|
|
HEGEL’İN MARKS ELEŞTİRİSİ *Kategori: Felsefe | 0 Yorum | Yazan: Çoşkun Özdemir | 07 Nisan 2023 09:56:20 *Ön not: “Eleştiri” sözcüğü, Türkçenin, kavramının içeriğini, dolaysız olarak dışarıya salan sözcüklerinden biridir. Eleştiri ele alınan şeyin elenmesidir. Yok edilerek yerine yeni bir şey konması, parçalanıp atılması, ondan tamamen vazgeçilmesi, çürütülüp bir yana terk edilmesi değil. Eleştirilen şey elenen şeydir, elenen şey ele alınan şeydir, işe yaramaz diye gereksizler çöplüğüne fırlatılıp atılan değil. Eleştirilen şey bir yere gitmiyor, yerinde duruyor; işlenen yani üzerinde işlem yapılan eleştirilen şeydir. Eleme ayırmadır, öncelikle, özsel olanın alanına karışmış öznel uydurmaların özden ayrılması.
Tin’in kendi kendini doldurması, gelişimi sürecinde bütün düşünsel, bilimsel bulgular ve sistemler zamana karşı saltık dayanıklılık taşımazlar, çünkü zamansaldırlar, kendi zamanlarının dışında tekil hükümlerini yitirirler. Bu nedenle kendilerini yenilemelidirler. Kavramın açınması ile eskiyen, zamana direnemeyen yanlar, parçalar, sisteme yük haline gelir, sistemin özünün bu zamansal-eskiyen yanlardan ayırtılması, zamana karşı yeniden şekillenmesi, güçlendirilmesi insani kültürel gelişimin, ilerlemenin tek olanağı, tinin kendi kendini bilmesinin yolu ve onun en yüce, tanrısal-kalıcı yanıdır. Eleştiriden anlaşılması gereken budur. Öznel anlamda Marks, döneminin toplumsal görevlerinde bir dâhiye yakışır şekilde rol oynamıştır. Ama şimdinin Tin’inin önünde yeni görevler vardır; Tin deneyim bakımından kendini yeniden biçimlendirecek kadar çok şey biriktirmiştir. Her birikim, daha eksiksiz bir işleve yükselme öz-elliğini İnsanlığın yeni yaratıcılıkları ile kazanır. Ve insanlığın çözüm için önüne koyduğu sorunlar, onların çözümünü sağlayacak kadar tinsel birikimi zorunlu olarak gerektirir. Gerek için, gereç gerekli olduğu kadar gereç için de gerek gereklidir. Bu yeni gereç oluşmuştur; insanlık ilgisini, yeni bir tinsel dönüşüm için, bu gereç ile gerek, ya da erek olan arsasındaki bağa yöneltmelidir. Şimdi erek yenilikleri ile bir gerek olmuştur. Erek tinin kendini hayvansı çabadan ayırarak özgürlüğe yönelmesi, gerek ise insanlığın hayvansılığını bir parça daha geride bıkması, ama gene de orada, hapiste yaşaması ve hapisten çıkma isteğinin güç olarak oluşmaya başlamasıdır. Bu makale, Marks’ın benimsediği ve sisteminin zeminine yerleştirmeye, adeta tıkıştırmaya çalıştığı felsefi tutumu ile sınırlıdır ve Marksist felsefe denilebilecek bir felsefe varsa (bu başka bir makalemizin konusudur; kanımızca böyle özgün bir felsefe yoktur, sadece bir felsefi tutum vardır) bu felsefenin ortaya çıkışının zemininin gösterilmesini amaçlar. “Çürütme eksikliğin gösterilmesinden oluşur; eksiktir, çünkü yalnızca evrensel ya da ilkedir, başlangıçtır. Eğer çürütme köklü ise, ilkenin kendisinden alınmış ve geliştirilmiştir, karşıt inancalar ve dışarıdan gelen rastlantısal düşüncelerle yerine getirilmiş değildir. Çürütme öyleyse özünde, ilkenin geliştirtmesi ve böylece eksiliğin giderilmesi olacaktır, eğer onun yalnızca olumsuz( olumsuz demekle, yapılmamış, boş bırakılmış, olanın karşısında olabilecek ama olmamış olan olarak kavramak gerekir. C) eylemlerini göz önüne alma, ve ilerleyiş ve sonucunun olumlu yanlarının da bilincinde olmama gibi bir yanlışlığa düşmemişse...” İnsanların varlığını belirleyen şey bilinçleri değildir, tam tersine bilincini belirleyen toplumsal ilişkileridir. “İki yüzlülüksüz gerçeği gör, ayrılıksız buluşmayı seyret.” Mevlana Yazımızın başlığı ironi değildir. Gerçi, Marks ve Hegel isimleri yan yana geldiği zaman ilk akla gelen Hegel’in Marks’ı değil Marks’ın Hegel’i eleştirisi olsa da; hem de, felsefi olarak ve baş aşağı ederek, Marks’ın bir felsefeci olmamasına karşın. Gerçek bir felsefeci olan Hegel’in, ise bir felsefi tutum olarak Marks’ı eleştirmiş olması çok daha ilginçtir ve bu eleştiri yapılmıştır, hem de saltık olarak, (görece değil), şimdisiz ve buradasız, ama böyle olduğu pek düşünülmez. Gerçek eleştiri kronolojik değildir, tersine akronolojiktir. Sokrates bundan 2500 yıl önce yaşamıştır, ama günümüzde de doğa l- günlük bilinçle düşünen herkesi eleştirmeye fiilen devam eder, muhataplarından derin uykuda olanlarının bundan haberi olmasa da. (Ayrıca bu bilincin muhatabı olmak günümüzün eğitimli insanı için bile çok büyük bir ayrıcalıktır.) Gerçek eleştiri zamansal-mekânsal değil, mantıksaldır. Zamansalın-güncelin eleştirisi, geçip gidecek olanın, yani anlında zamansal olarak “öznellik” damgası taşıyanın eleştirisidir. Bu nedenle zamansal olan olsa olsa nesnesi ölçüsünde değer taşır. İlkesel-gerçek eleştiri ise zaman ötesi, sonsuzdur, zira o “kendinde düşüncenin”, yalnızca şuradaki birisinin şu zamandaki düşüncesinin değil, genel olarak düşüncenin bir biçiminin, kimsenin olmayan düşüncenin, düşünce olarak düşüncenin, her düşünce için geçerli gerçeksizliğin eleştirisidir. Aynı anlamda belli bir düşünce biçiminin, hangi yanlış ilkenin altına düştüğünün gösterilmesi olarak gerçeklikle ilişkisidir. Bir başka anlatımla gerçek olan eleştiri, yani usun bir ideadaki devinimini, gelişimi ve açınmasını sağlayan eleştiri aynı zamanda Us’un kendi kendisini, kendi eski halinin kendi yeni hali tarafından eleştirisidir. Düşünceleri sahipleri görünenle ayırdığımız zaman- Bir an Marxı ve Hegel’i ya da Kant’ı ortadan kaldırıp sadece düşüncelerini dikkate alırsak,-kişilerin değil, düşüncelerin birbiri karşısındaki dolaysız konumlanmaları ve nesnel değerleri ile baş başa kalırız. Şimdi, bireyden ayrılmış düşünce, geçici bir öznenin değil, kalıcı Özne olarak Töz’ün kendisinin özneleşmesi olarak ortaya çıkar. Bu soyutlamada düşünceyi ifade eden tarihsel kişiliğin, gerçek özne olan töz karşısında ikincil, ilineksel olduğunu, sadece tözün göreli-tikel-tekil hallerinin taşıyıcısı olarak ÖZNE’YE dönüştüğünü görebiliriz. Düşüncenin kendi kendini geliştirmesi ancak bireyler yoluyla olanaklı olduğu için, gerçek özne olan Töz -Us, yanlış olarak bireyin altında görünür, gerçekte, tersine bireyin, yani geçici olanın, kalıcı olan Us’un altına düşmesine karşın. Düşüncelerin karşılaştırılmasında- ki, karşılaştırılan düşünceler açısından iki yanlı bir eleştiri söz konusudur- öznelliğin elenmesi ilk gerekliliktir. Düşünceler, adlardan sıyrılır da onu saran kabuk kırılıp atılırsa, yalın özler karşı karşıya kalır ve gerçek düşünsel ilerleme bu yalın düşüncelerin Us üzre yalın karşılaştırılmasından elde edilen sonuçlardır. Bir kişinin veya kişilerin kendince yanlış düşüncelerinin eleştirisinden sonuçlar çıkarmak yerine, düşünceler eleştirilmiş ve bu düşüncelerin kimler tarafından savunulduğu sadece örnek olarak ortaya konmuştur. Düşüncenin nesnelliğe evirilmesinin koşulu da budur Hegel’in küçük mantık adlı eseri, yalnızca usun işleyiş yolu olarak logosu ortaya çıkarmakla kalmaz, aynı zamanda Usun işleyişinde düşebileceği ve düşeceği temel-ilkesel yanlış tutumları da, önceden gösterir. Bu yanlışların içinden geçmiş olarak açınan logos, yani yöntem, mantık, kendi-kendini kurarken, oluşta; içine düştüğü yanlışlıkları geride bırakmış olarak, onları olumsuz biçimde kapsar. Bu yol, logos ’un gerçekleşmesinin zorunlu yoludur. Bu yolda Us, bu kendinde el değmemiş gerçekliği arayan bilinç olarak, kendi yolunda ilerlerken; soyut metafizik düşünce, görgücü ve sezgisel düşünce olarak önünde bulunan tuzakları baştan görerek, temizlenmiş bir yolda ilerlemenin kolaylığını hisseder. Çünkü her bir yanlış konumlanmanın içinden kerelerce geçerken onların yanlışlığının sınanmış bilinciyle gerçekliğe doğru ilerler. Böylece, sonuç olarak ortaya çıkan yöntemde Us, tüm yanlışları geride bırakmış olarak yoluna devam eder. Çünkü zorunlu olarak önce bu yanlış yolların içinden geçmiş ve onlardan zorlu çabalar sonucu yakasını kurtarmış olarak, onları olumsuz-(negatif) biçimde içine almış, ve bir dışsal tehlike olarak onlardan kurtulmuş bir biçimde yoluna devam eder. Felsefenin tarihi Us’un bu hatalardan arınmasının tarihidir. Ama bu hatalar, yöntemde ortadan kaldırıldı diye, yaşamda da kendiliğinden ortadan kalkmaz, tersine kurgul-diyalektik olmayan her öznel bilinçte, sürekli olarak kendini yineler, o bilinç, dolaysız bilinç, ya da doğal-günlük bilinç biçimi olarak kaldığı sürece. Hegel, bu yanlış yolları ana çizgileri ile üç ayrı tutum olarak işlemiştir, elbette keyfi olarak değil; Us, anlak kipinde ilerlerken önünde bu üç temel yanlışı bulduğu için. Böylelikle kendisinden önce ve sonra, usun deviniminde gide gele döşenmiş çıkmaz sokaklar ortaya konmuş ve bu yanlış tutumlardan hangisi ortaya çıkarsa çıksın, ne zaman ortaya çıkarsa çıksın, kimin tarafından savunulursa savunulsun, kaçınılmaz olarak bu eleştirinin altına düşeceği gösterilmiştir. Bu yanlış tutumlar keyfi olarak, düşünsel dünyaya atılmış değildirler; bunlar, düşüncenin bilgiye dönüşümünde, doğal olarak bağıntılı olduğu momentler arası geçişlerde, ya da oluşun ana durakları arasındaki ilişkilerdeki uygunsuz bağlanımlardan ortaya çıkarlar. Çünkü Us’un, ilkin anlak olarak, bu momentler arası bağlantılarının içinden geçmesi ne kadar zorunlu ise, anlağın olumsuzlanması ve kırılması ile de özgür Us’un bu bağıntıların içinden arınmış olarak ortaya çıkması da bir başka zorunluluktur. Diyalektik kurgul Us’un yolundaki bu üç tutum ilkeseldir, bu tutumların içine giren, ya da onlardan türemiş olan ikincil tutumlar da, bunlar içinde incelenir. Bu üç tutumun ortak özelliği nesneye yönelişte düşüncenin özgür bırakılmaması, tersine kendisini özgürlükten yoksun bırakan yüklerle birlikte işe başlamasıdır, ya da evrik olarak Usun nesnesini düşünceye çevirme girişimine başlarken kullandığı gerecin bir kısmının imge, tasarım yada önyargılar kipindeki biçimlerden oluşmasıdır. Düşüncenin gerçekliği elde etmek için bu üç tutumun deneyiminden geçmesi demek, onu, özgürlükten alıkoyan bu yüklerden arınması çabasında, başarılı olması demektir. Yazımızın kapsamı gereği, bu üç tutumdan yalnızca ikisinin açımlamalarına ilişkin Hegel’in bazı belirlemelerini alıp Marks’ın felsefi tutumunun bu belirlenimler karşısında nasıl konumlandığını oryaya koymaya çalışacağız. Çünkü bu tutumlardan ikisi; soyut metafizik ve görgücülük (maddecilik) konumuz olan Marks’ın felsefi tutumu ile olumlu ve olumsuz, etkisel ve tepkisel olarak doğrudan ilişkilidir. Ancak öncelikle ilke sorunu üzerinde durarak, bu tutumların gerçeklik düzleminde konumlanışlarının, doğru saptamasını yapabilelim. İLKE OLARAK "İDEA" SORUNU Varlığın gerçekliği ki, geçicinin karşılığı olarak kalıcı olan, duyusal olmayanın karşılığı olarak düşünsel olan, görünenin arkasında, onun zemini olan, onu oluşturan ama görgül olmayan, “nesnelerin nedensellik yumağı, her şeyin modeli, planı olarak, usla kavranan soyut düşünceler olarak, İdeadır. Aristoteles’ten bu yana, (hatta platon bile bu yanlıştan kendini alıkoyamamıştır) düşünce -madde( doğa) ayrımı yapıla gelmiş, bu ayrım çoğu zaman doğal bilince pek doyurucu gelmiş, ya da az çok arada- askıda-şüphede kalmalarda ise, bu iki yanın birliği olumsuzlanarak birlik lehine değil, ayrım lehine yorumlanmıştır. Oysa ayrım, birliğin ayrımıdır, ayrım kavramı içinde ayrımsızlığı, yani birliği kapsar. Ayrım nedir diye sorulduğunda ilk akla gelen ayrılmış olandır. Bu nedenle ayrılmış olmak birliği öngereksinir. Ayrım ve birliğe dikkatli bakış, ayrımda birliği, birlikte ise ayrımı apaçık görür. Ayrım ayırmaktan, ayrılmaktan gelir ki, ancak birlik-bütün olan ayrılabilir. Ayrım ve birlik sözcükleri Türkçenin diyalektik ve kurgulu apaçık gösteren sözcüklerinden tipik bir örnektir. Her ikisi de kendinde karşıtını da taşır. Karşıtını dışarıda bırakmaz, tıpkı olguda karşıtların var olduğu ve yine de bu karşıtların olgu dışında-kavramda görünmemelerinin olanaksızlığı gibi. Bazı durumlarda dildeki bu sözcükler olgusaldaki birliği daha şimdiden kendilerinde taşırlar ve bu sözcüklerle olguya yönelmek düşünce için, insanın yokuş aşağı yürüyüşü denli hafifletici ve kolaydır. Yoksa Dilin görünümünde diyalektik -kurgul düşünceden çok sıradan anlağın egemenliği göze çarpar; anlağın oluşturduğu şey ise tek yanlıdır, diyalektiksizdir. Ama bazı sözcükler, gene de anlak sınırlarını aşar ve diyalektiği içerirler, bu sözcüklerde sözcüğün, karşıtlığını aramak, yani olumsuzunu bulmak gibi bir zahmetten kurtulduğumuz gibi, bu arayışın anlağı götüreceği kötü yollar da büyük ölçüde kapanır. Doğanın ve düşüncenin tözleri aynıdır. Bu nedenle onlar birbirine dönüşürler. Bunun kanıtı nesnenin bilinmesi ve bilinenin nesnelleştirilebilmesidir. Doğadan elde edilen her bilgi doğanın düşünceye çevrilmiş halidir. Varlığa çevrilmiş her düşünce doğal-görgül olana, yâda zamansal olana sarılmış bir düşüncedir. Doğada, yâda tinde zemininde düşünce olmayan şeyler yoktur, var olan biçimler özlerin, düşüncelerin biçimleridir. Hiç bir görünüm yoktur ki bir kategori, bir düşünce taşımıyor olsun. Her varlık Nicelik, nitelik, kiplik, ilişki gibi a apriori yüklemleri taşır, tüm bu yüklemlerden soyutlanmış, bunları içinde taşımayan bir varlık yok varlık, boş varlık, bir hiçliktir. Bu kategorilerin kendileri düşünce öğeleridir, öyleyse varlık ta düşünce öğelerinin birliğinden oluşur. Eğer böyleyse, her iki yan, duyusal olan ve düşünsel olan, aynı PAYDALI (zeminli) ise ki; -metafizik denilen şey tamda bu zeminin olanağıdır- bu iki yanın birlikte taşıdıkları şey, evrik olarak bu ikisini de taşıyan şey aynıdır ve bunun adı idea, yani düşüncedir. Öyleyse ortak bir ilkeleri vardır ve bu ortak ilke ne ise onunla adlandırılmalıdırlar. İdealizm kavramı iki yanın birlikte taşıdığı, yani onların ortaklıklarını oluşturan özden, ideadan, düşünceden doğar ve esasta içeriği de bundan başka bir şey değildir. Nesnel idealist felsefe, düşünce ve varlığı ayırmıyor, ya da önce ayırıp sonra birleştirmiyor, burada bulunan öz iki değil ‘Bir’dir. Görünen ikilikten, biri, öteki bir’in yansımasının yarattığı yansıdır, kendinin yansımasıdır, farklı bir şey değil. Bir başka deyişle, biçimin, yani biçim olarak düşüncenin olmadığı varlık diye bir şey, kendi başına yoktur. Varlıkta kalıcı olan her şey düşüncedir. Bir yerde, insan kafasında düşünce duruyor, öte yanda ise varlık duruyor da bunlar, belirli koşullar altında ilişki kuruyor; biri gerçekliğin yuvası, öteki ise onu görmeye çabalayan bir göz olarak karşı karşıya geliyorlar ve görmek isteyen göreceğini alıp oradan ayrılıyor ve bu görüngüyü saklıyor, işine yarayacağı zaman onu saklı olduğu yerden çıkarıp kullanarak geri yerine yerleştiriyor… değildir. Ortada iki şey yoktur. Bir şeyin iki farklı görünümü vardır, biri elbiseli öteki çıplak aynı şey gibi, için-özün kendisi aynı, biri kabuğun içindeki fasulye öteki kabuktan çıkmış fasulye gibi. Varlık bir düşünce demektir, başka bir şey değil, ikisinin görünüş farkları us tarafından ortadan kaldırılabildi mi, şimdi anlamanın önündeki engel ortadan kalkmış ve düşünce ile düşünce yâda ikisinin birliği olarak yalnızca düşünce kalmıştır, çünkü yabancı görünen ve ikiliği yarattığı sanılan farklılık ortadan kaldırılmıştır. Varlıkta bulunan kabuk zamansal ve mekânsal olandır, yani bir yerde ve bir zamanda bulunan, evrik olarak başka yerde ve başka zamanda bulunmayan, ya da her yerde ve her zaman bulunmayan, geçici olan, süreklilik taşımayan. Bir başka ifade ile şöyle diyebiliriz. Varlık, düşüncedir. Sadece özel kipte bir düşünce, ama yine de düşünceden başka hiçbir şey değildir. Tıpkı suyun sıvı iken, buz iken ve buhar iken H2O, yani yalnızca su olması gibi. Varlığı buz şeklindeki su olarak kabul edersek, karşısında bulunan su dan sadece eriyecek kadar bir zaman farkı vardır, yada fark sadece görüngüden ibarettir. Şimdi ve buradanın katkısı geçtiğinde ve onun evrenselliği ortaya çıktığında ayrım ortadan kalkacaktır. Hegel’in İdea tanımının üstünden geçerek onu daha derinden kavramak için ilerleyelim. “Çünkü İdea, kavramın ve olgusallığın birliğidir; öyleyse bundan böyle var olan yalnızca İdea olandır. Sonlu şeyler, kavramlarının olgusallığını tam olarak kendilerinde taşımadıkları, tersine onu tamamlayacak başkalarına gereksindikleri için sonludurlar.” Tanımda iki belirgin noktayı bir kez daha vurgulayalım. İdea olgusaldır, olgudadır, boşlukta, başka dünyalarda, görünmez âlemlerde değil. Bir şeyin kavramında ne varsa, olgu bunun yoluyla olgu olur, kavram dediğimiz şey ise ideanın taşıyıcısıdır. İdeasız ne bir düşünce ne de bir dışsal varlık bulunabilir. Var olan her şey, ideası var olduğu için var olur. Şimdi artık Platon’un ideanın nerede olduğunu bulamaması çoktan geçmiştir, göklerde aranan idealar alemi kendi oldukları yerde, var olan alemde, gözümüzün önünde ve her şeyde bulunmuştur, elbette göklerde onsuz değildir varlığın olduğu her yerde o vardır. Bu buluşun kâşifleri ve bu keşfi ilerletenler derece derece, Sokrates, Platon, Aristoteles, Descartes, Spinoza, Kant ve Hegel’dir. Ama ideaya hala başka yerler arayanlar ve bulamamaya devam edenler varsa bu felsefenin ve ideanın ve söz konusu filozofların suçu olamaz. Düşünme bilme, yada düşünme yoluyla bilme insanın, asıl, asli yani birincil eylemdir. Ya da bilme, insansal olan her şeyin amacının onda oluştuğu edimselliktir. Bu edimsellikte (faaliyette) kullandığımız gereç, -gereç ki, gerek olandır, o olmazsa faaliyeti yapamayacağımız şeydir- düşüncedir. Öyleyse düşünce olmadan hiçbir şey bilinemez. Bilme düşünce ile yapılır, düşünerek yapılır ve düşünce oluşturmak için yapılır. Bilme uğraşı demek düşünmek demektir, düşünmek demek ise bilme uğraşıdır. Bilme eyleminden düşünceyi çıkardığımız zaman geriye kalan hayvansal edimdir, salt içgüdü olarak bir itkidir, eylem değil. (eylemin içinde istenç olarak düşünce ve düşünce olarak istenç bulunur. Hayvansal edimde her ikisi de bulunmaz ve o nedenle hayvansal edim eylem değildir.) Bilmenin yapılabilmesi için bilinecek olanın düşünceye çevrilmesi gerekir ki, onu bilecek olan da, zaten düşüncedir. Doğada, toplumda ve insan davranışlarında hiçbir şey, çıplak düşünce halinde değildir. Doğada her şey görgül bir biçim ile kaplanmış olarak düşüncedir. Toplumsal bilimlerde ise nesne düşüncenin öteki öznel tinsel biçimler ile kaplıdır, duygular, amaçlar, tutkular vb. Düşünceye çevrilmemiş doğal bir nesneyi, bir davranışı ya da toplumsal bir olguyu algılar ve görgül bilince çeviririz, sonrada arı düşünceye. Bu çevrim işlemi zorunludur. Gökyüzüne bakarak dünyanın güneşin etrafında döndüğünü anlayamayız, bunu bilebilmek için, bilme konusunun nesnesinin içeriğinde yer alan her şeyi, burada; kütleyi, hareketi, zamanı, mekânı, kuvveti, çekimi, yörüngeyi, hızı, bu görgül olmayan kategorilerin tümünü kullanmamız gerekir ki, bunlar arı düşüncelerdir, (nesneye bakınca görünüm dışıdırlar, görünmezler) ya da varlığın, kategoriler birliğine çevrilmiş halleridir (kipleridir). Bir kütleye bakarak, onu koklayarak, elleyerek, sesini dinleyerek bu kategorileri yani düşünceleri ve bunların zorunlu bağıntıları olan yasaları F=m.a formülünde bulmayız. Nesne var oluşta iki kipliklidir ve bu iki kipliğin birliği olarak nesnedir. Biri görgüllük olarak geçici ve koşullu olan, bu nedenle de duyular için nesne olan ki, ‘görünüştür’, öteki; aynı zamanda görgül olanın da nedeni olan, ama kendisi görgül olmayan, tam tersine koşulsuz olan, kalıcı olan ve bu nedenle de us için nesne olan kipliktir ki, bu, tözdür, ‘Öz’dür. İdea Düşünce kipindedir ve özdür. Hegel’deki anlatım ile İdealizm şu formüle indirgenir. (kuşkusuz bu anlamlandırma sadece Hegel’e özgü değildir, platon, Aristoteles, Descartes, Spinoza, Leibniz, Fichte, Shelling daha yetmez mi, tümü için de idea esas olarak aynı anlamdadır) “Sonlu olan idealdir”. Formül çok basittir, sonlu dediğimiz şey, bilgiye konu olan doğal ya da tinsel, yani insani ve toplumsal nesnelerdir. İlki fiziğin, kimyanın, yani doğanın nesneleridir, ikinciler, ekonomi, hukuk, devlet, vb. toplumsal, sosyal nesneler ya da psikoloji gibi tekil insani olanlardır. Bu iki nesne türü de sonludur, yani değişirler, başlangıçları ve sonları vardır,bir başka nesne tarafından sınırlandırılırlar ve sürekli bir değişim içindedirler. Başlayanın, başlangıçtan ileriye doğru her adımı düşünceye çevrilebilir. Bu işlem sondan geriye doğru da yapılabilir. Son-uçtan geriye doğru varlığın oluşundaki her moment başlangıcına kadar düşünceye geri çevrilebilir, yani bilinebilir. Bütün sonlular ideal olduğuna göre, ideal olmaları düşünceye çevrilebilir olmaları anlamına gelir. Daha genel bir ideal vurgusunu Hegel’den dinleyelim: “İdeal ile denmek istenen başlıca tasarım biçimidir ve genel olarak Ben’im tasarımımda ya da kavramda, düşünce de, imgelem de, vb. olana ideal denir, öyle ki genel olarak imgesel olan bile ideal sayılır, tasarımlar ki yalnızca reel olandan ayrı olmaları değil, ama özsel olarak reel olmamaları gerekir. Gerçekte Tin sözcüğün asıl anlamında İdealist olandır; onda üstelik duyumsarken, tasarımlarken bile, ama özellikle düşünen ve kavrayan olduğu sürece, içerik sözde reel belirli varlık olarak bulunmaz; Ben’in yalınlığında böyle dışsal varlık yalnızca ortadan kaldırılmış olarak bulunur; benim içindir, ideal olarak bendedir...” İdealizmin “gerçek felsefede” asıl anlamı budur. İdeanın, idealizmin başka birçok anlamı ve biçimleri ilkin konu dışında bırakılmalıdır. Örneğin düşünce varken maddenin olmadığı, ya da düşüncenin bir yerde durduğu maddenin ise bir başka yerde bulunduğu, soyut düşüncenin tekil bir özne olarak evreni yarattığı, yada belirli bir tanrı tasarımı ile ilişki v.b ikincildir. İdealizm belirli bir Tanrı’yı bilmeyi değil, salt bilmeyi ilke alır, tanrının bilinmesi, başka şeylerin bilinmesi gibi bir nesne olarak ondan sonra gelir. Ya da esas olan bilmedir. Bilmenin nesnesi ise ikincil ve türlü türlüdür. Sokrates, platon, Aristoteles, Descartes, Spinoza, Lebiniz, Kant, Hegel bu anlamda idealisttirler, idealizmin bu filozoflar için eğer ikincil bir anlamı varsa bu birinciden türeyenlerdir. İnsanın eyleminim esas anlamı ve amacı nesnelerin, görgül biçimden düşünsel biçime çevrilmesidir, ya da sonludan sonsuza. Bilimin tarihi de, tarihin bilimi de bu çevirinin mükemmelleştirilmesinden ibarettir. İnsanın düşünmeye başlaması bu çevirme işine başlaması demektir. Düşünce geliştikçe bu çeviri daha iyileşecek ve çevrimler iyileştikçe bilim daha ilerleyecektir. Öyleyse insan bir çevirmen, bilim bir çevirme eylemidir. Tüm bilim özgün nesnelerin düşünsel biçime çevrilmesinden ibarettir; Marks’ın Kapitali de, Newton’un yasaları da, Einstein’ın E=m.c2 formülü de. Marks, ekonomik hayatı düşünsel biçime çevirmek için Kapitali yazmıştır ve onu olabildiğince doğru çevirmiştir. Kapitalizm bilginin nesnesi olarak idea ve idealar birliğinden başka bir şey değildir. Hegel ideanın somut insanla ilişkisinin ne kadar yakın ve ona ve nesnesine içkin olduğunu belirtmek için söyle der: “İdea söz konusu olduğu zaman, bununla ilkin uzakta, öte- yanda duran bir şeyi tasarımlamamak gerekir. İdea, tersine baştan sona şimdide bulunandır ve benzer olarak her bilinçte de bulunur.” "İDEA" KAVRAMININ BİR KEZ DAHA AÇINIMI Marks’ın idea kavramına başka anlam vermeye hakkı yoktur. Nesnel idealizminin özü, çoğu zaman soyut idealizm ya da soyut metafizik ile karıştırılmıştır. Felsefe soyut İdealizmden- soyut metafizikten yakasını kurtarmak için binlerce yıl didinerek bir entelektüel birikimin oluşmasını beklemiştir. Yine de bu bekleyişin sonunda bu keşif yapıldı diye, herkes soyut metafiziğin üstesinden gelmiş de değildir. Ayrıca gerçek felsefe, nesnel idealizmi keşfetti diye, bu keşif kendiliğinden her bilince girecek kadar kolay kavranır hale de gelmez. Çünkü; Usun, soyut idealizmi yani soyut metafiziği, ve öteki yanlış tutumları çürütmesi, onun üstesinden gelebilmesi nasıl tarihsel olarak uzun bir çaba ve birikimin sonucu ise; onun, tek tek herkesin bilincinde de bu uzun yol geçilmeden ortaya çıkması olanaksızdır. Soyut idealizme, soyut metafiziğe duyulan tepkinin ve ona yöneltilmesi gereken eleştirinin bir bütün olarak idealizme yöneltilmesi, bu ikisinin arasındaki ayrımın dikkate alınmaması felsefi cehaletin en kötü meyvelerini verdiği yer olacaktır. Usun soyut metafiziğin içeriğine duyduğu içsel tepki, onu özgürlüksüz bırakarak, duyduğu tepkiyle dolayımlanmış bir içeriğe yöneltmiştir. Böylece düşünce soyut metafizikten kurtulmaya çalışırken kendini onun karşıtı olan bir konuma savrulmuş bulmuştur ki, bu konum genel olarak görgücülük ve onun çeşitli biçimleri olarak ortaya çıkmıştır. Elbette karşıtı gibi bir soyutlama olarak, sadece ad değiştirerek; metafizik kavramı yerine madde kavramı konmuş bir soyutlama. Oysa yanlıştan kaçınmak için salt yanlışın karşısında konumlanmak ve onu dışarıda bırakmak bir başka yanlıştır, bir uçtan ötekine atlamak, bir kez daha eleştirdiğinin eleştirilme nedenin altına düşmektir. Yada yerini değiştirmek için dışarı fırlamak ama kaçtığı yerin, aynısının bir başkasının içine düşmektir. Düşünce için zorunlu bir boşa sıçrayış ki, bu yeni geldiği karşıt yeri, görgücülüğü olumsuzlaması, yani burada da kendini tamamlayamayıp, bulamayıp kaçışı ise, soyutluktan kurtuluşunun sonu olarak somut olgusala varışı ile sonuçlanabilir. Ancak her zaman değil. Düşünce karşıtından yakayı kurtarabilmek için, onu içine alarak, kendisiyle birlikte yeni bir birreşime dönüştürmek zorundadır, özgürlüğü için başka olanağı yoktur ve bu olanaksızlık yolunun zorunluluğundandır. Düşüncenin görgücülüğün bir biçimi olarak maddecilik adı altında soyut metafizikten kurtulmak için karşıtına sığınışı ama orada da tutsak kalışı yazının devamı : KOPUŞUN BİÇİMİ
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|