|
|
istanbulKategori: Yaşam | 0 Yorum | Yazan: Aykut Yazgan | 15 Ekim 2008 00:50:11 doğru... ayni geçmiş yıllardaki gibi "dünyanın yeni yedi harikası yarışması için lütfen falanca siteye gidip 'ayasofya için oy verin' diyen ve hararetle muazzam bir kampanya yürüten (!) bir takım topluluklar ve insanlar, şimdi de 2010 senesinde istanbul'u avrupa'nın kültür başkenti ilan etmeyi bir şekilde başardılar.
olabilir. aferin onlara.. sevgili metin küpeli’nin yazdığı gibi “eti pilavı kim yediyse gerdeğe de herhalde onlar girecek.” silivri, sinanoba, beylikdüzü, avcılar’dan sarıyer, anadoluhisarı, pendik, yakacık, bayramoğlu ve gebze sınırına kadar yayılmış; bir metropol değil, bir megapol hiç değil, bir heyula, bir ucube, avrupa’nın başkenti olmaya hazırlanıyor. yukarlardan bakıldığında kentin herbir yanına dağılmış ve çöreklenmiş, hem kentin doğal yapısı hem de geleneksel mimarisi içinde kabuk bağlamış bir yara gibi çoğalan yüzlerce gecekondu... kentin oturulabilir, gezilebilir ve hayranlıkla izlenebilir mekanları içersinde cerahatli kanser gibi uç vermiş nice laz kalfa eseri çirkin yapılar.. beyrut şehrinin yıkılmasından sonra meydana gelen boşluk ve mekan kaymasından sonra belki de batı zenginliğinin gezip tozabileceği, har vurup harman savurabileceği gökdelenlerin, alışveriş merkezlerinin ölçüsüz ve tahammülsüzce cirit attıkları zavallı bir şehir.. ve her yağmurda sel basan mahalleler... her an kesilebilen elektrikler... yanıp tutuşan eski yalılar... devlet ve mafyanın yuttuğu şehrin akciğeri yeşil alanlar... kimsesiz sokak çocukları... ve bence en mühimi beş on kişi toplanıp özgürce bir şeyi ilan edemediğimiz, bir fikri savunamadığımız, aptal bir güce karşı gösteri yapamadığımız, yürüyemediğimiz... yürüyemediğimiz... yalnız ve yalnız ‘promenad’ için ayak sürtebildiğimiz kaldırım fukarası, kimi yerde delik deşik zavallı sokaklarımız... sanırım bir başkent fikrini ortaya atanlar ve bunu hazırlayanlar bir zamanlar eşsiz güzelliklere sahip bu şehrin halen bir iki kırıntı kültür mirasını barındırabilen merkezdeki bir iki ilçeyi istanbul’un kendisi zannediyorlar. istanbul deyince yalnız uçaklarla yukarlardan çekilen fotoğraflarda görünen ve zararsız turistlere üç beş paraya yutturabildiğimiz ayasofya, sultanahmet meydanı ve önündeki bir bölümde deniz ile kız kulesi manzarasının görünebilidiği kartpostal olduğunu düşünüyorlar. istanbul’da, dolaşılabilir, gezilebilir ondan bir tat alınabilir yerlerin, -kısacası onlar için - yalnızca bu bir iki mekandan ibaret olduğunu sanıyorlar. şurada bir tiyatro, şurada bir iki sergi salonu, beri tarafta üç beş bar ve her sene artık bıkkınlık verecek kadar rutinleşen festivaller.. sinemasından jazz’ına kadar... eninde sonunda, çepeçevre koyu bir nemelazımcılık, bir hoyratlık, bir nobranlık, bir kabalık, bir yozluk ve düşüşle etrafı çepeçevre kuşatılmış, sarılmış bir şehirde beş on kişinin bir asgari ücret tutarında görebilecekleri, izleyebilecekleri etkinlikler.. aslında bunları yazmak istemiyordum. benim yazmak istediğim, aklıma takılan, avrupa başkenti namzedimizin şehir arması, logosu veya herneyi ise.. olayın kısa tarihini hafızalarda tazelemek için: istanbul büyükşehir belediyesi’nin hâlihazırda kullandığı logonun ortaya çıkışı dr. fahri atabey’in belediye başkanlığı dönemine raslamaktadır. 15 ekim 1969 yılında açılan yarışmayı kazanan grafiker metin edremit’in tasarımı istanbul’un simgesi olarak kabul edilmiştir. arma sırasıyla boğaz’ı, surları, camileri, yedi tepeyi, denizi ve adaları simgelemektedir. bu konu, o dönem yayınlanan istanbul belediyesi aylık meslek ve sanat dergisi'nde şöyle anlatılıyor: "istanbul'un arması" berlin'in ayı, paris'in yelkenli gemi, münih'in rahip kız, roma'nın çocukları emziren kurt, stutgart'ın atı, hamburg'un aslanlı kapı ile sembolize edilmesi gibi, istanbul da bundan sonra bir arma ile temsil edilecektir. vilayetin açtığı müsabaka sonunda grafiker metin edremit'in amblemi yarışmayı kazanmıştır. eser birincilik, ikincilik ve üçüncülük ödülünü birden kazanmış ve sahibine 18 bin lira verilmiştir. avrupa şehirlerinin armaları.. (logoları değil !..çünkü logo yönetim ve halkla ilişkilerin de dayatılmasıyla, kamuoyunun yapılan hizmetlerden haberdar edilmesi ve bilgilenme / bilgilendirme işlevinin yerine getirilmesi için ve ticari bir anlayışın resmedilmesi ve dolaysıyla bir iletişim aracı olarak karşımıza çıkmaktadır.) halbuki avrupa şehirlerinin armaları, arma olabilmek ve bir kişiyi, bir aileyi ve bir şehri temsil edebilmek için bu işe ondördüncü asrın ortalarında başlamışlar. heraldik olarak ta bilinen arma bilimi / sanatı eski fransızca ‘hiraudi’ den geliyor ve zırhlar ve zırhlı giyisiler anlamında kullanılıyordu. daha sonraları savaşlarda ve saray turnuvalarında tamamen zırhlarla ve zırhlı başlıklarla donanmış şövalyelerin hasımlarını başlıklarındaki bir ufacık yarıktan görüp ayırt edebilmeleri için her bir savaşan taraf göğsünü başını çeşitli renkler ve süslerle donatmıştır ki dost düşman birbirinden ayırt edile.. bu gelenek (herladik..) babadan oğula, sülalerce sürüp giderek bugünkü batı kültürüne / geleneğine has olan bir arma geleneği, hatta bilim doğmuş. fakat şunu da hemen belirtmek gerekir ki gerekçeleri ilk başlangıçta ne oursa olsun, temeli bir olaya, bir tarihe, bir düşünceye ve fikre dayanan, yani iptidada temsil ettiği bir şey, bir başkasından ayırt olma, ve bir yere ait olma.. bir gelenek.. gelelim istanbul’un logosuna.. buna arma diyemiyeceğiz. zira yukardaki tarihi sürecinin ve arma tanımının hiçbir kısmına uymuyor. ancak tanıtım ve satış için geçerli, akılda kolay kalabilen bir marka.. yalnızca resmi binalarda ve mütevazi ölçüler içersinde sergilenen az miktardaki avrupa şehir armalarının aksine, bu hali ile istanbul logosu inanılmaz bir görmemişliğin, bir yozluğun sonucu her oto yolun yamacına, her yeni yapılan geçide, her caddenin bir yerine, önüne gelen duvara, direğe, üst geçide, alt geçide, bayraklara, flamalara, gerekli ve gereksiz her yer konulup cola turca’ya rekabet edercesine insanların gözüne sokulmaya çalışılıyor. zaten amaç ta bu değil mi? fakat iş bununla da bitmiyor benim için. istanbul’un bir şekilde anlatılması, tanıtılması, daha da önemlisi temsil edilmesi, tarihi ve coğrafyası ve herşeyi ile bir yerlere dayandırılması gerekiyor. tanıtım, satış ve reklam için dahi olsa istanbu’lun coğrafyası herhalde iki adet spesifik hisarın arasında ince bir çizgi ile resmedilen bir boğaz ile dört tane adadan ‘müteşekkil’ değildir. coğrafya, ya da bu hali ile topografik olarak orta yere kondurulan yedi tepe belki makul olabilir.. ama bu yedi tepenin, yani batı roma’nın kardeşinin bir inanç abidesi ile çerçevelenmesi, daha çok ablukaya alınmasına tahammül etmek zor. tam orta yerde dört adet minare ve bir kubbeyle bütün bir logoyu hakimiyeti altına alan bir cami sembolü istanbul’un logosunda, istanbul’un coğrafyası, istanbul’un tarihi ve geçmişi namı hesabına bu kadar büyük bir yer tutamaz ve bir istanbul gibi bir kentin logosunda bu kadar temsil hakkına sahip olamaz. ve asıl şehir demek olan şehri, yedi tane tepeyi karnında, yutmuş bir yuvarlakla temsil edemez. istanbul bir inancın abidesi ile temsil edilemez. istanbul onlarca kilometre uzunlukta kenarlarını bir mücevher gibi süsleyen binlerce yalı ve yapı dururken, hiçbir mimari değeri olmayan ve şimdilerde de sadece kara murat filimlerinin çevrildiği iki adet muharebe kalesi ile de temsil edilemez. istanbul daha çok içinde savaş olmayan, içinde kör inanç olmayan, şanlı bir tarihin değil, fakat daha çok senelerin biriktirdiği rafine bir kültürün simgeleri ile anlatılır... temsil edilir... edilmeliydi... fakat ne yazık ki hem ‘rafine’ yi hem de ‘kültür’ ü son damlasına kadar tükettik...
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|