü nesnel gerçeklikte kendini bulmak, kendine gelmek için arayışını sürdürecektir. Hegel görgücülüğün felsefi dizgedeki hangi eksikliği tamamlama ihtiyacı için ortaya çıktığını ve adeta çıkmak zorunda olduğunu şöyle belirtir. “Bir yandan kendi başına Evrenselliklerinin tikelleşmeye ve belirlenime ilerleyemeyen anlağın soyut kavramlarına karşı somut bir içerik gereksinimi, öte yandan sonlu belirlenimler alanında ve bunların yöntemine göre her şeyi tanıtlayabilme olanağına karşı sağlam bir destek gereksinimi, görgücülüğe yöneldi. Görgücülük ki, gerçeği düşüncenin kendisinde aramak yerine deneyimden, (dış ve iç şimdiden) bulup getirmeye gider.” Anlık uzun yıllar soyut metafiziğe konumlanıp orada donup kalınca haklı olarak; “ görgücülükten şu çığlık geldi: boş soyutlamalarda dönüp durmayı bırakın, gözlerinizi açın, insanın ve doğanın burasını anlayın, “şimdiden” yararlanın. Burada özsel olarak doğru bir kıpının kapsandığı yadsınamaz.” Burasının, şimdinin, bu yanın bundan böyle boş “öte yanın; soyut anlağın puslu şekillerinin ve örümcek ağlarının yerini alması gerekliydi. Böylece eski metafizikte yitik olan sağlam destek, sonsuz belirlenim kazanılmış oldu. Anlak yalnızca sonlu belirlenimleri seçip çıkarabilir; bunlar kendilerinde dayanıksız ve sallantılıdırlar ve üzerlerine kurulan yapı kendi içine çöker. Usun içgüdüsü her zaman sonsuz bir belirlenim bulmaktı; ama bunu düşünce de bulmanın henüz zamanı gelmemişti, böylece bu içgüdü “şimdi”ye, “burada”ya ve “bu”na sarıldı... Bu karşıt iki yöntemin soyut metafizik ve görgücülüğün içeriğinin karşılaştırmasını Hegel şöyle yapar: “Görgücülüğün bakış açısını içerik açısından eski metafiziğinki ile karşılaştırırsak, daha önce gördüğümüz gibi, bu ikincisi içeriği olarak evrensel us nesnelerini alıyordu.-Tanrı, ruh ve genel olarak evren; bu içerik tasarımdan alınıyor ve felsefenin işlevi bu içeriği düşünme biçimine indirgemekten oluşuyordu. Skolastik felsefe içinde durum daha değişik değildi: bu felsefe için Hristiyan Kilisesinin inakları sorgusuzca alınan içeriği oluşturuyorlardı ve amaç bunların düşünce yoluyla daha öte belirlenmeleri ve dizgeleştirilmeleriydi. -Görgücülüğün varsaydığı içerik ise bütünüyle başka türdendir. Bu doğanın duyulur içeriği ve sonlu tinin içeriğidir. böylece burada söz konusu gerçek sonluyken, eski metafiziğin gereci ise sonsuzdu, gerçi anlağın sonlu biçimleri yoluyla o da sonlulaştırılıyor olsa da...Görgücülükte de bu aynı sonluluk biçimini buluruz., ama burada bundan başka içerik de sonludur. Böylece yöntemler her iki felsefe yolunda da belli bir düzeye dek aynıdır, çünkü ikisinde de başlangıç noktaları sağlam ve durağan noktalar olarak görülen varsayımlardan oluşur. görgücülük için genellikle dışsal olan gerçektir., ve gerçi bir duyular üstüne izin veriliyor olsa da, gene de bunun bir bilgisi söz konusu olamaz, tersine yalnızca algı alanına girene sarılmak gerekir. Ama sonuna dek götürüldüğünde bu ilke, yakın zamanlarda ÖZDEKÇİLİK olarak adlandırılmış olan görüşe varır. Bu özdekçilik için, özdek olarak özdek gerçek nesnellik değerindedir. Ama özdeğin kendisi salt bir soyutlamadır, öyle ki, özdek olarak algılanamaz. Bu nedenle de denebilir ki, hiç bir özdek yoktur, çünkü var olduğu biçimiyle özdek, her zaman belirli bir şeydir, somut bir şeydir. Bununla birlikte özdek soyutlamasının duyulur her şey için temel olması gerekir, -genelde duyuluru, kendi içinde saltık tikelleşmeyi ve öyleyse birbiri dışında olmayı anlatmalıdır. Şimdi, bu duyulur kendilik görgücülük için verili bir şey olduğu ve böyle kaldığı için, bu bir Özgürsüzlük öğretisidir, çünkü özgürlük sözcüğün tam anlamıyla karşımda hiç bir saltık “başkası” olmamasından, tersine benim kendim olan bir içeriğe bağımlı olmamadan oluşur. Bundan başka bu bakış açısından Us ve Us dışı yalnızca özneldirler. Verili olanı olduğu gibi almamız gerekir Yazının öncesi : BİÇİM YANLIŞLIĞININ ÜRETTİĞİ İÇERİKSİZLİK Yazının devamı : GERÇEK FELSEFE
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|