|
|
BİÇİM YANLIŞLIĞININ ÜRETTİĞİ İÇERİKSİZLİKKategori: Felsefe | 0 Yorum | Yazan: Çoşkun Özdemir | 08 Nisan 2023 09:41:01 Marks’ın felsefi tutumunu oluşturma aşamasında felsefeye karşı baştan savma davranışı yalnızca doğrudan Hegel’i değil de, Hegel ardıllarını eleştiri nesnesi olarak almış olmasında görülmez, ayrıca bu biçimsel kopuşun içerikte yol açtığı felaket, doğrudan hegele yapılan göndermeyle bağlanan iki cümlelik ünlü aforizmasında da, “idea” sorunun çözümlenmemesinde görülür.
“Hegel için, onun, idea adı altında bağımsız bir özneye dönüştürecek denli ileri gittiği düşünce- süreci olgusalın (Platonik) Demurgesidir, olgusal yalnız onun dışsal görüngüsü olmak üzere. Benim için ise tersine, fikir, maddi dünyanın insan aklında yansımasından ve düşünce biçimlerine dönüşmesinden başka bir şey değildir “ (Hemen belirtelim ki, Hegel demurge kavramını kullanmaz, logosu kullanır,) Marks’a göre böyle bir şey var mı, belli değildir. Ama özne yada bağımsız ve ya bağımsız özne ise hiç değildir. Formsuz bir hule olarak soyut madde özne olamayacağına göre neyin özne olduğu Marks’ı ilgilendirmez, varsın bu en büyük soru boşlukta kalsın ve biz gene de düşünmeye devam edelim! Felsefeye göre ise logos vardır, olmak zorundadır çünkü o olmadan başka bir şey olamıyor, bu mümkün olamayacağı için olamıyor. (Logos daha Herakleitos’tan itibaren bulunmuş ve ana karakteri anlaşılmıştır.). Ve sadece, ‘O’ bağımsız öznedir, değişmeyen tek şey odur ki, değişen her şey ona göre, onun yoluyla, ona uyarak değişir. Bağımsız öznenin de içeriği bundan başka bir şey değildir. Eğer, varlıklar kaos içinde değil de sürekli bir düzen içinde birbirleri ile ilişki sürdürüyorlarsa, bu durumu, onların yasalara bağlılıkları olarak adlandırırız. Hiç bir şey kaos içinde değildir, her şey yasaya bağlıdır, çünkü bir düzeni vardır, ve bu düzen adı gereği düzenlidir, düzensiz değil. Düzen olan yerde logos hâkimdir, saltık anlamı ile hâkimdir ki, bu saltıklık ona tam bağımsız böylece tam özne’lik karakterini verir, logosun özü en yüksek özne olmaktır. Alıntıya devam edelim; “Düşünce-süreci olgusalın Demurgesidir, olgusal yalnız onun dışsal görünüşü olmak üzere”. Öncelikle olgusal salt bir dışsal görünüş olamaz, görünüş adı üstünde sadece görünüştür, bir görünmeyenin da var olduğunu işaret eder. Görünen olanın geçici, görünmeyenin ise kalıcı ve sürekli olduğunu onların karakterinden bilmekteyiz. Hayır, Hegel’de olgusal olan dışsal olan değildir. Hegel yüzlerce yerde olgusalın içsel ve dışsal, görünüş ve özün birliği olduğunu vurgulamıştır. Her olgusal oluştan geçmiştir ki bu süreç kavramına göre, ideasına göre olmuştur. Bu cümlede Marks olgusal olanla dışsal olanı Hegel’in aynı gördüğünü belirtiyor ki, Oysa olgu nesnenin kendisidir, sadece maddi kısmı değil, maddi ve ideanın, yani düşünsel olanın birliğidir. Marks’tan alıntının ikinci kısmını tekrar anımsayalım.”... Benim için ise tersine, fikir, maddi dünyanın insan aklında yansımasından ve düşünce biçimlerine dönüşmesinden başka bir şey değildir. Marks’a göre, maddi dünya insan aklına yansıyor; ilkin, maddi dünyanın iki formu olduğunu biliyoruz, biri görgül öteki düşünsel. Akla yansıyan bunlardan hangi biçim? Burada düşünce biçiminin yansıdığı anlaşılıyor. Çünkü anlık’ta madde, madde olarak bulunamaz, o zaman yansıyana maddi dünya denemez. Yansımış olan yansıyanın kendisi olmalıdır, başka kipte değil, eğer yansınan yere başka kipte bir şey koyulmuş olsaydı buna yansıma denemezdi, yansımanın doğası gereği. O zaman geriye kalan şu ki; maddi dünyanın düşünsel ilişkileri insan Tin’ine, düşüncesine yansıyor. Kuşkusuz ki bu doğrudur, ama bu tek yanlı belirlenim öteki yanı dışarıda bırakır. Çünkü maddi dünya kendiliğinden oluşmamıştır, onu oluşturan birikmiş insan düşüncesidir, insan düşüncesinin düşünce olarak maddesel dünyaya aktarımı Marksın söylediğinin ters yönünde bir yansımadır ki, bu yönde yansıyan marksın bağımsız özne dediği biriktirilmiş Tin’den başka bir şey değildir. Bu karşılıklı yansıma bütün toplumsal olgusallıkta kendini gösterir. Ya da bütün toplumsal olgusallık bu karşılıklı yansımanın olgusallaşmasıdır. Bütün devinim düşüncenin devinimidir, ister olguda olsun ister insan beynine dönmüş olsun. Marksın maddi dünya lehine indirgemeci tutumu, olguyu diyalektik momente sabitlemesinden ve karşıtlıkların iç akışkanlığının somut birliği olan kurgula ilerletmemesinden, ya da kendinin ilerleyememesinden kaynaklanır. Ya da bu ilerlemenin yapılamaması diyalektik momentte çakılıp kalmasına yol açar. Her iki durumda da aynı sonuca varılır, kendi kendini olgudaki gerçekliğin bir paçasına bağlanmış halde bırakır, Öte yan ‘öte’ olarak kalır. İkinci olarak; düşünsel form değişikliğini salt yansıtıcı olan bir ortam yapamayacağına göre; ya nesnenin kendisi devindirici olmalı ki, nesne öznenin karşısında devindiren değil devinendir, yada insan Usunun kendisi bu devindirici ödevini yüklenmeli ki özne olduğu için bu görev zaten onundur. Oysa Marks’ın metninde: İnsan usunun değiştirici deviniminden söz edilmez, sanki us pasif bir ortam olarak yansıtıcıdan başka bir şey değildir, bu nedenle özne de değildir, olsa olsa nesnenin nesnesidir, nasıl oluyorsa. Ya da orada kendinde maddi varlık ne derse Us o biçimi alıyor gibidir. Ki bu görüngü bilgidir, ya da bilgi görüngüdür demektir. Geldik geri Sokrates öncesine sofistlere. Bilinç Usun ipinden kopunca nereye gideceği belli olmaz gibi görünüyor ama kendi köküne varıyor, hem de hızla. Oysa anlağın nesnesini, önce tasarım biçiminde kendine aldığı, ama bu alışta kendisinin bir katkısı olmadığı, sadece yetisi gereği nesneye hiçbir şey katmadan sadece onun görgüm imgeselliğini kendine aldığını söyleyebiliriz. Öte yandan bir yeti olarak Us, kendisi düşünce biçiminde olduğu için ve çift yanlı özne olmak gibi bir elastikiyete sahip olduğu için; zaten kendinde bulunan tasarımı düşünceye çevirir, çevirdiğini kendi kendine yansıtır, başka bir ortama veya araca değil, bu çevirdiği artık kendisi olmuştur; ama sahip olduğu elastikiyetten ve sonsuz özne olma karakterinden dolayı, artık kendi olan biçimini kendinden de ayırabilir ve ayırır, bir nesne gibi karşısına alır, şimdi bu yeni nesne yine kendisidir ve kendi kendini karşıya koyma her durumda kendine geri döner; kısaca kendisi ve karşısına aldığı kendisi arasında bu değişim yine kendisi tarafından başarılır ve bu aynı şeyin iki yanlı oluşumu düşüncenin, nesnesinden özneye ve öznesinden öznenin olmuş nesnesine yansımasıdır. Usun bu kendi kendini üretmesinin öyküsü Hegel’ce Tinin görüngübiliminde ve Mantığın bazı yerlerinde ayrıntılı olarak incelenmiş ve işlenmiştir. Marks Hegel’in bu çalışmalarını daha özenli incelemiş olsaydı... Markta “insan ideasının” tek-yanlı olduğu ve bu tek yanın onun ekonomik bir varlık olması olarak ortaya çıktığını daha Hegel’den kopuş aşamasını birlikte yaşadıkları yakın arkadaşı Ruge söylemiştir. Daha sonraları Marks’ın düşüncesine eleştirel gözle bakmaya çalışan her ciddi çalışmada, sistem içinde göze ilk görünen bu tek yanlılık olmuş, sosyalizm deneyiminden sonrada ortaya çıkan yıkıntıların incelenmesinde devrilen sütunların ilk göze çarpanlarından biri, yine yıkıntılar arasında ‘tek boyutlu’ insandır. İnsanın tek boyutluluğu Marks’ın sistemi içinde, sistemin öteki öğeleri ile uyumsuz bir belirlenim olarak tek başına orada duruyor değildir. Bu tek yanlılık sistem ile uyumsuzluk içinde olmadığı gibi tersine sistemin bütün öğeleri ile uyum içindedir. Çünkü sistemin kendisi baştan aşağı tek yanlıdır, “insan ideası” da bu tek yanlı sistemin tek yanlı bir momentidir. Tek yanlılık sistemin tümüne yayılmıştır, çünkü temel ilke, tek yanlı belirlenmiştir. Bir başka ifade ile sistem içindeki bütün alt sistemlerde, yani bütün olgularda düalizm kabul edilmiş, gerçek ikiye bölünmüş ve bu bölünmüş yanlardan biri ilke olarak alınmıştır, öteki ise sistemin dışına atılmıştır, böylece sistem bir soyutlamanın, tek başına var olamayan bir temelin üzerine kurulmaya çalışılmıştır ki, bu bir sanısal temeldir, gerçek bir temel değil, çünkü karşıtının desteğini taşımaz. “Marks için insan düşünen değil, etkin bir varlıktır” . Bu önermede düalizm kendini o kadar bariz gösterir ki, ve bu düalizmin yarattığı anlam karmaşası o kadar durudur ki pek az bir dikkat bile onu tam anlamı ile fark eder. Düşünen ve etkinlik kelimeleri insanın iki yüklemi olarak ayrı ayrı koyulur. Oysa insan için etkinlik bir düşüncenin etkinliğidir, yani etkin olan, etkin olmadan önce düşüncedir ve etkin olurken de düşüncedir, burada düşünceye eklenen şey istençtir ki, burada ikincildir, etkinlikte gerçek kalıcı olan yalnızca düşüncedir. Yok eğer istençten söz ediliyorsa istencin gereci düşüncedir. Etkinlik sonucu meydana gelen bir insan yaratısı varsa o da geçicidir, onda kalan, kalıcı olan sadece düşüncedir. Matematik konusunda etkin olan birinin etkinliğinin düşünceden başka bir gereci de yoktur. Her ne olursa olsun düşüncesiz insani etkinlik olanaksızdır. Etkinlikten düşünceyi çıkardığınız zaman düşüncenin yerine itki geçer ki, insani olan değil, hayvani ve giderek doğasal olandır... KARŞITLARIN DİYALEKTİĞİ ve DİYALEKTİK’DEKİ DÜALİZM Türkçede “karşıt “kavramı, saydamdır, içini gösterir. Diyalektiğini, yani karşıtını, kendi içinde ama apaçık taşır. Bu nedenle, kendinin diyalektiğini, ya da kendinin diyalektiği yoluyla dilin diyalektiğini arı duru anlatan, yalın, yap-yalın bir sözcüktür. Karşıt denince sadece karşıyı anlarız, başka bir içeriği yoktur, ne nitelik ne nicelik olarak, ne de ilişki olarak. Karşıt, İlişki olarak sadece kendi ile ilişkilidir, çünkü karşısı olduğu şey de bir karşıdır. Bu nedenle sadece karşı olarak vardır. Karşı olma yüklemini kaldırdığımız zaman onda başka bir yüklem kalmaz. Tek bir yüklem taşıyan kavram soyuttur, sadece kendi boşluğu ile baş başadır. Çünkü kavram ve nesnelerin içi-özü onun kavramında bulunan yüklemlerin karşılıklı ilişkilerinin oluş süreçleridir. Karşı bir başka karşı olmadan karşı olamaz, böylece içinden bir karşıt daha çıkarır, çünkü kendisi karşıt olmakla sadece bir şeyin karşıtıdır, çok şeyin değil, o bir şey ise kendisinin karşıtı olarak bir başka karşıttır, ama kendisinin karşıtıdır. Karşıt karşıtının karşıtı olarak karşıttır. İkisinin de karşıttan başka bir şey olmamaları soyut özdeşliklerinin kanıtıdır, ayrımların kanıtı ise birbirinin karşıtları olarak ortaya çıkmış olmalarıdır. Buraya kadar diyalektik momenttedirler, yani sadece iki karşıt. İki karşıt olmalarına son vererek Somutlaşmaları olumsuzlanmaları olarak oluşları, içerik kazanmaları kendilerini ortadan kaldırmakla ortaya çıkar ki, böylece soyut karşıtlık olarak ortadan kalkarlar ve sonuçta, olguda yitmiş olarak birlikte bulunurlar. Şimdi ikisinin birliği olgulaşarak kurgul momente geçerler. Artık olgu vardır ve karşıtlar onda erimişleridir. Diyalektik moment sona ermiş kurgulda, olguda kaybolmuştur. Karşıtlığın birini ilke olarak alanlar -Marks’ın maddeyi ilke alması gibi- karşıtlardan tesbit edilen birincisini öteki karşısında kaynak, ya da neden, ikincisi ise etki ya da türev olarak varsayar. Oysa karşıtlar katı-yalıtılmış olarak neden- etki hiyerarşisi içinde durmazlar, çünkü böyle bir hiyerarşi ayrı ayrı var olmalarını gerektirir, ama onlar somut olarak ayrı ayrı bulunamazlar. Birlikleri saltık, ayrımları bu birlik içinde görecedir. • Madde ve düşünce karşıtlığı • Biçim ve içerik • Görünüş ve öz • Pratik ve teori karşıtlığı (gerçek teori somuttur ki, pratiğin ortaya çıkardığı teoridir.) her pratiğin iyi ya da kötü bir teorinin uygulanması olduğu gibi.) • Altyapı ve üst karşıtlığı. vb. Yukarıdaki kavramlar karşıttırlar, yani diyalektiktirler. Salt Bu halleri ile soyut kavramdırlar, soyut olan yok olandır, bulunmayandır, somut olabilmeleri için ya da “Yok” varlıktan, var varlığa yani somut varlığa geçmeleri ancak “oluş” ile mümkünüdür. Bu karşıt kavramlar oluşta ayrı ayrı değil, birlikte bulunurlar ve ikiye bölünemezler, çünkü iki parça değildirler, her biri birinin içinde erimiş yok olmuş olarak bulunurlar. Oluşta, biri önce oluşa başlar öteki onun oluşuna dışarıdan ikincil olarak katılır ve birleşik süreç kaynaşma olarak sürme biçiminde ilerler değildir, bu tek başına geri eski haline dönülemezliği anlamına geliyor, iç-içe yok olmuşluk, bu her birinin ötekinde erimişliği tek başına eski haline dönemezliği değil de- çünkü eskiden de yoktular- ayrılmazlıklarının saltıklığı anlamına geliyor. Yukarıdaki karşıt kavramların hiç biri öteki için belirleyici ve ikincisi belirlenen olamayacağı gibi tersi de olamaz. Ancak her ikisi de iki rolü birden oynar. Hem belirleyen hem belirlenen olarak. Yukarda sıraladığımız karşıtlıklarda Marksın felsefi tutumu birincileri ilke, belirleyen, etkin; ikincileri ise ikincil, belirlenen ve edilgen olarak koyar. Marks’a göre; Madde birinci, belirleyen ve etkin, Düşünce ise ikincil, belirlenen ve pasif. Pratik birincil,(ilke), belirleyen ve etkin. Teori, ikincil, belirlenen ve edilgen. Altyapı birincil,(ilke), belirleyen ve etken. Üstyapı; ikincil, belirlenen ve edilgen. Daha birçok ikili moment, ya da düalist belirlenim, yani diyalektik belirlenim yazmak mümkündür. Ancak Marksın kendi tutumunu açıklamasında en çok kullanılan karşıtlıklardan bazıları bunlardır. Bu karşıtlıkların yukarıda belirttiğimiz ilişki biçimi olanaksızın ilişkisidir, karşıtlara hiyerarşik rol biçmek gerçeğe rol biçmektir ki; gerçek özgürdür, bizim çuvalımıza sığmaz, hiçbir role yerleştirilemez. Marksist felsefe denen felsefenin salt diyalektikte kalışı, kurgula ilerleyememesi bu yüzdendir. Çünkü olguda karşıtlıklar bu bölünmüşlük biçimini göstermezler, bu ilişki düzeninde bulunmazlar. Böyle bir ilişki düzeni ancak karşıtların bağımsız varlıklarının kabulü ile mümkündür, ama bu kabul edilen biçim gerçekliğin değil, öznelliğin biçimidir. Olgunun, olgudaki arı us’un gerçek yöntemi salt diyalektik değil, kurgul-diyalektik yöntemdir. Kurgul olan ile salt diyalektik olan arasındaki özsel fark; kurgulun diyalektiği kapsaması, ama diyalektiğin kurgulu kapsamamasından oluşur. Olgu her an diyalektik karşıtlıklar tarafından yeniden oluşurken, Her bir diyalektik moment olgunun içinde geride kalmış değişimlerden kalan özde, iz olarak ve izlerden oluşmuş öz olarak bulunur. Her olgusallık bütün farklı belirlenimlerinin diyalektiğinden geçmiş, birçok diyalektik belirlenimin toplamının kurgusundan oluşur, yalın diyalektikte değil. Düalizm ya da salt diyalektik, ilke öncesi zemin kabul edildiği zaman, bu zeminden çıkan bütün düşünce sistematiği bu zemine göre şekillenecektir. Çünkü ortaya çıkacak sonuç zeminde bulunanı kapsar. Marks’ın felsefi tutumu düalizmde kaldığı için; (düalizm kurgul olmayan diyalektiktir) onun sisteminde bulunan insan gerçek insan değil, sadece ekonomik insandır, çünkü onun bütün düşünsel yapısının belirleyicisi, ilkesi ekonomik zincir içindeki konumu tarafından belirlenir. Yalnızca bu yargı bile bir düşünsel sistemi çökertir. Bu nedenle Marksın sistemi, tercih ettiği ilke nedeniyle baştan sona gerçek olmayan kavramlarla doludur. Bu sistemde insan gerçek insan değil, gerçek olmayan tek boyutlu bir insandır. Teori gerçek bir teori değildir, pratik gerçek bir pratik değildir. Düşünce, madde, öz-görünüş, altyapı -üstyapı, tüm bu kavramlar çarpıktır. Gerçek değil, yani somut değil soyuttur. Sistemi oluşturan tüm kavramlar sistemin özü olan düalizme göre biçim almışlardır, kendilerini sisteme uydurmuşlardır ve bu nedenle düalist bir sistemin düalist kavramları olarak düalist bir dünya, yani sanal olan bir dünya yaratmışlardır. Şimdi bu diyalektik kavramlardan en önemlisini daha yakından inceleyelim. yazının öncesi : KOPUŞUN BİÇİMİ yazının devamı : MADDE VE DÜŞÜNCE
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|