|
|
TEKİLDEKİ LOGOSTAN KENDİNDE LOGOSA İLERLEMEKategori: Felsefe | 0 Yorum | Yazan: Çoşkun Özdemir | 03 Nisan 2023 08:28:04 Bilginin konusu olabilecek nesneler öncelikle zorunlu olarak tekil nesnelerdir. Çünkü nesnelerle ilk bağımız duyu organları ile kurduğumuz bağlardır ve duyu organlarımız zaman ve mekânsal koşulların eşliğinde işlerler. Koşul eşlik eden, eşlik ise koşul demektir. Bir şeyi bir yerde ve bir anda görür, duyar, dokunur, koklarız vb. Nesne ile kurduğumuz bu görgül bağlantı açık ve seçik ve kuşkuya yer bırakmaz gibidir. Bu bağlantı biçimi bir yandan bizi, tekil, geçici, görgül nesneye bağımlı kılıp, gerçekliğin onda olduğu saplantısına sokarak dondurur, öte yandan ise tekildeki gerçekliğin ötesine geçip evrenselin sezilmesine olanak sunarak bizi uyandırır ve tekildeki donmuşluğumuzu çözer, dinamik kılar. Bizim gerçekle bağ kurmamız açısından iki momentin oluşu böyle görünür.
Logos açısından bakıldığında ise var olan bir şey kendini işlevinde belli eder. İşlevi onun oluşa çıkmasıdır ve oluş tikel ve tekil olmak zorundadır. Öyleyse logos bize kendini değil, bir tekil içinde bulunuşunu, o tekilin ideasını sunar. Bu durumda biz logosa tekil yolu ile gitmek zorunda olduğumuz için ve logos kendini bize tekil olarak göstermek zorunda olduğu için onunla aramıza bir tekil kip zorunlu olarak girer. Tekil olan zaman ve uzamda kendini bize öteki tekillerden ayrı ve bağımsızmış gibi gösterir. Bu hali ile tekil kip, bizi, onun evrensel varoluşundan, evrik olarak onun evrensel var oluşunu bizden ayırır. Bu ayrımın ortadan kaldırılmasının sezgisi için bile insanlık binlerce yıl olgunlaşmayı beklemiştir. Bu sezgi hem ad, hem de içerik-kavramsal olarak, ilk kez Heraklitos’un bilincinde ışır. Artık doğanın ve toplumun varoluşunun ve hareketinin dayandığı zemin, töz logos adı ile sonsuz karanlıktan insan bilincinin içine girmiştir. Logos kavramı Heraklitos'un büyük keşfidir. Ondan önce; saltık evrensel olan, yani doğal olanın ve tinsel olanın, bir başka deyişle zamansal ve uzamsal olanın ‘o’na göre olduğu (o nedir), bu nedenle her belirli varoluşun zemini ve değişmez önceli olan, böylece ebedi, sonsuz bir varlık aranmıştır ama bu, kendi olduğu, içerik ve kipte bulunabilmiş değildir. Hereklitos’a kadar genel olarak bilmenin tarihi, farkında olarak ya da farkında olmadan saltık varlığın ve onun kavramının henüz gizli olduğu tarihtir. Heraklitos bu varlığın özünü sezinlemiş ve logos olarak kavramlandırmış ve sadece logosun varlığını değil,“ Her şeyin bu logos’a göre olup bittiği”, “logos her şeyde ortak olan”, “hiç batmayacak olan” (1, 2 ve 16. Fragmanlar) gibi tanımlarla en genelde Logos’un özünü de ortaya çıkarmıştır. Bu bilmenin tarihinde gerçek anlamda bir devrimdir. Bilim dünyası bütünüyle, yüzlerce yıldır Hareklitos’a karşı büyük bir vefasızlık içindedir. Bu vefasızlık bir kişiye karşı yapılan vefasızlıktan öte bilim dünyasının kendi kendine saygısızlığını da gösterir. Bir uğraş hele bu bilim gibi bir uğraş ise, kendi kök kavramı (LOGOS, LOJİK)ve onun ortaya çıkış koşullarına nasıl duyarsız kalabilir? Hem her tekil nesneyi incelerken onda incelediğimiz, logostan başka bir şey olmayacak, hem de logos'un kendi bilimi, yani mantık bilimi, logos-lojik bütün lojikal alanın dışında kalacak. Bilim alanının, konforun sıradan ve değersiz bir aracı durumuna düşmesi, kökünden kopmuş olmasının bir sonucu değil midir? LOGOSUN DAHA ANLAŞILIR KILINMASI VE İNSAN USUNUN YÜKSELTİLMESİ Bütün felsefe tarihinin asli ereği tinin toprağının altından en değerli hazineyi, logos’u, us’un açınımını, varlığa nasıl geçtiğini ve orada sürdüğünü, kavramlaştığını ve bu süreçleri bir arada içerik alan mantık bilimini ortaya çıkarmaktır. O mantık bilimi ki, -biz onu logos-lojik olarak adlandıracağız- doğanın ve insan ilişkilerinin işleyiş yasalarının bilgisini “ zorunlu dizgeselliği” altında bir araya getirir. Antik yunan ve öncesi, Descartes, Hume, Spinoza, Leibniz, Kant; hepsinin tekil üretimleri ve hatta bütün bilim öncelikle ve son-ucu, logos-lojik için gereçten başka bir şey değildir. Bu gereç Hegel tarafından ayıklanarak ve bir omurgaya kavuşturularak bilimin bilimi, logos-lojik olarak, bir taslak halinde ve tekrar ve tekrar ve sonsuzca ayıklanmak ve arılaştırılmak ihtiyacı içinde tarihin o döneminde önümüze konmuştur. Bilimlerin ayrımlarının içinde yer aldığı bir birlik olarak, ya da bilimler arasında akışkan geçiş süreçlerinin kapsandığı bir zemin olarak ortak bir bilimin var olması gerekliliğinin sezgisi, birçok başka felsefeciyi, onu bulma yönünde çabalara yöneltmiştir. 1900’lerin ilk yarısında Viyana çevresi olarak bilinen mantıksal görgücülüğün temsilcileri bile bu göreve duyarsız kalmamışlardır, her ne kadar bağlı oldukları analitik ilke bu birliği baştan dışlasa da. Logos-lojiğin önümüzde bulunduğu biçimin arılaştırma ve daha anlaşılır kılınma ihtiyacının zorunluluğu kendini çeşitli biçimlerde gösteriyor. Logosun kendisi her insanda bulunduğuna göre insan onu anlayabilmeli ve kavrayabilmelidir. Ama gene de her insan tarafından kavranılabilir biçimde değilse, sıradan bilinçle logos arasındaki bu açıklık her iki yanın birbirine yaklaştırılması yolu ile kapatılabilir. İnsanlık bir yandan logosu kavramak için bilinç biçimini öznellikten nesnelliğe doğru dönüştürürken, öte yandan bunu yapabilmek için logos lojiğin daha anlaşılır kılınmasını da başarmış olur. İnsan logosu kazanmalıdır. Çünkü logos insana doğrudan değil, onu kazanma koşulu ile verilidir. Bu kazanımı, kendine doğrudan verili olanı, duyusal bilinci, doğal işleyen düşüncesini yenerek, olumsuzlayarak, aşarak, geride bırakarak, bu bilinç biçimini ikinci bir bilinç biçimi olan logosun eşlemine çevirerek yapabilir. Bu uzun ve karmaşık bir süreç gerektirir. Bu sürecin ilerlemesi gerilemeleri, karmaşayı da kapsar. Çünkü iş başındaki bilinç biçimi ile gerçeklik arasında uyumsuz bir kiplik vardır. Doğal bilinç gerçekliği ararken o hali ile aradığına ulaşamaz. Çünkü o hali ile ele geçirdiğinin aradığı olup olmadığından emin olamaz. Bu süreçte bulduğunun aradığı olduğu konusunda emin olabilmek için önce kendisinin gerçek bir ölçüt olup olmadığından emin olmalıdır. Kuşkusuz bu emin oluşun güvencesi kendini karşıtı olan nesnesinde denemede bulur. Böylece insan düşüncesi ile logos arasındaki bu diyalektik gel-git her iki yanın birbirine uygunsuz olan öğelerinin temizlenmesi yönünde kurgula değişir. Değişimin konusu olan her iki yan, değiştirmeye ve değişmeye yetenekli orta terim tarafından sürekli bozulup yeniden düzülür. Bu süreç yalnızca tekil insan düşüncesinde yer almaz. Logosun tarih içinde toplumsal alandaki ilerlemesi ve kendini arılaştırması aynı yolu izler. İnsana olduğu gibi toplumlara da logos hazır verili değildir. Bu yüzden toplumların logosu ele geçirme süreçleri birçok bozup düzme deneyimi ile olanaklıdır. Öyleyse süreçte düzenleme ne kadarsa ondan çok daha fazla gerçekliği bozma ve bu bozuk gerçekliği düzene girmiş gerçeklik olarak onaylamalar bizzat bizim tarafımızdan çarpıtılmış gerçekliğin gene bizim tarafımızdan gerçeklik olarak kabulünü içerir. Bu anlamı ile felsefe tarihi logosun düzeninin bulma uğraşı olarak aynı zamanda onun kendinde düzenini bozma tarihidir ve bu logosun ele geçirilmesinin zorunlu yoludur. Doğanın düzeni olarak logos kurgul kiptedir. Bu kurgul kipin eşlemi insan düşünme yetisinin kendisi tarafından kazanılmalıdır. Bu kazanım için duyusal bilinçten başlamak bir zorunluluktur. Duyusal bilinç; tikeli ya da evrenseli tek başına anlama yetisinden daha ötesi olmayan analitik bilinçtir. Bu haldeyken logosun bütün biçimleri ve uygulanmaları onun işleyişine en yabancı olan yöntemle baş başa gelişir. Böylece alanın bütününde kurgul usun disiplinli ayrım ve birliğinin yerine her felsefe yapanın öznel kanılarının etrafa başıboşça yayıldığı kaotik bir felsefe alanı çıkar. Özellikle Hegel'den sonra, dünyayı ve insanı anlama amacı ile genişleyen felsefe, amacı yolunda kendi ekseninden bağını kopararak, anlaşılması gerekeni uzaklarda bırakıp kendini kendi yığdığı çer-çöp içinde kaybeder. Hegel'den sonra felsefenin gelişmesi denilebilecek üretimin durumu budur. Alanın kendisinin temizlenmesi ve parçaların zorunlu birlik altına alınması ya da tersinden birliğin zorunlu öğelere ayrılması ve böylece logosun zorunlu dizgesinin ortaya koyulması Hegel’in en büyük mirası olarak elimizdedir. Ve Hegel'in dizgesi onun bütün çalışmalarından ortaya çıkan öz olarak logosun dizgesidir. DİZGE; BİR ARAYIŞIN SONU VE BU SONUN ANLAŞILMASININ BAŞLANGICI Modern felsefe Kant ile bir yol ayrımına ulaşmıştır. Bu ayrımın temel özelliği, o güne kadar genel olarak bilme faaliyeti olarak anlaşılan ve bu nedenle sınırları belirsiz ve her anlama yorulabilen bir felsefe kavramının bozgunculuğundan kurtuluş, bilenin ve bilinecek olanın birbirinden ayrılması ve bu ayrımdan, arı us’un, yani logos’un kendi biliminin ortaya çıkartılmasının zamanının gelmiş olması idi. Böylece, kendinde logos ve onun tikel ve tekildeki açınımları olarak ortaya çıkan varlığın ve bu nedenle bilimlerin ansiklopedisinin kurulma görevinin eşiğine varılmıştı. Bu ayrımda esas sorun logos’un kendi biliminin kurulması idi. Kant, son çalışması Prolegomena’da itiraf ettiği gibi tüm çalışmalarının sonunda, bu yeni bilimin kurulması amacını gerçekleştirememiş, geriye dönüp eksikliği gidermeye çalışmasına karşın bu eksiklik mirasının bir eklentisi olarak kendinden sonraya ve bu bilimi geliştirme görevini üslenecek olanların önüne bırakılmıştır. Bu yeni bilimin kurulması için çabayı Kant sonrasının parlak bir kuşak,- Fihte, Shelling, Hölderling ve Hegel- yüklendi. Bu kuşağın her bir üyesinin yeni bilimin kuruluşuna parça, parça katkılarını bir yana koyarak diyebilir ki; Hegel'e kadar felsefe en genel anlamda omurgasız bir parçalar yığınıdır, ya da omurga henüz belli değildir, ya da omurga ile parçalar birbirinden ayrılmış değildir. Diyalektik kurgul yöntem idealist felsefede sezilse bile. Felsefe parçalarının diyalektik kurgul omurga etrafında birliğe dizinimi ve organik bir bütünselliğe kavuşturulması Hegel'in felsefedeki devrimidir. Bu devrim Kant'ınki gibi daha önce platon tarafından çoktan gerçekleştirilmiş olan Kopernik devrimi gibi sahte bir devrim değildir. Gerçekte Kant'ın devrimi felsefenin bütününde yapılmış değil, felsefeye bir parça, bir bölüm olarak girmiş olan Locke-Hume görgücülüğünü devirme amacıyla yapılmaya çalışılmış ama devirmeye çalıştığını kendi içine alarak olduğu gibi bırakmıştır. Hegel'in dizgesel devrimi ise felsefenin bir parçasına karşı yapılmış değil, varlık ve bilginin bütününün o zamana kadarki parçalılığına ve belirlenimsizliğine karşı yapılmış bütünsel bir devrimdir. Bu devrim, logosun kendi biliminin kurulması ve bunun açınımı olarak öteki bilimlerin dizgesinin kurulumudur. Kuşkusuz bu devriminde Hegel, gerecini tüm felsefe tarihinde ve kendi önceli olarak da Kant'ta bulmuştur(Arı Usun Eleştirisi). Hegel bütün felsefe tarihinin oğludur. Hegel'in logosu ve dizgesini, mantık bilimi(logos-lojik) ve bilimin dizgesini üretmeyi başarması bir son ve aynı zamanda bir başlangıçtır. O güne kadar süregelen felsefeden, bir bilim ortaya çıkarma çabasının bir sonu ve ortaya çıkan logos-lojik biliminin geliştirilmesi ve anlaşılır kılınması sürecinin ise başlangıcı. Hegel'den sonra, bilimlerin bilimi olarak ortak bir bilimin aranışının cılız da olsa varlığından söz etek mümkündür. Bu arayışların neden Hegel'in bıraktığı yerden devam etmeyip 'mantık bilimini' dışında bırakarak devam ettiği, dolaysı ile ortak olanın tekilde- dilde, fizikte-v.b arandığını araştırmalıyız. Bu tam da Nasrettin Hocanın samanlıkta yitirdiği yüzüğünü, dışarıda gün ışığı altında araması ile aynı şeydir. Bir farkla ki, Nasrettin Hoca yüzüğünün aradığı yerde olmadığından emindir ama gerçeği lojiğin kıyılarında arayanlar onu bulabileceklerini sanırlar. Hegel'in Mantık Biliminin anlaşılmasını baştan engelleyen şey kitabın yöntemi ile onu okumaya kalkışanın bilincinin yöntemi arasındaki uyumsuzluktur. Kitap doğal bilinçle okunursa okuyucuya anlaşılmaz ve karanlık ve giderek saçma görünecektir. Okuyucuya önce bilinç biçimini değiştir sonra oku demek de bir başka olanaksızlığı önermek olacaktır ki hemen hiç kimse doğal olarak kurgul bilince sahip değildir. Okuyucunun kitabı okuyarak bilinç biçimi değiştirmesi ise hiçte kolay değildir. Çünkü bir bilinç biçiminden bir bilinç biçimine sıçrayış, iki bilinç biçimi arasındaki çelişkiden kurtulmak çoğu zaman onlarca yıla mal olan büyük entelektüel emekler gerektirmektedir. Hegel'in Mantık biliminin, düşüncenin antik yunandan sonra en büyük devrimi olmasına karşın, kendi büyüklüğüne uygun bir etki yaratamaması, tüm felsefi çabayı kendine döndürecek çekicilikte bir merkez haline gelememesi, yalnızca anlaşılması için yüksek bir entelektüel birikim gerektiren logosun karşısında duran (Hegel'in mantık bilimi) doğal bilincin alçak düzeyi değil, biraz da, lojik olarak ortaya çıkan yapının, bu yeni bilimin binlerce yıldır süregelen felsefi kültürün, üst üste binmiş, uç uca eklenmiş, iç içe girmiş ana kavramları arasındaki sınırların yeniden belirlenmeyip eskisi gibi bırakılması ile ilgilidir. Bu bilimin ortaya çıkmasından önceki bölümleme; sanat, din ve felsefe biçiminde idi. Felsefe kavramı bütün tekil bilimleri kapsadığı gibi, öteki ana bölümlerle arasındaki sınır belirgin olarak ortaya koyulabilmiş değildi. Bu yarı kaotik ve dizgesiz kütleden birçok tekil bilim doğacak, felsefe ile din ve sanat arasındaki ilişkilerde sınırlar daha belirgin hale gelecek ve sonuçta varlığın ve bilgisinin kaotik kütlesinden, bütün kütleyi bütünlüğüne göre bölen ve bu bölümleye uygun birliğe geri getiren bir sistem-dizge ortaya çıkacak, ama bu yapının temellerini oluşturan ana kavramların anlam alanında ki konumlanmaları değişmeden aynı kalacak!! Bu sonuç ortaya çıkanın, anlaşılmaz olarak çıkmasını zorunlu kılar. Yeni sistem-dizge, bağların yeniden oluşması ve yeni bağlar oluşması demektir. Kavram bağlarının değişmesi ise kavramların yeni ilişkilerdeki anlamlarının ortaya koyulmasını gerektirir. Bu yapılamaz ise bilimin kütlesi bulanık halini sürdürür, aradan uzun yıllar geçse de. Bu bulanık görüntünün belki de en önemli nedeni; dizgenin kuruluşu öncesi, felsefe, mantık, metafizik kavramlarının kendi aralarındaki sınırların her birinin netliğini ortadan kaldıracak ölçüde yitmiş olması idi. O güne kadarki felsefi yazınsal kütle için felsefe mi, metafizik mi, tekil ya da tikel bir alanın felsefesi ya da mantık mı, bunların hepsi söylenebilir ya da aynı haklılıkla söylenmeyebilirdi. Hegel'e bakarsak Kantın 'Arı Us'çalışması mantık çalışmasıdır, Kant gözünden bakılırsa Hegel’in lojik çalışması metafizik bir çalışmadır ve tabii hepsine birden felsefe demek her ikisi açısından da sakıncalı görünmez (Bu karmaşık kullanım birçok filozof için de geçerlidir). Ama bu kavramların böyle birbiri içinde özerkliklerini kaybetmiş hallerinin özensiz kullanımları pek çok sakıncasının ortaya çıkmasına yol açmaz mı? Mantık biliminde Hegel'den bu kavramlar arasındaki karışık ilişkilerin ortadan kaldırılmış olmasını beklemek haksızlık mıdır? Mantık bilimi kitabında bu karmaşanın sürmesinin, Hegel'in devriminden beklenebilecek etkinin sönük kalmasında rolü yok mudur? Ayrıca mantık biliminin bu halinin, felsefeye ilgi duyanları, daha kolay anlaşılır ama logosun özünden uzak temaların araştırılmasına doğru ittiğini düşünemez miyiz? Kuşkusuz felsefeye ilgi duyanların, logosun ilineksel yanlarına doğru yönelmeleri ve kolayın çekiciliğine direnememeleri, logosun ortaya çıkış sürecinde içinden geçmek zorunda olduğu bulanık aşamanın suçu değil ama sonucudur. Her türlü pozitivizm, her türlü analitik ve her türlü soyut metafiziğin, bu ölçüde felsefi ilginin geniş alanlarına yayılması, mantık biliminin içine girilememesi ve zor anlaşılır olması ile de ilgilidir. Anlaşılmada zorluğun itici etkisinin yaygınlığı ve çekiciliğinin azlığı, mantık biliminin henüz bulanık halinin bu güne dek değişmeden kalması sonucunu doğurmuştur. Nedeni ne olursa olsun mantık biliminden bu kaçış, 1850’lerden bu yana yirminci yüzyıl ve sonrasında felsefi uğraşı logos'un merkezinden uzaklaştırıp, kıyıda köşedeki birçok konunun merkeze taşınmasına ve öznel düşüncelerin ürünü olmaktan öte bir anlam taşımayan bir sürü felsefe türünün ortaya çıkmasına, gerçek felsefe olarak ortaya sürümesine ve yazık ki benimsenmesine yol açmıştır. Böylece logosunun biliminin bu en gerekli bilimin yerine, öznel felsefeler doluşmuş ve nerede ise tüm alan ikinciler tarafından işgal altına alınmıştır. Bir kavramın herkese göre anlamı değişiyorsa bu kavramdan daha değersiz bir kavram olmaz ve gerçekte böyle bir kavram olmaz. Ve bütün dünya akademik felsefesi bu anlamda saçmalığın içinde yüzerken bilim yaptığını sanacak kadar kendinde habersizdir. Böyle bir çıkarım hadsizlik, ukalalık, kendini bilmezlik, saygısızlık gibi görülecektir. Ama zamansal olanın, pozitif olanın popüler baskısı altında ne kadar çok basit gerçekler yıllarca yitik kalmıştır, tinin geçmişinde bundan daha çok ne vardır? Bütün ortaçağ boyunca, ya da ondan önceki çağların bilinci ne çok yalın gerçekliği boğup öldürmüştür ve bu basit gerçekliklerin dirilmesi için popüler olanın etkisinin geçmesi ne kadar çok beklenmiş ve belki de ukalalık etme çekincesi ile gerçeklik ne kadar çok ukalalara bırakılmıştır. Bu gün felsefe kavramının herkese göre farklı bir anlamı var görünüyor. Herkese göre anlamı farklı olan bir kavram olamaz, çünkü her kavramın bir varlığı temsil etmesi zorunludur ve bir varlık herkese göre başkalaşan bir varlık olamaz. Binlerce ayrı anlamı olan aynı kavram binlerce ayrı varlığı gerektirir, bu ise saçmadır. Herkese göre anlamı farklı olan bir kavram olmaz çünkü bir kavram bir varlığa denk gelir. Herkese göre farklı olan bir varlık olama, ama bu gün felsefe kavramının herkese ve disipline göre bir farklı anlamı vardır. Bu iki yargının uylaşımını aramak usdışı değimlidir, ya da ussal mıdır? Yoksa us diye bir şey yok mudur? Hem değişmez saltık bir bilimden söz edeceğiz-logos-lojik- ve bu bilimi felsefe olarak adlandırmaktan kaçınmayacağız, hem de bu mutlak kavramı bin bir tür öznel görüşe açık bırakacağız. Bu tutumun sonucu her şeyin ayrımlarını ortadan kaldıracak ölçüde birbirine karıştırılmasıdır. Varlığın dizgesi kavramsal dizgeye, kavramın dizgesi varlıksal dizgeye dayanmalıdır ve dizge bilgi olarak, ikisinin birliği olmalıdır. Çünkü “düşünce ile şeylerin düzeni ve bağıntıları aynıdır” Ya da “ussal olan gerçektir ve gerçek olan ussal olandır”, bunun başka bir ifade ile gerçek olan vardır ve var olan gerçektir”. Hangi kavramın nerede durduğunu çıkardığımız yer varlığın ve onun eşlemi olarak düşüncenin dizgesi olmalıdır. Dizge içine girmeyen her kavramı şüphe ile karşılamak zorunludur ve bir kavramdan şüphemiz varsa ya o kavramın dizge içinde yerini göstermeli, o kavram dizge içinde zorunlu bir yeri olmamasına karşın dizgeye sokulmuşsa, onu dizgeden çıkarıp yerine yollamalı ya da boş kavramsa onu boşluğa bırakmalıdır. Mantık biliminde ki bu sorunu daha yakından görmek için Hegel’in dizgesinin kök yapısını ele alalım ve sözünü ettiğimiz kavram kargaşasının nasıl daha orada başladığını görmeye çalışalım. Küçük Mantık'tan dizgeye ilişkin bölümü aktaralım. "Böylece bilim üç bölüme ayrılır: 1- Mantık (yani lojik), kendinde ve kendi için ideanın bilimi. 2- Doğa felsefesi, başkalığı içindeki ideanın bilimi, 3- Tin felsefesi, başkalığından kendi içine geri dönen İdeanın bilimi." “Böylece bilim üç bölüme ayrılır” cümlesinde Türkçe bilim sözcüğünün eş anlamlı Yunancası olan Logos sözcüğünü kullanırsak cümle şu hale gelecektir. 'Böylece logos üç bölüme ayrılır'. Çünkü üçe ayrılan bilgiden önce varlıktır, varlık logostur ve varlık olarak farklı kiplerdedir. 1- Mantık, (logos- lojik) yani bilimin bilimi. (Biz bu adı, temsil ettiği kavram olarak şimdiye kadar kullanımının nesnesine uygun olmaması nedeniyle yerine Logos-lojik öneriyoruz) 2- Logosun doğada açınımı olarak doğa bilimleri. 3- Logosun insani ve toplumsal alandaki açınımı olarak tin bilimleri. Burada bölümlere ayrılanın bütün olması ve en evrensel olması zorunlu olduğu için- yoksa bölünemezdi- bölünen Logostur. Logosun en evrensel ve Bir olduğu tanımından ortaya konmuştu. Logos tözdür. Kendini ortaya koyuşunda ideadır. İdea soyut logosun somut biçim kazanmış kipidir. Şimdi bilim kavramının yerine onun orijinal Yunancasını yazalım. İlkin Logos’ un kendinde ve kendi için hali koyulur. Logos-lojik Logosun tikele bölünümü aynı zamanda varlığın kip olarak ikiye bölünümüdür. Ama kendi kipinde kalmak şartı ile. Doğada logos Tinde logos. Hegel bu bölümlerin tikel nesnelerinin başına “felsefe” kavramını koyar. "Tin Felsefesi" ve "Doğa Felsefesi". Bu tam bir koyuştur, nereden çıktığı, niye buraya girdiğinin hiç bir açıklaması yoktur. Tıpkı elamanları arasında zorunlu bir bağlantı olması gereğine karşın, bir yasanın ifadesi olan bir formül içine, öteki elemanlarla ilişkisi belli olmayan bir elamanın konması ve tüm formülü bozması gibi. Bölümlemede bölünenin olması zorunludur ve bölünen logos’tur. Öyleye tikel olarak bölünende doğal olarak bölünenin adı ve tikelin adı olmalıdır. Çünkü içerik ikisinin birliğidir. Ve kavram içeriği temsil ediyorsa bu birliğin ifadesi zorunludur. Öyleyse felsefe kavramı bu birliğe nasıl girer. Hangi ihtiyaçtan doğar, hangi boşluğu doldurur. Logos kavramının bir eksikliği vardır da o yüzden mi felsefe kavramı onun yerine tercih edilir. Hiç birisi değil. Logos kavramının tekil ile birleşimi zeminden gelir; ama daha derin zeminde ayrıca bir de felsefe kavramı mı vardır? Bu saçmadır, çünkü saltık zemin logostur. Sorun salt bir adlandırma sorunu değildir. Logosun alanında adlandırma ile içerik arasındaki birlik, başka alanlara göre çok daha fazla gereklidir. Çünkü adlandırmada kullanılan kavramlar içeriğe girer ve içerik kavrama göre biçimlenir, yani kavram içeriği taşımıyorsa kendi içeriğini gerçekliğe katar ve gerçekliği o ölçüde, karıştırır, bozar. Felsefe kavramının yüzlerce tanımı vardır bu yüzden bu çok belirlenimlilik- yüzlerce tanım aslında belirlenimsizliği gösterir- sabit öğelerden kurulu bir dizgenin içine sokularak dizgeye kendi belirlenimsizlik karakterini yerleştirir. Ve nesnel olması gereken dizge, felsefe kavramı yoluyla sonsuz öznelliğe açık hale getirilir. Gerçi Hegel felsefe kavramını kendine göre tanımlar ve bu tanımda herkese göre bir tanım değildir. Ancak Hegel’in felsefe kavramını tanımlarken ona yüklediği aynı içeriği logosa da yükler. Felsefe tanımına yüklediği aynı içerik bazen felsefe, bazen logos ve hatta bazen metafizik kavramına da yüklenir. Böylece felsefe kavramının Hegel'e özgü tanımının değeri kalmaz. Burada Kullanımına bakıldığında felsefe kavramı dizgedeki bu üç bilim türünün üstünde ve sanki onların çatısıymış gibi bir anlam kazanır. O zaman logos’un yanında ikinci bir saltık çıkar ki, saltık özü gereği iki olamaz. Tektir. Felsefe kavramı bu konuma koyulduğu zaman, bilimlerin bilimi olmalıdır ki, bu çekici özellik kavramın nesnesi sorgulandığında ki; içerik nesnededir- karşımıza bir şey çıkmaz. Böylece felsefe kavramı dizgenin ortaya çıkmasından önce logos-lojik yerine kullanılmıştır ki, bu kullanımın yersizliği dizgenin kurulumundan sonra ortaya apaçık çıkmıştır. Çünkü dizgede onun yer alabileceği ona ait açık bir yer yoktur. Öyleyse felsefe kavramının Mantık bilimindeki ve dizgedeki bu yanlış yeri dizgenin tamamlanma aşamasında ya da oluş aşamasında dizgesiz düşünmenin ortaya çıkardığı bir şeydir ama vardır. Yazının öncesi : ÖZGÜRLÜĞÜN ZEMİNİ, OLANAGI VE TÖZ İLE BAĞLANMASI Yazının devamı : TEKİLDEKİ LOGOSTAN KENDİNDE LOGOSA İLERLEME
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|