|
|
İlelebetKategori: Ayorum Güncel | 0 Yorum | Yazan: Gündoğdu Gencer | 23 Kasım 2008 05:30:29 İnsan, yaşamının ilelebet olmadığının bilincinde olan bir hayvandır. Ve bu hayvan, bilim geliştikçe, yeni keşifler, buluşlar ortaya çıktıkça artık başka şeylerin de sonsuza dek sürmeyeceğinin ayırdına varmaktadır. Evrenin (bizim "yıl" tanımımızla) milyarlarca yıldır sürekli değişiklik içinde olduğu ve bu değişikliğin her an sürüp gitmekte olduğu kanıtlandıkça "değişmezler" bulma çabası güçlenmektedir.
Örneğin dünyamızın bugünkü coğrafyasının yüzbinler, milyonlarca yıl önce şimdiki gibi olmadığı, bugünkü kıtaların daha önceleri bitişik olup sonradan ayrıldığını, denizlerin her zaman bugünkü düzeyinde olmadığını, birçok hayvan soyunun zaman içinde yok olduğunu gördükçe bugünkü dünyamızın yarın da aynı olacağının hiçbir garantisi olmadığı görülür. Bu belirsizlikler insanları değişmez birtakım şeyler arama ve bunlara sarılmaya, inanmaya, “iman etme”ye itmektedir. Ezelden ebede var olan, var olmuş ve var olacak bir tanrı kavramı, hiç kaybolmayan ve kaybolmayacak bir “ruh”, ilelebet cennette keyif yapma veya cehennemde sonsuza dek cezalanma gibisinden inançlar insanın bu belirsizliklerinin devâsı olmaya çalışmaktadır. Doğadaki değişikliklerin üstüne bir de toplumsal alandaki değişiklikler binince kendini güvensiz hisseden insan sığınacak yer aramaktadır. Son mâlî kriz gibisinden toplumsal fırtınalar bu güvensizliklerin üstüne tüy dikmektedir. Evrenin tarihi içinde daha dün diyebileceğimiz dünya tarihine, bu kısa süre içinde belki de bir kaç dakika diyebileceğimiz insanlık tarihi içinde birkaç saniye oluşturan uluslar tarihine baktığımızda bunları değişmez, “ezelden ebede” sürmüş ve sürecek olgular olarak görmekle kendimiz avutmaktayız. Şu ya da bu ulusun tarihinin üç bin ya da beş bin yıl öncesine dayanması, kendini o ulusun bir ferdi olarak görenler için bir süreklilik kanıtı, bunda sonra da ilelebet süreceği inancına dayalı bir avutma olmaktadır. Yarın vatanımız dediğimiz toprak parçasının sular altında ya da bir yanardağın külleri altında kalmayacağının garantisi yokken, dünyamız dediğimiz kürenin yarın bir göktaşıyla tokuşarak yok olmayacağını kimse iddia edemezken ulusların, ülkelerin, sınırların hiç değişmez olduğunu savunmak ne derece gerçekçi acaba? Hele hele, yakın geçmişte bile nice imparatorlukların yok olduğunu, parçalanıp yeni birimler oluşturduğunu görüp te nasıl aynı şeylerin bundan sonra olmayacağını söyleyebiliriz? Dünyanın 100 yıl, 500 yıl, 1000 yıl önceki haritasına, ülke sınırlarına bakmaz mıyız hiç? Hangi uygarlıkların silinip gittiği, hangi inançların gelip geçtiği, hangi dillerin artık konuşulmadığını da mı görmeyiz? Nasıl doğada yüzbinlerce, milyonlarca yıl süresince canlılar evrimleşmişse, toplumlar, o toplumların kültürleri de evrimleşmiyorlar mı? Sabit bir nirengi noktası aramak yerine, değişikliği nirengi noktası olarak kabul ederek hangi değişiklikleri yaşama geçirmeye ya da hangi değişiklikleri önlemeye veya mecrasını değiştirmeye gücümüzün yeteceğini sorgulamak ve gücümüzü o yönde kullanmak daha gerçekçi bir yaklaşım olmaz mı? İlgi alanımız olan iki ülkeye, Türkiye ve Avustralya’ya bakalım. 200 küsur yıl önce üzerinde tek bir bina olmayan, soluk derili insanların görülmediği bir kıta olan Avustralya’da bugün Anglo-Keltik kültürün hâkim olması bir 200 yıl sonra da bu koca kıtanın aynı kalacağının garantisi mi? Ülke son yüzyıl içinde bir İngiliz kolonisi olmaktan ABD’nin Pasifik üssü olmaya, oradan da Çin’in hammadde deposu olmaya geçmedi mi? Avustralya’da 200 yıl sonra hangi kültürün hâkim olacağını kim kestirebilir? Yüzyıllar önce doğu Çin’den batıya doğru yüz milyonlarca insanın Türkçenin değişik ağızlarını kullandığı coğrafyada daha birkaç yıl öncesine kadar kendini SSCB yurttaşı olarak tanımlayan, oysa bugün kendisine Türkmen, Kırgız, Özbek vs. diyen insanların yaşadığı çeşitli ülkeler yok mu? Bugünün Türkiye’sinin daha yüz yıl önce Osmanlı olduğunu nasıl unuturuz? Kültür zenginliği Orta Asya’dan gelen bir avuç insanın ta Hititlerden, Frigyalılardan, Sümerlerden başlayıp gelen kültürlerle ve Grek, Roma ve çeşitli yerel kültürlerin kaynaşması sonucu ortaya çıkmamış mıdır? Nasıl melezler genellikle genlerin karışımı sonucu daha akıllı, daha güzel oluyorlarsa melez kültürler de daha zengin, daha renkli olurlar. Homojen bir kültür içinde yaşayan tek tip insan yaratma çabalarının o toplumu iğdiş etmek demek olduğunu ne zaman kavrayacağız? Aile içi evlilikler nasıl sakat çocuklar çıkarıyorsa, tek tip insanlardan oluşan bir toplum da kısır bir kültür doğurur. Fütuhata dayalı bir imparatorluk kültürü elbette komuta zinciri içinde rahatlıkla kontrol edilebilecek tek tip insan ister. Biz de ne yazık ki bu kültürün mirasçıları olarak farklılıklara zenginlik diye değil, tehdit olarak bakmaktayız. Elbette farklılıkları kullanmak, bizi zayıflatıp yıkmak isteyen güçler bulunacaktır. Ama bunlara direnmenin yolu farklılıkları inkârdan değil, bu farklılıkları içselleştirmek ve kültürel zenginliğin vazgeçilmez öğeleri olarak övünçle kabulenmekten geçer. Tek tip insan yaratma çabası, kabul edilsin edilmesin, her zaman tepeden bakan, benimki seninkinden üstün diyen, dayatmacı, çok kez ırkçı, bazan da faşizan bir yaklaşımdır. Bu milliyetçilik temelinde de olsa, din temelinde de olsa, belli bir ideoloji temelinde de olsa böyledir. Farklı etnik kökenli kişilere de yönelebilir, farklı cinsel seçimleri olanlara da, farklı inanç sahiplerine de, farklı düşünenlere de... Sürekli değişim içinde bulunan evren içinde sürekli değişen bir dünya üzerinde eğer güven duymak için değişmez birşeylere sarılacaksak bu, insan dediğimiz şu 7 milyar hayvanın mutluluğu olmamalı mı? Bunun için de önce ve öncelikle kendimizi şu ya da bu ırktan, milliyetten, inaçtan değil, insan olarak tanımlamamız gerekir.
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|