|
Kabus gibi bir ülke - Luanda, AngolaKategori: Anılar | 4 Yorum | Yazan: Pınar Özkan | 21 Kasım 2008 08:17:57 Okoume Palace'ın ön tarafa bakan odalarından birinden dışarıyı seyrediyorum. Anayolda sağlı sollu hindistan cevizi ve palmiye ağaçları uzayıp gidiyor. Yolu geçer geçmez beyaz bir kumsal, sonsuz görünümlü lacivert okyanusa açılıyor.
Öğle üzeri saatleri ekip arabası henüz gelmedi. Bir milyon nüfuslu Gabon'un başkenti Libreville'deyiz. Hani şu ataları pigmeler olan, orangotanları ile ünlü ülke. Telefon çalıyor, kaptan David. Kendine bir kahve yap uçağın 20 dakika gecikmesi varmış. Uçak Nijerya Lagos'dan gelecek. Kahve elimde, tuvalet aynasının karşısında saç ve makyajımın son düzeltmelerini yaparken kendime gülümsüyorum. Uçuş heyecanı gözlerimde, ilk kez Luandaya uçuş yapacağım, gece kalıp ertesi gün Nairobi'ye yolcu taşıyacağız. Kahvenin son kalanı ile iki sıtma tabletimi yuvarlıyorum, hiç sevmiyorum bu tabletleri mide bulantısı yapıyor. Üniforma gömleğimden açıkta kalan kollarıma sineksavar losyonu sürüyorum. Kapı vuruluyor ikinci pilot Tom kapıda, ekip arabası aşağıdaymış. Küçük valizimi çekerek Tom'a eşlik ediyorum. David asansörün başında ıslık çalıyor. Hazır mıyız? Gabon’a geleli altı hafta oldu. Beş Türk arkadaş, üç yabancı kokpit ekibi ve uçağımızla bir yıllığına Air Gabon adına uçuşlar yapmak üzere göreve yollandık. Gabonlu ve Fransızlardan oluşan kabin ekibiyle uçuşlara gidiyoruz. Görevim, kokpitle kabin arası iletişimi sağlamak, uçak evraklarından sorumlu olmak. Bir anlamda supervisor'lık. Ayrıca uçuş raporları yazıp şirkete fakslıyorum. Biz beş Türk arkadaş bazen ikişer, bazen tek gidiyoruz uçuşlara. Havaalanı otele çok yakın. Onbeş dakika sürmüyor, havalimanında henüz parketmiş uçağımıza çıkıp, uçağı devralıyoruz. Amerikalı pilotlar Belçikalı pilotlarla kokpitte; Gabonlu ve Fransız ekipler kendi arkadaşlarıyla kabinde, Etopyalı teknisyenler uçak altında konuşma halindeler. Benim üniformamdan giyinmiş tek kişiye doğru yöneliyorum. Nilgünle sarılıyoruz birbirimize. Nasıldı Abijan yatısı? Çok sıcak ama Fransızlarla yeni bir restorant keşfettik yemekler bir harika. Full yolcu mu geldiniz? Hayır, yolcular yormadı ama Lagos'da çok bekledik, inerken de açık hava türbülansı vardı, çok sallandık. Hadi size iyi uçuşlar canım. Temizlik yapıldı, catering yüklendi, sıra kabin ekibiyle briefinge geldi. Kaptanın verdiği uçuş bilgilerini Gabon’lu ekibe ilettim. Kabin amiri, eğlenceli, sevimli bir Gabon’lu. Fransızca, anlaşıldı tatlım, diyip yanağıma koca bir öpücük kondurdu. Bir yandan da bütün dişleriyle sırıtmaz mı! İlk günlerde yadırgadığımız Gabon’luların bu samimi davranışlarına alıştık biraz. Aslında beyazlardan nefret ettiklerini ve özellikle böyle davrandıklarını Fransızlardan öğreniyoruz. Onların ülkesinde onların uçuşlarını yapıyoruz. Kendilerinde rahat davranma hakkını görüyorlarmış. Genç Gabonlu stewardlar ise henüz çekingen ve sessizler. Yolcu almadan önce her zamanki gibi bomba adı verilen spreyleri patlatıp kabin içini ilaçlıyoruz. Bu, açık kapıdan giren her türlü böcek türüne ve sıtma taşıyan sivrisineklere karşı yapılıyor. Uçak evraklarının yanısıra yolcuya dağıtılacak Ebola virüsü ile ilgili broşürleri yer personelinden teslim alıyorum. İlk uçuşumda şöyle bir gözattığım broşürleri körükten giren yolculara tek tek verirken her seferinde ben niye buradayım sorusuyla yaptığım işe yabancılaşıyorum. Şu sıralar komşumuz Kongo'da hergün onlarca insan bu virüsden ölüyor, Gabon’da da görülmeye başlamış. Bu virüsü kapanlar 48 saat içinde ölüyorlarmış. İnsandan insana bulaşması ise çok kolay. Gabonlu kabin amiri nasıl bulaştığını gözlerinin aklarını büyütüp boyun damarlarını şişirerek bana anlatıyor. Bak şimdi, Ebola’lı birisi terli elleriyle bu kapının kolunu tuttu. Sen de terli elinle aynı kolu tuttun. Tamam mı? Sana geçti işte. Korktuğumu görünce, eklemeyi ihmal etmiyor. Özellikle beyazlara daha çabuk bulaşıyormuş. Uçağın büyük bir kısmı doluyor sayım yapıp kapıları kapatıyoruz. Kaptan David uçuş süremizi 4 saat 20 dakika olarak veriyor. Ön giriş kapısının yanındaki hostes koltuğunda yerimi alıp omuz ve bel kemerimi takıyorum. Uçağımız fazla beklemeden en yakın piste girip hızlanmaya başlıyor. Bu kalkış dakikaları yolcuların sessizleştiği, cam kenarındakilerin dışarıya, koridor tarafındakilerin karşıdaki bir noktaya gözleriyle sabitlendiği, herkesin kendi düşünceleriyle başbaşa kaldığı anlardır. Bir hostes için ise, kalkıştaki 3 dakika ile inişteki 4 dakika işine en konsantre olduğu zamandır. Bu bir havacılık kuralıdır. Hostes el kitaplarında yazar. Bir uçağın kalkışı, pistte koşmaya başlamasıyla, burnunu kaldırıp dikilerek tırmanması arasındaki 3 dakikadır. Uçak pistte hızlandığı an kalkmak zorundadır. Kalkamaz, pistten dışarı çıkarsa, kabin ekibinin kapıları açıp yolculara seslenerek uçağı boşaltması gerekir. Bunun için gerekli komutları, sorumlu olunan çıkış kapısının özelliklerini çok iyi bilmek, o acil anlarında bile düşünmeden kullanabilmek çok önemlidir. Acil anlarında, her hostesin bu komutları aklından geçirmesi gerekir. Bir kez uçak kalkıp da iniş takımlarını yerine oturunca 3 dakika biter. Artık bir sorun yoktur. İniş ise, pist ışıklarını görüp motorların gaz kesmesiyle başlayıp, uçağın piste oturup durmasıyla biten 4 dakikalık süredir. Hosteslerin bu anlarda gerçekleşebilecek acil durumlara hazır olması gerekir. Bütün deneyimli uçuş görevlileri böyle anlarda biraz gergin ve çok ciddidirler. Düz uçuşa geçtikten sonra, kemer ışıkları sönene kadar aklımda gelip giden düşüncelere bırakıyorum kendimi. Bugün yeni bir hastalık adı öğrendim. Türkçeye çevirdiğimde et yiyen bakteriler gibi bir anlam çıkıyor. Ebola kadar kolay bulaşmasa da Afrika’nın birçok ülkesinde yaygınmış bu bakteriler. Olmam gereken tüm aşıları oldum, sıtma tabletlerini midem bulansa da alıyorum, temiz otellerde kalıyoruz, ayrıca bizler gibi bir sürü yabancı yaşıyor, seyahat ediyor bu ülkelere .Bundan sonra uçuşlara bir kutu pudra ile gelmeye karar veriyorum, terli ellerimi pudralayıp kapı kollarını tutmak için. Ön taraftaki paravanın koridorundan yolculara bakıyorum. Birinci Sınıfta, birkaç Avrupalı işadamı oturuyor, çantalarından çıkardıkları dosyaları okumaya koyulmuşlar bile. Kabin ekibi galleyde servis hazırlıklarına girişiyor. Ben kabin turuna çıkıyorum. Yolcularımız arasında bebekler var onlar için bebek pusetlerini takıyorum. Dikkatimi çekmişti Afrika ülkelerinin çoğunda, hamile ve bebekli kadınlara öncelik veya kolaylık tanınmıyor, hatta yer personelinin iteklediğine bile şahit olduktan sonra kendi uçağımızda bebekli kadınlara özellikle ilgi göstermeye çalışıyorum, annelerin yüzündeki şaşkınlıkla karışık memnuniyet ifadesi benim ödülüm oluyor. Servis hazırlıkları tamamlanırken kokpitin içecek servisini yapıyorum. Afrika uçuşlarında yılların deneyimine sahip Kapt David'le biraz sohbet ediyoruz. Ona Angola'ya daha önce gidip gitmediğini soruyorum, geçen senelerde gittiğini hatta hafif bir sıtmaya dahi yakalandığını söylüyor. Öyle ya sıtmanın dereceleri var, basit olanı ağır bir grip gibi geçerken, tehlikelisi öldürücü olabiliyor. Ama bugünlerde Angola'daki en büyük tehlike iç savaş. İlk kez Afrika deneyimini bu uçuşlarda kazanacak olan Tom da ilgiyle dinliyor. Bir süre kalıp, kokpitten dışarsını seyrediyorum. Uzakta elektrik yüklü gri bulutlar var, içlerinde şimşekler çakıyor oysa aşağısı günlük güneşlik. Kabinde yemek servisi bitti, ekip sıcak içecek servisine başlıyor. Yolcuların bazıları tuvalet kuyruğu oluşturmuşlar. Yanlarından geçerken gülümsüyorlar, demek ki uçuştan memnunlar. Arka galley de Gabonlu bir genç steward yerine oturmuş gözleri kapalı. Eğilip iyi olup olmadığını soruyorum. İyiyim, diyor ama titrediğini farkediyorum. Bu durumu kabin amiriyle konuşuyorum, hiç önemsemiyor. Bizim böyle sıtma nöbetlerimiz tutar işte! Genç steward'a servise benim devam edeceğimi söylüyorum, olur anlamında gözlerini açıp kapatıyor. Servis bitimi kaptana iletiyorum. Sıtma onların gribi gibi, ne ilacı alacaklarını biliyorlardır yine de inince havalimanında görevli doktora gösteririz. Uçak alçalmaya geçiyor. Her uçuşta yaptığım gibi birkaç duty free torbasını alıp kalan soğuk yemeklerden ne varsa torbalara dolduruyorum, sıcak yemekleri nasılsa yer personeli alır. Afrika’da artan uçak yemekleri kesinlikle çöpe gitmez. Hiçbir koruması olmayan havaalanlarında, çevreden insanların uçaklara yaklaşıp, bağırarak yiyecek istediklerini çok gördüm. Özellikle çıplak ayaklı, şiş karınlı küçük çocuklar birbirleriyle kavga ederek kapıyorlar yemekleri. Çabukça taşıyabileceğim kadar torbayı hazırlayıp kokpitin dolabına tıkıyorum, eminim burda da verecek birileri çıkacak karşımıza. İniş anonsu yapıldı, kokpite, ‘kabin inişe hazır' raporunu veriyorum. Kemerlerimi takar takmaz kısa bir süre sonra iniş takımları piste oturuyor. Uçağımız park edene kadar ön kapının yuvarlak camından havaalanına, etraftaki uçaklara, terminale bakıyorum. Yeni geldiğim ülke ile ilgili aklıma kazıdığım ilk kareler, aklımda çektiğim ilk fotoğraflar. Sanırım bu nedenle gittiğim ülkeleri havaalanları ile birlikte hatırlarım. Angolanın uçak filosundan beş tanesi apronda,diğerleri Etopya havayolları ve birkaç Air Afrique. Körük yanaştı, kapı vuruluyor, açıyorum, yer görevlileriyle selamlaşıyoruz.Telsizlerinde kulağıma yabancı bir dil geliyor, Portekizce olmalı.Yolcularımızı indirdikten sonra boş kabin denetimini yapıyor ve ekiple ön tarafta buluşuyoruz. Kaptan David ekibe teşekkür edip, sevis arabasına binene kadar birlikte kopmadan yürümemizi tembih ediyor. Kokpit dolabına sakladığım torbaları alıp çıkıyoruz. Terminalde çok sayıda polis ve asker var.Yer personelinin arkasından hızlı yürüyüp, terminal binasının dışına çıkınca gürültülü bir kalabalıkla karşılaşıyoruz. Askerlerin şeritlerle çevirdiği yolu izleyerek ekip arabasına ulaşmaya çalışıyoruz.Askerler bize yol gösteriyorlar, sanki onlar olmasa kalabalıklar bize saldıracakmış gibi bir atmosfer var. Çıplak ayaklı küçük çocuklar bağıraşarak askerleri atlatıp yanımıza yaklaşıyorlar, elimizdeki yiyecek torbalarını kapıp kaçıyorlar. Elimdeki son torbayı gözüme kestirdiğim en çelimsiz olanına verip kurtuluyorum. Adımlarımı hızlandırarak diğerleriyle beraber ekip arabasına atıyorum kendimi.Hepimiz derin bir soluk alıyoruz. Sürücü büyük bir ustalıkla park yerinden kurtularak anayola çıkmayı başarıyor. Kaptan David konuşmaya çalışıyor. Sürücü kuvvetli aksanıyla yanıtlıyor. Bu civarda bütün gün çatışmalar oldu ama merak etmeyin gideceğimiz otel güvenli bir bölgede. Bizi biraz rahatlatıyor. Uzunca bir süre etrafta bakımsız, inşaatı yarım kalmış evler, dükkanların göründüğü, kenarlarında kirli su birikintilerinin çokça olduğu bir yoldan gidiyoruz. Arada tek tük muz ağaçları var. Yol kıyısında, başlarında sepetler, kovalar taşıyan insanlar tek sıra halinde yürüyorlar. Kabin amirine eğilip soruyorum. Bu ülkede neler oluyor biliyor musun? Devlet güçleri ile bir kısım guruplar çatışıyor işte! Ayrıca guruplar arasında da çatışmalar var, savaşı olmayan Afrika ülkesi yok zaten. Gabon hariç. Diyip susuyor. Şehir merkezine doğru gidiyoruz sanırım, uzakta büyük binalar gözüküyor. Aniden Fransız steward şaşkınlık içinde işaret ediyor. Şuraya bakın!!! Toz toprağın karıştığı bozuk asfalt kenarlarında yerde yatan ölü insanlar var. Anlaşılan burada da bir çatışma olmuş. Olup biteni anlamadan büyük binaların bulunduğu limana benzeyen bir bölgeye ulaşıp otele varıyoruz. Herkes anahtarlarını alıp odalarına çıkıyor. David ve Tom'la beraber sabahki uyandırma saatlerini ayarlıyoruz. David bize güvence veriyor. Bir daha Luanda yatımız olmayacak, döner dönmez ilk işim rapor yazıp burdaki yatıları kaldırtmak. Ilık duş alıp yatağa atıyorum kendimi, gece ara ara uzaktan gelen silah sesleriyle uykum sürekli kesintiye uğruyor. Odadaki siyah kalın perdelere rağmen uyanıp saate bakıyorum, resepsiyondan aramalarına henüz bir saat var. Yeni bir ülkede olmanın heyecanı, biraz da huzursuzlukla kalkıp perdeleri açıp dışarı bakıyorum. Okyanus manzarası çıkıyor karşıma, başımı cama yapıştırıp etrafa bakıyorum, biraz ilerde liman gözküyor, önünde büyük bir şilep durmuş. Ortalık sakin gözüküyor, üstelik silah sesleri gelmiyor artık. Güneşli bir gün olacağa benziyor. Televizyon kanallarını tarıyorum belki haber yakalar birşeyler anlarım. Ülke kanalları ya kabile dillerini konuşuyor ya da Portekizce. Diğerleri bildik Avrupa ve Amerikan kanalları, hiçbiri burada neler olduğundan bahsetmiyor. Hazırlanıp aşağıya iniyorum. Restoran kısmında kahvaltı hazırlıkları yapılıyor. Masaya oturduğumu gören bir garson kahvaltının henüz hazır olmadığını ancak çay veya kahve alabileceğimi söylüyor. Tesekkür edip çay istiyorum. Çayı masama koyarken dün gördüklerimden bahsedip ne düşündüğünü sorarcasına bakıyorum yüzüne. Ben Kongoluyum. Geleli bir yıl oldu. Bu çatışanlar çeteler, devlet güçleri de onlarla çatışıyor. Yorum yapmadan işinin başına dönüyor. Ikinci çayı getirdiğinde soruyorum. Peki burda kalmaktan korkmuyor musun? Kongo-Brazaville'e dönmek istemez misin?' Kongo-Brazaville'den değilim Kongo cumhuriyetinden geldim, orası buradan daha kötü. Gidiyor yine, bir daha masama uğramıyor. Ekip arabamızla oteli tam saatinde terkediyoruz. Şehir normal hayatına dönmüş gibi. Bakımlı binalardan oluşan birkaç caddeyi geçtikten sonra aynı su birikintileri, yıkık dökük dükkan ve evlerin bulunduğu mahalleleri geçiyoruz. Gözlerimle son fotoğrafları çekiyorum aklıma. Hayatta öğrenecek, kabul edecek, alışacak ne çok şey var. İnsanların, bir yerlerde sinek gibi öldürülmeleri, hiç iz bırakmadan yer yüzünden silinmeleri, diğer insanların hiç bir şey olmamış gibi yoluna devam etmesi gibi... İnsanlığa hiç bir şey olmamış gibi... Olmuyor mu yoksa? Havaalanı dün bıraktığımız gibi kalabalık ve gürültülü karşımıza çıkıyor. Yine askerlerin eşliğinde ekip arabasından inip terminal binasına giriyoruz. Birazdan uçağa çıkıp, Nairobi yolcularımız için hazırlıklara başlayacağız.
Yorumlarpinar ozkan
{ 25 Mart 2012 22:29:24 }
Mehmet Bey, bu bahsettigim Luanda ucusu 1997 yilinin ortalarinda yasandi.
mehmet akıncı
{ 23 Mart 2012 12:15:19 }
bu olay ne zaman oldu?
Hüseyin Aşuroğlu
{ 28 Ocak 2009 15:42:00 }
Yaklaşık 2.000 yıl önce Çin'de bir bilge varmış. Adamın biri yeni doğan kızını bu bilgeye götürmüş ve bebeği için dilekte bulunmasını istemiş. Bilge şöyle demiş: "Çocuğuna zenginlik dileyebilirim, fakat servet nihai anlamda önemli değildir. Ona şan-şöhret de dileyebilirim, ancak bu da eninde sonunda önemsizdir. Bu nedenle, ilginç zamanlarda yaşamasını dilerim." Sen de ilginç zamanlar yaşamışsın Pınar Özkan 23857 !
Ela Uluhan
{ 25 Kasım 2008 11:01:55 }
Oluyor, Pınar. İnsanlık, bu dünya üzerindeki tüm insanlar, hepimiz yol kenarına düşüp kalan cansız insanların yanından geçip gidiyoruz; televizyon görüntülerinde, gazete sayfalarında, aracısız, bire bir tanıklıklarda... Sonunda hep geçip gidiyoruz. Bundan daha büyük bir acı olabilir mi?
Diğer Sayfalar: 1. İnsanlığa olan bu: Geride kalan ve hiçbir gücün hafifletemeyeceği, katışıksız, bilinçli bir vahşetin içinde, geçip giderek yaşamak. Sağ ol.
Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|