|
|
Türkiye-Suriye Gerginliği ve İslam Dünyasında Mezhep Çatışmalarının Arka Planı Üzerine Değerlendirmeler (2)Kategori: Makale | 0 Yorum | Yazan: Prof.Dr. Şahin Filiz | 10 Haziran 2014 07:37:31 Sünni-Şii kavgası, Halife Osman’ın öldürülmesiyle başlar. Ancak Müslümanlar arasındaki kavgaların tarihi Hz. Muhammed’e vahiy gelmesinden itibaren başlar; mezhep kavgalarına dönüşerek Şii-Sünni çatışmaları adını alır. Temelinde ekonomik paylaşım ve siyasi çıkarlar vardır. Kavgalar, inanç ve ibadet farklılıkları bahane edilerek hep yönetim erkini ele almak ya da elde tutmak amacıyla ortaya çıkmıştır.
Kıyasıya çatışmanın tarihsel temellerine bakarsak şöyle bir manzarayla karşılaşırız: Dinler doğası bakımından insan yerine Tanrı’yı ve O’nun emirlerini; akıl yerine duyguyu, bilgi ve bilim yerine inanma ve amentüyü esas alır. İslamiyet bağlamında değerlendirecek olursak, İslam tarihi genellikle akla karşı mücadelenin tarihidir. İnsan aklıyla çatışmak, insan ve onun dünyasal yaşamıyla, deyim yerindeyse, insanın günlük yaşamıyla kavgalı olmak demektir. Burada akıl ve bilgi ile savaşan Tanrı değil, O’nun adına gönderildiğine inanılan bir dizi dinlerdir. Bu da düşünme ve tartışma ortamını yok eder. Sonuçta akıl ve bilimin ürünü olan bilim, kültür, dil, sanat ve felsefe -1965 yılında idam edilen Müslüman Kardeşler’in teorisyenlerinden Seyyid Kutub’un açıkça ifade ettiği gibi-dine ve inanca düşman ilan edilir. İnsana ve ona ait değerlere düşmanlık demek, dünyaya ve yaşama karşı savaş açmak demektir. Ne ki insan hangi dine inanırsa inansın, tüm insanlarla birlikte paylaştığı temel yaşam koşulları ile yüz yüzedir. İşte Sünni-Şii bağlamında bir çok mezhebin kendi aralarındaki “Müslümanlık yarışı”, bu ortak ve zorunlu insani ihtiyaçların zorunlu olarak paylaşılmasının “gayri İslami” hayat tarzına kaymak gerekçesine dayandırılmaktadır. Adeta “daha az insanilik” ile “ daha çok Müslümanlık” birbirine kökten ters düşen seçenekler olarak sunulmaktadır. Laiklik ve sekülarizme mesafeli duruş, bu çatışmanın doğal sonucudur. Tanrı’dan başka, dine ve dinle ilgili söylemlere olağanüstü kutsallık ve soyutluk atfedilmesi, dinin, dünya koşullarında insanın dünyasal ihtiyaçlarına yanıt veremeyecek bir gizeme ve yüceliğe büründürülmesine sebep olmaktadır. Böylece din, sıradan bir insani hayata uygulanması mucizeleşen ütopik ilkelere dönüşmekte; dine uygun yaşamaya kalkan kişiler, bunun imkansızlığı karşısında, kendi kendisiyle çatışmakta, bu çatışmayı da, kendinden daha fazla “dünyalı” gördüğü dindaşına yansıtmaktadır. Peki neden öncelikle başka din mensuplarına değil de kendi dindaşlarına bunu yapmaktadır? Elbirliğiyle yaşanamaz bir ütopya haline getirdiği dini, doğal olarak kendi de yaşayamadığından; kendi gündelik hayatına aktaracak bir normallikten çıkardığından bunun öcünü, bazen “İslam’ı tebliğ”, bazen “sürekli günah avcılığı” ve bazen de “cehennem ve şiddetli azap vaadi” kavramlarına sarılarak dindaşından almaktadır. Bu kavramlarla hem kendini rahatlatmakta, hem de sıradan bir insan gibi yaşayamamanın verdiği mutsuzluğu, muhatabına yansıtarak ihmal ettiği dini yükümlülükleri kolay yoldan yapmış olmanın huzurunu duymaktadır. Muhatabını din adına ne denli huzursuz eder, ona ne kadar çok dünyayı yaşanamaz hale getirirse o oranda “daha çok Müslüman, daha az insan” olduğunu sanmanın mutluluğunu yaşamaktadır. Bu davranışlar tabii ki siyasi, ekonomik ve kültürel bir takım sferlere aktarılarak meşrulaştırılır. Meşrulaştırma, “dini daha iyi anlamak ve yaşamak” yarışında sürekli diğer dindaşlarından önde olduğu psikozuna kadar uzanır. Burada Şiilik tarihsel süreç içinde, bilim,sanat, felsefe ve edebiyat alanlarında Sünnilikten daha şanslıdır. Şanslı ve hatta önde olduğu diğer bir nokta, örgütlü ve sağlam bir geleneğe sahip olmasıdır. Kilise ve ruhban sınıfları olmasa da bunların yerini tutabilecek ruhani liderleri, geçmişten bu güne süregiden “imam” kültü ve mehdi inancı vardır. Başka bir deyişle, Şiilik Sünniliğe göre daha kurumsaldır; dini konularda kutsanmış geçmişe ait “imamlar” ve bunların halefleri olan dini liderleri vardır. Bu da en azından kendi içinde denetlenemez bir parçalanmışlığa karşı dirençli olduğu; dini konularda “muhatap” bulabileceğiniz anlamına gelir. Sünnilik böyle değildir. Ne dini liderleri, ne “imamlar” konseyi” ne de ruhani liderleri vardır. Genellikle siyasi iradeyi ve erki elinde tutan taraf olmasının verdiği tarihsel avantaja bağlı olarak, dini literatürü ve geleneksel birikimi Şiiliğe göre daha zengindir. Ne var ki bu zenginlik, kısa süren İslam Rönesansı’ndan sonra Sünniliğin kendi içindeki çatışmalara metinsel gerekçe olma işlevini üstlenmiştir. Sünnilik, Katoliklik ya da Ortodoksluk gibi kurumsallaşmamıştır. Kilise kurumdur. Bir muhataptır. Ama özellikle Sünni İslam aleminde böyle bir kurum olmadığı için her mezhep ya da dini grup lideri,birbirine rakip söz sahibidirler. Bizdeki Diyanet dinsel bir kurumsallığa sahip değildir. Siyasi bir kurumdur. Siyasi bir kurumun dini konularda lider ya da muhatap bir merci olması düşünülemez. Bir an için düşünecek olsak, Diyanet’in, tüm İslam alemi değil, ancak Türkiye ölçeğinde bir “Vatikan” olduğunu öne sürmüş oluruz ki bu akla da Sünniliğin doğasına da aykırıdır. Sünnilikte dini kurumsallaşma ve dini liderler ya da ruhbanlar yoktur. Keşke olsaydı. Hiç olmazsa Şiilik ayarında bir kurumsallaşmaya kavuşsaydı. Ruhban sınıfı ve Vatikan tarzı bir yapılanma olsaydı, en azından Sünni alemde Müslümanlar, “kim daha hakiki Müslüman” kavgasına girmezler; girdikleri takdirde karşılarında hakemlik yapabilecek bir ruhban sınıfı ya da dinsel bir kurum bulabilirlerdi. Vahşete varan çatışmalar ve kesintisiz katliamlar bu çok başlılıktan ileri gelmektedir.Bu sorunu tarihte hilafet kurumu çözememiştir, çünkü o da siyasal bir kurumdur. Diğer yandan, din sonsuzluğu öngörür ve hedefini çok geniş tutar. Bilim ise hedefi ve sınırları olan bir alandır. Dindeki sonsuzluk esprisi dinsel sembol ve simgelerle somutlaştığında aynı din içinde birbirinden farklı sınırlar oluşmaktadır. Bu sınırların her biri, sırf kendisine mal ettiği bu dinsel sonsuzluk esprisini, muhatabına karşı istismar eder. Sonsuzluk esprisini sahiplenen diğer rakip sınırlar dönüp kendi sonsuzluk anlayışıyla mücadeleye tutuştuğu gibi, birbirleriyle de savaşırlar. Bu ise aynı din içinde sonu gelmez çatışmaları ve dinin ahlaksızlaştırılmasına yol açar. Sonsuzluk ruhu böylece birbirinden farklı sınırlar içinde parçalanarak aynı dinin farklı mücadelesinin aynı gerekçesi olmaya devam eder. İşte hem Şiilik ve Sünnilik, hem de Sünniliğin kendi içindeki bitmez tükenmez kıyımlar bu nedenlere dayanır. Hıristiyanlık, Batı düşünce tarihinde yüzyıllar içinde kendi sınırlarına çekilmiş; görev ve yetkileri belirlenmiştir. Din ve dünyanın nerede ve nasıl birbiriyle temas edebileceği, Hıristiyanlığın kurumsallaşması ile yerine oturmuştur. Felsefe, sanat, bilim ve siyaset kendi kulvarında gelişirken Hıristiyanlık bu insani alanlara doğrudan karışmayacak bir gelenek içine oturtulmuştur. Akıl ve bilimle boğuşmasına son verilmiş; din ve bilim kendi alanları içinde varlığını sürdürme sürecine girmiştir. Batı’daki din savaşları ve dinsel rekabet böylece azalmış; yerini bilimsel yarışmaya bırakmıştır. Avrupa bu noktaya gelmek için, akılla mücadele etmenin Don Kişot’un yel değirmeniyle savaşması kadar absürt olduğunu anlamıştır. İslam dünyası bu noktaya henüz ulaşmış değildir. Akıl ve bilime karşı hala devam eden düşmanlık, insana ve onun yapıp-etmeleri olan felsefe sanat ve bilime düşmanlığı da beraberinde getirdiğinden, Müslümanlar kendilerinden daha güçlülerle savaşmayı göze alamadıkları için, kendisi gibi zayıf ve güçsüz dindaşlarıyla savaşmaktadırlar. O yüzden Batı’ya sınırsız koşulsuz teslimiyet ile ona karşı direnememenin öfkesi arasında sıkışıp kalmaktadır. Müslümanların “Batı”dan çok “Batı yanlısı” diye nitelendirdikleri öbür kardeşlerine saldırmaları bu çaresizlikten doğar. Taraf gazetesi yazarlarından biri: “ Allah zalim Esed’i (Esed Arapça’da Aslan demektir. Oysa Beşşar Esad olmalı, çünkü Esad, en mutlu demektir.) zalim ABD eliyle cezalandıracak” demesi bunun en sıradan örneklerindendir. Oysa bizim inandığımız Allah, nasıl olur da daha zayıf zalimin yerine daha güçlü zalimin yanında yer alır? Bu zayıf zalim Müslüman’ım dediği halde, neden onu daha güçlü Müslüman bir zalimle değil de “kafir” denilen bir zalimle cezalandırmaktadır.? İşte bu düşünce, Allah’ı bile güçlü zalimler ve emperyalistlerin yardımcısı olarak görmektedir. Yazının öncesi
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|