|
|
ÖZGÜRLÜĞÜN ZEMİNİ, OLANAGI VE TÖZ İLE BAĞLANMASIKategori: Felsefe | 0 Yorum | Yazan: Çoşkun Özdemir | 02 Nisan 2023 08:50:00 Homo Sapiens'in dışsal olanı dönüştürmeye ve kendinin kılmaya dönük erekselliği temelde yalındır ve varoluşla bağlıdır, ya da varlığını sürdürmeye. Burada kullanılan yeti biçim olarak anlaktır. Bu moment, hayvanla Homologos arasında orta terimdir. Öznenin, bu orta terimi, yani anlağı, anlama kabiliyetini, logosun sezgisinin farkına vararak dönüştürmeye ve hayvandan öteki uca doğru, kurgul-diyalektik olana doğru edimselleştirmesidir ki, insanı Homologos ereğine ve umuduna ilerletir. Bu ilerleyiş içtedir, içten içedir, bir bilinç biçiminden bir bilinç biçimine, ya da daha doğrusu salt anlayış biçiminden kavrayış biçimine yükseliştir.
Nesne ile ilişkinin sonucu bakımından anlayış, anlak nesneyi dışta bırakır, kavramak onu içe alır; nesneyi dışta bırakan anlayışın özneyi, paradoksal bir görüntü ile nasıl nesneye bağımlı kaldığını ve nesneyi içe alışın, kavrayışın, yine paradoksal bir görüntü ile özneyi nesne karşısında nasıl özgür kıldığını aşağıda irdeleyeceğiz. Rousseau’nun, “İnsan özgür doğar” yargısında yüklemin öznede, yani özgür oluşun insanda dolaysız kapsandığı varsayılır. Burada kendinde kavramla onun edimselliği birlik içinde ve süreçte düşünülmek yerine birbirinden kopuk koyulur ve edimsellik Yargı dışında kalır ve böylece Yargı dışarıda bıraktığı edimselliğin boşluğu nedeniyle boş bir yargı olur. Hegel’in 'tinin ereği özgürlüktür' önermesinde ise öznenin özgürlük yüklemi ile bağı dolaysız değil, ereğe dolaylıdır, erekle bağlıdır. Özgürlük Tin’e verili, peşin olarak verili değil kazanılabilirlik olarak verili ve erektir. Bu kazanılabilirlik, olanak olarak, düşüncenin kendinde de kapsanır ve yalnızca kendinde düşüncede kapsanır. Edimsel (fiili) olarak ise kendinde düşüncede kapsanan şeyi ya da düşüncede kendinde olarak bulunanı bizim için kıldığımız zaman insanın özgürlüğü edimselleşmeye başlar. Bu sürecin açınımı üzerine dönersek, ilkin özgürlüğün erek olarak konması yeterli değildir, bu erek edimselleşmelidir. Konu özgürlük olunca erek olarak konulan şey elde edilmeden bilinemez. Öyleyse özgürlüğü bilmek ile elde etmek aynı sürecin iki ayrı sonucudur. Asıl olan ereğin, içinde hedefe doğru gittiği bilinç tipinin, içine girdiği nesneleri yöneten ve yönlendiren bilinç tipi ile yani logos ile aynı tipte ve kipte olma zorunluluğudur. Özne ve nesnenin aynı tip ve kipte olması sonucu, başka bir deyişle töz’ün iki yandaki varlığının da aynı kipte olması dolayısı ile iki yanın ayrımının ortadan kalkması ve iç içe geçerek Bir’e dönüşmesi özgürlüğün koşulu değil ama zeminidir. Özgürlük basmakalıp söylemlerde dile geldiği gibi; insanın düşündüğünü ve dilediğini yapabilmesi, istediğini düşünmesi ya da düşündüğünü söylemesi ya da insanın başkalarının haklarını çiğnemeden istediğini yapabilmesi vb. değildir. Öyle olsaydı insanın onu kazanma gibi bir sorunu olmaz ve her insan özgür olurdu, çünkü yukarıdaki koşullar herkes tarafından sahip olduğu doğal bilinç biçimi ile gerçekleştirilebilir şeylerdir. İstediğini düşünme hiç kimsenin elinden alınabilir bir etkinlik değildir ve düşündüğünü söyleme özgürlüğü siyasal alan dışında çoğu zaman kısıtlanmış da değildir. Özgürlük siyasal alanla sınırlı bir kavram değildir, insanın dışında, karşısında var olan her şey ile ilgilidir. Siyasal alanda bile birçok zaman ve birçok insan için, istediğini düşünme ve düşündüğünü söyleme binlerce yıldır yapılan ve yapılabilir bir şeydir. En azında yönetici kesimler her zaman düşündüğünü söyleyebilme özgürlüğünü taşımalarına karşın özgür olmuş değildirler. Bu nedenle ne her düşünen özgürdür ne de her düşündüğünü söyleyebilen özgürdür. Bu tanımlar özgürlüğün dışsal yanı ile ilgilidir. Kuşkusuz bu dışsal yan önemsiz değildir ama kavramın içine kadar götürmez. Özgürlüğün engelleyicisinin dış yetkeler olduğu savı özgürlüğün biçimi ile ilgilidir, özü ile değil. Dış yetke ortadan kaldırıldığı zaman özgürlük kendiliğinden doğan bir durum değildir. Öyle olsa idi özgürlüğü elde etmek pek kolay olurdu. Özgürlük dışsal değil içsel edimselliğin sınırlanmamasıdır, çünkü özgür olmayan ve özgür olması hedeflenen o içtir, için belirlenimidir, düşüncesidir. Özgürlüğün içselliğinden anlamamız gereken onun engelleyicisinin salt içeriden içgüdüler ya da ego olduğu anlamına gelmez. İçgüdülerin ve öteki kaba ihtiyaçların dürtüsünün egemenliği özgürlüğün esastaki engelleyicisi değildir. Özgürlüğe içsel gibi görünen kör güdüler gerçekte özgürlük kavramına dışsaldır ve özgürlük üzerinde öteki dışsallıklar kadar etkilidir. Özgürlük kavramının içine doğru ilerlemeden önce sözcüğün kapısı olarak adlandırabileceğimiz etimolojisini kısaca inceleyip oradan, kapıdan içeri girelim. Ö sesi Türkçede düşünmek fiilinin köküdür ve ÖZ kavramı bu kökten türemiştir. Ö köküne iz ekinin bağlanması sırasında i düşer ve ö-iz sözcüğü, öz sözcüğüne dönüşür. Tekrarlarsak Ö, anlam olarak, düşünme eyleminin kök sesidir. Böylece, Öz sözcüğünün düşünce, idea anlamına gelmesi, yani bir şeyin öz'ünün onun düşüncesi-ideası olması, Türkçenin düşünceye sunduğu olağanüstü bir üstünlüktür. Daha ilk adımda bilinecek nesne görgül kipten düşünsel kipe çevrilir ve bu çevirme işleminin ortaya çıkaracağı anlamayı engelleyecek birçok güçlük ortadan kalkar. Her dilde düşünmeyi kolaylaştıran sözcükler vardır, ama ister rastlantı olsun, ister sözcüğün ortaya çıkışında parlak bir us işbaşında olsun herhangi bir sözcüğün değil, düşünce sözcüğünün bizzat kendisinin öz ile böyle kavramsal bir bağıntı içinde bulunması düşüncenin akışının önünü büyük ölçüde açar. (Bizim bu üstünlükten haberimizin olmaması ve bu nedenle, dilin kendinde üstünlüğünden yararlanamamamız, düşünce tembelliğinde ne derece ileri olduğumuzu gösterir). DÜŞÜNMEK, ÖZÜN BAŞKA ÖZLER İÇİNDE İLERLEMESİ. Özgürlük, insan düşüncesinin, yani insan özünün öteki şeylerin düşünceleri yani özleri içerisinde engelsizce ilerlemesi, "öz öze gelmek". Bir şeyin düşüncesi onun özü, bir şeyin özü onun düşüncesidir.(Tanımın güzelliğine bakar mısınız? İnsanın haykırası geliyor, ne kadar estetik bir tanım!). Bileşik sözcük olarak Özgürlük, etimolojisinden bellidir ki, özün gürlüğüdür (kuvvetidir). Özgürlük insanın karşısında var olan bir şey tarafından sınırlanmaması ve sınırın ötesine geçişi demektir (elbette bu sınırlar sırf dışsal sınırlar değil, insanın oluşmuş düşünceleri olarak içsel birikiminin oluşturduğu kütleyi de kapsar). Sınır hem insanın verili halinin hem de karşısındaki nesnenin sınırıdır. Sınırlama insanın karşısındakinin karşısında var olarak devam etmesi demektir. Sınırın aşılması, birinin değil her ikisinin de sınırının aşılmasıdır. Bu nedenle sınırın aşılması sırf önde duranın sınırının değil insanın onun karşısında duran olarak kendi sınırının aşılması demektir. Çünkü sınır bir olsa da ona sınırı olan ikidir. Karşısında bulunan kendine karşı olmaktan çıktığı zaman, insanın kendiside eski kendi olmaktan çıkmıştır. Karşı diye bir şey kalmadığı zaman iki karşıt birden yok olmuş ve ötekileri kapsayan bir oluşmuştur. Sınır ortadan kalkmıştır ve şimdi karşıda var olan insanın kendisidir. Ve insanın kendisi karşıda var olandır. Karşıda bulunan insanın içine alınmış ve insan kendi eski halini olumsuzlamış karşısında bulunanı da olumsuzlamış ve şimdi kendinin ve karşısının değişmiş ve bire indirgenmiş kipi olarak iki olan bire inmiş ve böylece sınır ortadan kalkmıştır. Oluşla ortaya çıkan belirli düşünce, iki başka belirlenimi belirli yokluk olarak taşıdığı ölçüde belirli varlıktır. Bu oluş, düşüncenin kendi soyutluğunu yok ederek bir şeye belirlenmesi ve karşıtını da yok ederek içine alışı, karşıtının ideasını içine alması anlamına gelir, yoksa onu fizik olarak yok etmek anlamına değil. Ve sadece düşünce karşıtını kendine çevirebilir ve kendini karşıtına, (düşünce sonsuzluğu ya da sınırları yok etme yetisi, yeterliliği, ya da yeterli özelliği, özgürlüğün hem zemini, hem aracı, hem gereci, hem ereğidir) bu, tözün iki kipinin, birbirine dönüşünün olanaklılığı ve düşüncenin bu olanağı edimselleştirebilme yeteneğinin becerisidir. Ama bu çevirme işlemi doğal bilincin yeteneği içinde değildir. Öyleyse bu işlemin yapılabilmesi ve dolaysı ile özgürlüğün elde edilmesi için her insanın doğal olarak sahip olduğu bilincin yerine logosa uyumlu bilinç tipi, ya da logosun kendinde bilgisini içeren bilinç kipi geçirilmelidir. Bu bilinç biçimine diyalektik kurgul biçim, ya da köke bağlı kalarak adlandırırsak LOGOSTİK yöntem, yani logosun işleyiş biçimi, bu bilinç biçimini işletebilen insana ise HOMOLOGOS diyebiliriz. İnsanın gerçekte içinde yaşadığı dünya fiziksel değil tinsel alandır. Fiziksel alanda yaşayan içgüdüsel yanımız ya da tinsel olmayan yanımızdır ki, bu doğal yanımız hayvandır ve bizim ilgimiz bu yan üzerine değildir. Kuşkusuz insan yanımız için fiziksel biçimler yok değildir, her ne kadar salt tinsel olan büyük bir kültür birikimi fiziksel değil tinsel olsa da. Bu yanı ile insanın güdüleri dışında hiçbir eylemi ve aktivitesi yoktur ki gereci tinsel olmasın. Kendisi farkında olmasa da insan kendi karşısında her şeyi tinsel bir biçime dönüştürerek onunla bağ kurar. Anne, baba, kardeş, komşu ve toplumsal ilişkilerin öteki boyutlarındaki gerek kişisel ilişkiler gerek kurumlarla ilişkilerin tümü tine çevirdiğimiz kişiler ve kurumlarla olan ilişkiler halini alır, bütün sosyal ilişkilerin tinsel olması demek, her öznenin kendi dışındaki toplumsal ilişkilerine giren, oraya alınan, oradan atılan ya da şu ya da bu ölçüde değiştirilen varlıkların tinsel halidir. DÜŞÜNCE Mİ İNSANI YÖNETİR, İNSAN MI DÜŞÜNCEYİ Eğer insanın en değerli yanının, ya da özünün düşünce olduğu kabulü boş bir kabul olmayıp gerçekten kavramına uygun, bilinçli bir benimseme olmuş olsaydı, o zaman, herkesin en başta ve en fazla çabasını kendi özünü, düşünme yeteneğini geliştirmeye, iyileştirmeye harcaması gerekirdi. Çünkü insanın bütün tinsel eylemlerini yöneten yönetici kendi düşüncesi olunca; düşünme yeteneği gelişmemiş ise yöneticisi kötü olduğu için bu kötü yöneticinin yönettiği işlerin sonuçları da kötü olacak, yok eğer düşünme yeteneği gelişmiş ise, eylemlerini yöneten yönetici işleri iyi yöneteceği için, iyi yönetimden iyi sonuçlar elde edilecektir. Kısacası az düşünce az insan çok düşünce çok insan. Düşüncenin bizi yönettiği gerçektir ama her gerçeklik gibi, gerçeğin yalnızca bir yanıdır. İkinci yan düşüncenin bizi yönettiği gibi bizim de, düşünen olarak düşünceyi yine düşünce yolu ile yönettiğimizdir. Çünkü düşünce bize pratik bir uygulamayı yönetmek üzere hazırlanmış bir biçimde verili değildir. Düşünce önce gereçtir ki, örgütlenerek araç ve amaç rollerine de girer, ya da o rolleri kazanır. Bir kimse tarafından yönetilmediği zaman düşüncenin içeriği soyut bir boşluktur. Düşüncenin boş ve içeriksiz bir şey olmaktan çıkıp belli bir düşünce olabilmesi için bizim tarafımızdan soyut düşünce parçaları örülerek yapılandırılmalı, başkaları tarafından yapılandırılmış olsa bile bizim tarafımızdan anlaşılmalı ve onaylanmalıdır. Öyleyse düşüncenin bizi yönetmesi aynı zamanda bizim onu yönetmemiz demektir ki, ortaya çıkan ve etkinlikte uygulamaya giren düşünce, bu iki yanının tek bir yapıya dönüşmesinden oluşur. Düşünce bizi yönetmeden önce nasıl bir boşluk ise biz de düşünceyi yönetmeden önce düşünce bakımından yalnızca bir potansiyelizdir. Öyleyse düşünme iki yanlı bir eylemdir, bir yandan boş olan düşünce bir “ben” tarafından bir biçime sokulur, öte yandan belli bir düşünce bakımından belirlenimsiz olan “ben” de, düşünce tarafından bir biçime sokulur. Ortaya çıkan belli bir düşünce, belirsiz benin ve belirsiz düşüncenin ortadan kalkması ve şimdi belli bir düşünce ve aynı zamanda belli bir ben olmasıdır. Denilebilir ki, düşüncenin oluşunda düşünce ve insanın biri özne bir nesne değil her ikisi de hem özne hem nesne kılığına girer çıkarlar. Düşünce özne olarak insanın varsayımlarını, ilgilerini “nesne” olarak kabul ederken, ayını süreçte insanda düşünceyi nesne olarak kullanır ve onu bir şekle sokar. Bu rol değişimi süreklidir. İki yan da aktiftir, iki yan da değiştirici ve dolayısı ile oluşturucu ve aynı derecede değişen ve oluşandırlar. Ve ortaya çıkan her düşünce bu iki yanın değişmiş ve bire inmiş ama ikiyi kapsayan kipidir (hali). Bu bire indirgeme işlemi, biz ve düşünce olarak ikiye bölünmüş kipin, bölünmezden önceki birliğine, kipine geriye doğru ilerleyişidir. Bu ilerleyiş bizim, sürece öznellik olarak başlayıp, süreçte öznelliğimizi nesnellik içinde yok edip kendimizi ortadan kaldırıp düşüncenin salt nesnellik kipine dönüşmesidir. Başlangıçta kendinde ve kendi için olan, şimdi bizim tarafımızdan bizim için kipine dönüştürülmüştür. Bu yeni birlik başlangıçta ereğimiz olan şeydir ki, kendinde ve kendi için logostur (tanrıdır). Bizim düşünceyi yönettiğimiz gerçekse, yönettiğimiz şeyi bilmemiz gerekecektir. Bilinmeyen şeyi yönetmek olanaksızdır. Çünkü yönettiğimiz şey bilinmeyince yönetilebilir olmaktan çıkar ve konumlar yer değiştirir, yönettiğimiz bizi yönetir. Düşünceyi yönetebilmek için düşünceden başka bir şeye sahip değiliz. Başka bir deyişle nasıl düşünce bizi düşünce yolu ile yönetiyorsa biz de düşünceyi ancak düşünce yoluyla yönetebiliriz. Çünkü araya bizim tarafımızdan sokulan düşünce dışı bir şey (duygu, inanç, amaç ve başka kılıklarda ön yargı öğeleri) girdiği anda ortaya çıkan ve düşünce kılığına girmiş başka bir şey de bizi yönetecek ve bu arı (saf) olmayan düşünce biçimi sürecin ve dolayısı ile sonuçta ortaya çıkan saflığı bozacaktır. Bizi yönetmesine onu yöneterek izin verdiğimiz ve insan olarak onsuz hiçbir şey yapamayacağımız ve o olmazsa bir insanda olmayacağımız ve böylece en değerli varlığımız haline gelen düşünce nedir? Bizim dışımızda nesnede iş başındayken, işini, oluşunu dışarıdan müdahale olmaksızın nasıl yürütür. Hiç kuşkusuz düşüncenin tekil bir nesnedeki diziliminden değil, düşünce olarak düşüncenin diziliminden söz ediyoruz. Çünkü herhangi tekil bir nesnenin ussal dizilimi kendine özgüdür ve öteki nesneleri kapsamaz, eğer tekil bir bilimin dizilimini kavramakla, düşüncenin genel dizilimini de kavrıyor olsaydık işimiz çok kolay olurdu. Tekil bilimle uğraşan herkes düşüncenin diziliminin yasalılığı olarak Logos-lojiği kavramış olurdu ve bilgelik kısa yoldan kazanılırdı. Böyle olmadığını o kadar açık görürüz ki, herkesin bir işi, mesleği, tekil bir alandaki uzmanlığı varken ve herkes yaptığı işin ussal olarak işlemesinin yasalarının eğitimini alıp onu usa uygun olarak uygularken, aynı kişiler bir tekil alanın değil, genel olarak düşüncenin kendisinin, usun yasalarının işleyişi konusunda bilgisizdirler. Eğer her tekil uğraş sahibi kişi, yani uzmanlaşmış kişi aynı zamanda düşüncenin kendinde yasalarının bilgisi demek olan logosun bilimini elde ediyor olsaydı, herkesin kendi kendine işleyen bir lojiğe, yani mantığa sahip olması gerekecekti ki, böylece herkesin bu konuda hiçbir çaba serf etmeden filozof olması gerekecekti ki; bu düşüncenin olgusal karşılığı olmadığı açıktır. Bizim peşinde olduğumuz şey, kendinde Us olarak düşüncenin bilimidir; nesnel logosun bilimi. Bu bilim nedir ve onu nasıl elde ederiz? İnsan için bu bilimden daha değerli bir şey olmamasına karşın, yazık ki gene de insan ve toplumlar büyük bir çoğunlukla bu basit ve doğal sorunun ya fakına varamaz ve bu soruyu sormaz, sorsa da yanıtın peşi sıra gitmez. Bu sonuç; bütün bilmenin aracı, amacı ve sonucu olan usun kendisini yetkinleştirmek gibi, en yüksek amaçtan habersiz ve bu nedenle yoksun olma durumu insanın en dramatik yanlarından biridir. “Mimarların ve hekimlerin kendi mesleklerinin ilkelerine, insanın yaşamını yöneten ilkeye, tanrılarla paylaştığı akla duyduğundan daha çok saygı duymaları şaşılacak bir şeydir.” Yazının öncesi HOMO SAPIENSTEN HOMO LOGOS'A Yazının devamı : ÖZGÜRLÜĞÜN ZEMİNİ, OLANAGI VE TÖZ İLE BAĞLANMASI
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|