|
|
Türkiye-Suriye Gerginliği ve İslam Dünyasında Mezhep Çatışmalarının Arka Planı Üzerine Değerlendirmeler (3)Kategori: Makale | 0 Yorum | Yazan: Prof.Dr. Şahin Filiz | 10 Haziran 2014 07:43:36 Türkiye’de İslamcılar aynı şeyi yapmaktadırlar. Atatürk ilke ve devrimlerinin en büyük eseri olan Cumhuriyet’e karşı olumsuz ve hatta saldırgan tutum takınmaları, onu “Batı yanlısı” diye suçlamalarından dolayıdır. Oysa Atatürk, bağımsızlığı Batı’ya karşı, akıl ve bilimi de doğuya karşı savunmuştur. Dini cemaat ve grupların son yüzyılda İslam dünyasının çıkarlarından çok batının çıkarlarına uyumlu dini söylem geliştirmiş olmaları bu nedene bağlı olarak açıklanabilir. İslam dünyasında egemenler bu uyumun siyasal yansımasını temsil ediyor görünmektedirler.
Şii Hizbullah ile el-Nusra ve benzeri pek çok dini gruplar karşılıklı olarak en şiddetli silahlı çatışmaları yapıyorlar. Acımasız, insafsız, izansız ve vahşice öldürüyorlar birbirini. Ne tuhaftır ki her biri kendini “fırka-i naciye’ yani öbür dünyada kurtuluşa erecek topluluk olarak görüyor. Allah adına hüküm verip onun adına Müslüman kardeşini parçalıyor, yakıyor, doğruyor. Kim daha çok öldürür ve galip gelirse cenneti garantilediğine inanıyor. Bu bir inanç değil aslında, akıl ve insanlık düşmanlığının dinsel kılıflara saklanmasından başka bir şey değildir. Ben bu vahim duruma kısaca “dinin dinsizliği, ahlakın ahlaksızlığı” diyorum. Biz neden çatışıyoruz, bizi birbirimize boğazlatan sebep nedir diye düşünmüyorlar. Çünkü düşünme melekelerini öldürdükleri için kendilerine liderlerinin verdiği talimatı uygulayıp bir an önce cennete girmeye, öldüreceği Müslüman kardeşini de bir an önce cehenneme göndermeye odaklanmış durumdadır. Yaptığının İslamlık ve insanlık dışı olduğunu fark edemeyecek kadar akıl noksanlığına maruz kalmıştır. Başka dinlerden olan insanlara gösterilen hoşgörü, Müslüman kardeşine kin ve nefrete bürünmektedir. Aklının katili bu gurupların her bir lideri birbiriyle çatışan ayrı tanrılar gibidir. Her tanrının belirlenmiş cennet ve cehennemi; mümini ve kafiri vardır. Ama “kafir” güçlüyse, bu tanrılar, zayıf Müslümanlara saldırarak hile-i şeriyye yoluyla kısadan, kolayca cenneti hak ederler. Oysa Allah her şeyden yücedir. O, bütün insanların yaratıcısıdır, Rabbidir. Müslümanların O’nun katında hiçbir ayrıcalığı yoktur. Ancak çatışan dinci gruplar, böyle bir Tanrı’ya inanmazlar. “Küçük olsun, benim olsun” dedikleri tanrıları onlara her türlü haramı ve vahşeti mübah kılar. “Küçük tanrılar” panteonu içinde her bir tanrı, ait olduğu dini gurubun kültü olduğu için, ahlaki ilkeler vaz etmekle güçlü sayılmaz; siyasi erk gurup tarafından tanrıya armağan edilir. Siyasal İslam’ın hastalığı, Mutlak ve Sonsuz Olan Tanrı’dan çok, bu panteondan seçtiği gurubunun “küçük tanrı”sına siyasal egemenlik bahşederek onu Mutlak Tanrı’ya dönüştürdüğünü sanmasıdır. Bunun için hiçbir İslamcı gurup, siyasal egemenliği din adına uhdesine almamış bir Mutlak Tanrı inancına sahip değildir. Siyasal İslamcılık, Tanrı’ya yönetim erkini, adına şehit olan kullarının kanı karşılığında hediye ederek O’nu yücelttiğini varsaymaktadır. Oysa Tanrı’nın, değil kullar eliyle, kendi başına bile insanlar üzerinde dini esaslara dayalı siyasi bir otorite kurmaya ihtiyacı yoktur. Çünkü O her şeyin yaratıcısı ve her türlü egemenliğe zaten sahiptir. Başbakan’ın hemen her fırsatta Mısır, son zamanlarda daha çok Suriye üzerinden politikalar yaptığını gösteren beyanatları, “Müslüman Kardeşler”in her iki ülkede yönetime geçmesinden yana gelişmektedir. Türkiye’de “hayali kurulan ama gerçekleşmesi, Atatürk Cumhuriyeti’nin dayanıklılığı yüzünden vakit alacak olan İslamileştirme sürecinin, bu iki ülkede Müslüman Kardeşler” Teşkilatı’nın yönetimi öyle ya da böyle ele geçirmeleri ile belki biraz daha kısaltılabilir olduğu düşüncesine kapılanların, Başbakan Erdoğan’ın bu tavrından cesaret aldıkları düşüncesini akla getirdikleri öne sürülebilir. Oysa tüm dinler ahlaki normlar üzerinde temellenir ve var olurlar. İslamiyet belki tarihinde hiç bu kadar ahlaki tahribata ve dinsiz bir ruhsuzluğa uğratılmamış; Allah hiç bu kadar kullarının kendisine siyasal egemenliği armağana etmelerini bekleyen aciz bir varlığa dönüştürülmemiştir. Ortadoğuda sürekli olarak Müslümanların yenilgisiyle sonuçlanan savaş ve çatışmalarda, Yüce Tanrı’ya bir türlü verilemeyen siyasi yetki, gayri Müslimler tarafından Müslümanlar aleyhine işletilmektedir. Oysa Yüce Tanrı tüm bu eksiklik kusur ve beklentilerden münezzehtir. Müslümanların dün ve bugün, aynı dini gerekçelerle birbirlerini yok etmek için, “Müslüman olmayan Batı’dan medet ummaları”nın altında yatan belli başlı sebepler bence bunlardır. Durum bu ise ne olmalı? “Sıfır sorun”, “sıfır komşu”ya dönüştüğüne göre, dış politikamız bekleneni verememiştir. Ne var ki komşularımızla işbirliği ve dayanışma içinde olmamız için pek çok sebep vardır. Tarihsel, kültürel ve siyasal ortak mirasımızı komşuluk ilişkilerimizi yeniden tamir etmek ve daha sağlam temeller üzerine kurmak için değerlendirmek zorundayız. Uygulamakta olduğumuz Suriye politikasından vazgeçmeli; daha yapıcı ve barışçıl bir yol izlemeliyiz. Ülkemiz içinde yetkili ağızlar mezhep, din ve bölgesel ayrımı körükleyecek beyanatlardan şiddetle kaçınmalıdırlar. Türkiye Cumhuriyeti’nin İslam da dahil herhangi bir din ve mezhep esaslarına göre yönetilemeyeceğini akıllarından çıkarmadan hareket etmek zorundadırlar. Ülkemiz, komşularıyla arasını bozan ve komşu ülke halklarının kendisine sığındığı bir sığınak ülke olmaktan çıkmalıdır. Sığınmacı kabul etmek, çözüme katkı yapmaz. Aksine bu yanlış ve verimsiz politika Türk vatandaşlarının sosyal, ekonomik ve kültürel barışını zedeleyecektir. Akp hükümeti bir tarafı sürekli yücelten mezhep söylemlerinden vazgeçmelidir. Eli silahlı gayrı meşru grupları herhangi bir devlete karşı kışkırtmak veya onlara destek olmak, aynı silahların ülkemize çevrilmesine yol açacaktır. Çünkü başka ülkeler de size başka silahlı gurupları musallat edebilir. Diğer ülkelerin iç işlerine müdahaleye kalkışmak, kendi içimizde devlete isyan ve savaş ilan etmiş silahlı terör örgütlerine karşı mücadelemizi zayıf düşürecektir. Nitekim Suriye ve Mısır’la uğraşırken içeride PKK Türk devletine alenen savaş ilan etmiş durumdadır. Önce yurtta barış sağlanmalıdır. “Yurtta barış dünyada barış” ilkesi, yeniden işletilmeli; her durum ve koşulda Türkiye’nin ve Türk milletinin çıkarları gözetilmelidir. Yazının öncesi
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|