A Yorum
  Acilis Sayfasi Yap Sik Kullanilanlara Ekle  

   
A yorum Kurum
iletisim
login
yayin ilkeleri...



yazi dizileri

Yazı karekteri : (+) Büyük | (-) Küçük

İlginç Bir Öykü - Hıçkırıkgiller

Kategori Kategori: Kültür/Sanat | Yorumlar 4 Yorum | Yazar Yazan: A Yorum | 25 Eylül 2008 14:06:01

Yüzeyinde Orhan Pamuk görünse de Nihat Ziyalan kendi hayatını didikliyor. Hayran olduğu yazarın, yazarla birlikte geçirdiği zamanın ruh durumunda yarattığı fırtınayı öyküsüne konu yaparken, yaşanmışa, önemli bir yazarla ilgili değer yargılarına saplanıp kalmıyor, kurmacanın boyunduruğunda yol alıyor. Acımasızca kendiyle uğraşan bir yazar Ziyalan. Orhan Pamuk'un da bu öyküden tad alacağını umuyoruz.

 
 
“Beyefendi,
 
 
Müşterek arkadaşımıza e-maille gönderdiğiniz öykü taslağınızı o da bana yönlendirdi.
 
Üzülerek okudum.
 
Üzüntüm beni sevimsiz göstermek için kaleminizi zorlamanız değil.  Kendinize bu denli acımasız olmanızdır.
 
Her okuduğumdan ders çıkardığım gibi sizin taslağınızdan da ders çıkardım: Bundan sonra yeni tanıdığım birinin yanında içimi açmayacağım. Hele bu bir yazar heveslisiyse.
 
Yalan yazmışsınız demiyorum. Söylemişimdir ve öyle davranmışımdır.  Çünkü benim yapım bu.  Fakat sizin yapınız için ne demeli?
 
İçinde ismim geçmese bile esamem  geçtikten sonra elbette bir yerlerde basılır taslağınız.  Hatta satmayacak olan kitabınıza bile alabilirsiniz.  Kazancınız bir HİÇ olacaktır.  Ama benim; ülkeme, sizlere kazandırdıklarıma bir bakın.
 
Ne yazık ki beni örnek alın diyemiyorum. Çünkü bu hem kapasite meselesi hem de kusura bakmayın ama  yaşı bunaklık sınırına dayanmış birinin yapacağı iş değil. Kuşkusuz bu da beni ilgilendirmez.
 
Üzüldüğümü başta da söylemiştim efendim.
 
 
Not:  Manhattan’da gezerken burada doktorluk yapan oğlunuzla karşılaştım. Çok şeker bir şey.  İyi ki size çekmemiş.”
 
 
 
 
HIÇKIRIKGİLLER
 
 
                                                              NİHAT ZİYALAN
 
 
Kamışlarımız elimizde Bondi Beach’in tarihi helasında yan yana işiyoruz.
 
Bir gazetenin açtığı yarışmada ödül alan ilk romanı yayımlandığında çoktan Avustralya’ya göçmüştüm.
 
Hemen getirtmiştim kitabı.
 
Son on üç yılımı geçirdiğim İstanbul’un Nişantaşı semtinde geçiyordu roman. Kalın kitabın çoğu yerinde Poyracık Sokak’taki hayatımı tekrar yaşamıştım hayalimde.  
 
Gözüm nemlenerek okurken hemen her sayfada içimdeki Hıçkırık çocuğuyla boğuştum.  İlkokul üçüncü sınıfta okumayı öğrenmemin şerefine babamın bir kutsal kitap gibi tutarak getirdiği Hıçkırık! Senin kültürünün temelini oluşturuyorum! Oraya beton attım!  Bensiz yapamazsın! Seni aştım! Bana hükmedemezsin! Okuduğun ilk kitap oluğuma göre benden kaçamazsın. Çok yapışkansın! Sana ne yaptım?  Çocukluğumu ağlattın!  Daha ne yapacaksın? Üstelik sık sık karşıma dikiliyorsun!
 
Neyse.
 
Sonraki romanı Sessiz Ev, Marquez’in Başkan Babamızın Son Günü gibi ağır gelmişti bana. Neyseki Beyaz Kale hafifletmişti bu ağırlığı.  Kolay okunan ama derinlikli
bir romandı Beyaz Kale.
 
Yazarlığına koşut: Yakışıklı, genç, beyaz tenliydi.
 
Boşuna değildi  1992 Adelaide Yazarlar Festivali’ne çağrılması. Oradan Sydney’e biz hayranlarının yanına uçmuştu.
 
Elle tutulabilen en mahrem yanımızla işte yan yanaydık.
 
Kendimi tutamayıp sordum.
 
“Salt seçkinler değil Kerime Nadir okuyucuları da sizin hayranınız. Buna ne diyorsunuz?”
 
Onun şırıltısı bir an kesildi sonra devam etti.
 
“Bilerek yapıyorum.  Her kesimin yazarı olmak için gayret sarfediyorum.”
 
Ben acaba hangi kesimin okuyucusuydum?
 
Bu sırada beğendiğim şairi o da beğeniyor mu diye bir meraka düştüm?
 
“İstanbul Belediyesi’nin düzenlediği Uluslararası Şiir Festivali’ne Ece Ayhan’ı çağırmamışlar.”
 
“Ayıp etmişler!”
 
Bu ne demek şimdi? Ne demek olacak?  Aynı şairi seviyorsunuz kaz kafa! İçimin sesi vişneli dondurma yalamışım gibi bir tat verdi havama.
 
Yanımız sıra duşa gidenlerin taşıdığı deniz kokusu duyularımızı kışkırtıp duruyor.  Kurulanarak dönenlerin birbiriyle konuşmaları, seslerinin ferah tınısı, biraz önceki kışkırtıcılığı bir başka boyuta sürüyordu.
 
Heladan kumsala değil çıplaklığa çıkmıştık.
 
Sere serpelerden bazısı şöyle bir süzdü onu. Giyinik halimiz göz alıyorsa  ben de giyiniğim.  Eee!  Fakat o ilgilenmedi kendini süzenlerle. Sörf yapanların sudaki zik zaklarını belleğine çizer gibi bakıp durdu. Kabarıp duran mavilik de azdırıcıydı.
 
Kim olsa dayanamazdı.
 
Soyunmaya başladı.
 
“Denize gireceğim.”
 
Soyunmak değildi bu. Yatakta çırılçıplak kendisini bekleyen  bir kadının kollarına bir an önce atılmak için üstündekileri  çıkarıp fırlatmak çıkarıp fırlatmaktı.
 
Sıcaklığını taşıyan parçaları havada yakalamaya çalışıyor, tutamayıp düşürdüklerimin  kumunu üfleyip katlayarak düzene koyuyordum.
 
Soyundukça sanki kutsal bir ışık saçan bedeni ortaya çıktı.
 
Yüzmetreyle dalgaların kucağına doğru uçarken sadık bir köpek  gibi arkasından koşturup havlar gibi bağırdım “aman dikkat edin buranın dalgaları azgındır!” Peki Zonguldak denizinden de mi azgın;  birkaç metre ötedeki kıyıya varmak için çırpınırken, iki kez yere çarpıldığım Zonguldak denizinden? Ama yabancı bir diyar burası. Gurbetin denizi.
 
Elimde ayakkabısı, gözlüğü, bir durum olursa atılıp kurtarma güdüsüyle izleye izleye elbise nöbetine durdum.
 
Hay Allah! Bir ayakkabı ancak bu kadar hırpalanır!  Bağcıkları çözmeden giyersen olacağı budur!  Belki de vakti kıymetli olanlara özgü bir ayakkabı giyme tarzı olmalı bu. Evet evet acelesi olan değil vakti kıymetli olan.
 
Kıyamıyordum ayakkabıyı kuma bırakmaya.  Sol tek elbette sol elimde, gözlük ve sağ tek de sağ elimde... Yani bir kuyruk sallamam eksik!
 
Aslında korkum yersizmiş.  Usta bir yüzücü gibi kulaç atıyor.  Nedense başını suyun üstünde tutmuyor? Belki de dibi görmek istiyordur. Kumdan başka ne görebilir ki?
 
Nihayet çıktı.
 
Doyuma ulaşmış bir yürüyüşle gelirken şimdi de kendimi çaresiz bir tellak gibi gördüm. Deniz hamamından çıkan denizkızına hay Allah! Ağzımdan çıkanı eşek arısı soksun! Denizerkeğine verecek bir havlum, tutacak bir peştemalım bile yok!  
 
Ayakkabısını elimde görünce yüzü bir tuhaf oldu.
 
Arka cebi şişkin cüzdanlı pantolon; fanila-çorap- mavi gömlek, ceket!  Depo nöbetçisi devir teslime hazırdır komutanım!
 
Güneş vardı ama nihayet mart güneşiydi. Burada mart yazın sonu demekti.  Bir de hafiften rüzgar çıkmaz mı? Bu sırada  kumda zıplayarak kurumaya çalışması da beni telaşa düşürmüştü.
 
“Üşüteceksiniz.”
 
Yüksek sesle teyzem gibisiniz mi anneannem gibisiniz mi diye birşeyler söyledi. Azarlama tonuyla değil, nedir sizin elinizden çektiğim diye yakınan tondaydı. Siz’li, kesinlikle sen’li olmayan.  Üşütecek telaşına bir de bu yakınma eklenince duygularım birbirine dolaştı.
 
Kızgınlıkla elbisesini topladı.  Ayakkabıyla gözlüğü de elimden çekip giyinmek için helaya gitti.
 
Demin durduğu yer ıslaktı.  Kendimi oraya dikerek bekledim.
 
Gülümseyerek çıkıp geldi.  Biraz önce ayakkabısıyla gözlüğünü kızgınlıkla elimden çekip alan o değildi sanki.
 
Plajı bölen yolu aşıp karşı tarafa geçerken; ceketinin iç cebinden, bir parşömenin yarı boyundaki defterini çıkarıp yazmaya başladı. Bir zamanlar Ankara’da Orhan Peker’in İspanyol Defteri’ni nasıl çalmak istediysem bu defteri de çalma isteğiyle kıvranmaya başladım. Belki de yazacağı roman için not tutuyordu. Yaratıcılık adına çalma isteğime kilit vurmak zorunda kaldım.
 
İncinik değildi yürüyüşüm. Bir sanatçının rahatsız edilmemesi gereken bir zamana eşlik ediyordum. 
 
Kaldırım boyunca sıralanan yiyecek dükkanlarına dikkat kesilmişti.
 
“Canım hamur istiyor.”
 
Sesimi çıkarmadım.
 
Yağda kızarmış hamura o kadar tuz serpilmez ki!  Karışma!  Tuz damar sertliği yapar ondan korkuyorum.  Belki de yaratıcılığı tuzla besleniyordur!
 
Oteline vardığımızda resepsiyondaki hanım bir dakika önce denizaşırı telefonla arandığını söyleyip arayanın bıraktığı numarayı verdi. Kadına lütfen siz arar mısınız derken Amerikan aksanlı İngilizcesini hayranlıkla dinledim.
 
İstemeye istemeye yanından uzaklaştığım için kulak kesildiğim halde duyamadım söylediklerini.
 
Yalnız hoşuna gitmeyen şeyler işittiği belliydi.
 
“Japonlar kitabımı almamış...”
 
Bir şey diyemedim. Çünkü bana söylenmiş şeyler değildi. Kendi kendine konuşur gibiydi.
 
Ertesi gün (boynumda fotoğraf makinem) erkenden şehre gidip Beyaz Kale’nin İngilizcesini aldım.  Ama kitapçıda hayatım boyunca unutamayacağım hoş bir olay yaşadım.  Yıllar önce çalıştığım Demiryolları’ndaki İngilizce öğretmenim de orada kitap bakınıyordu.   “Türkçesinden okudum çok güzel bir roman” diyerek kendisine bir Beyaz Kale armağan ettim.  Daha önceleri kendimi hep ezik hissettiğim öğretmenimin karşısında; bizden de böyle dünya çapında yazar çıkıyor işte diyen, dik bir duruşum vardı.
 
Kitapçıdaki dik duruşumla, o havayla otele vardığımda terasta kahve içiyordu. Merhabalaştıktan sonra gülerek buyur etti.  Oturmadım.  İmza günündeki bir hayranıymışım gibi kitabı önüne koyarak imzalamasını bekledim.  Kahvesini yudumlarken çiziktirivermesi beni yüreğimden vurmuştu. Kendimi sıktım sıktım ama dayanamadım.
 
“Salt imza mı ? Birşeyler de yazmanızı beklerdim doğrusu!”
 
Ağzına geleni söylememek için kendini zor tuttuğunu farkettim. Aslında haklıydı.  Ben kimdim ki?  Ama kitapçıdan beri içimi kemiren soruyu da sormadan edemedim.
 
“Birisi çevirmiş romanınızı. Dün konuşurken duydum çok iyiydiniz. Niçin İngilizce yazmıyorsunuz?”
 
“Deli misiniz?  Bir yazar ancak anadiliyle hissedebilir.”
 
Susup kaldım.
 
“Antalya Film Festivali’nden aradılar. Ömer Kavur’a yazdığım senaryoyla elli bin liralık ödülü almışım.  Böylece Japonların açığını kapamış oldum.”
 
“Kutlarım.”
 
Demek ki dün kendi kendine değil bana konuşmuş.
 
New South Wales Gallery’in karşısındaki parka sanki sihirli bir kapıdan girmiştik.  Perili filmlerdeki gibi gizemli bir havaydı bizi karşılayan.  Yıllardır Sydney’de yaşadığım halde böyle ürpertici bir yerin varlığından haberim yoktu.  Fakat o burayı mesken tutmuş bir rahatlıktaydı. Devasa ağaçları; çiçekleri,  bitki örtüsünü tanıyormuş gibi yürüyüp, kara defterine notlar düşüyordu.  Bir yandan da bana, gördüklerinin  öyküsünü anlatıyordu. Nereden gelmiş kaç yaşında?
 
Dün kumdaki çıplaklığa tanık olmuştum bugünse çimdekine oluyordum. Kumdaki sere serpeliğe biraz ötedeki denizin çağrısı egemendi.  Çimdekine yeşilliğin.  Orada denizi düşünen bir yayılma vardı. Burada baskın olan cinsellikti:  Koklaşanlar... Elleşenler... Öpüşenler...  Bitki örtüsünün sunduğu özgür ortamda keyif çatanları kaçamak bakışlarla izliyor ama fotograf çekemiyordum.  Ya rahatsız edersem!
 
“Cevdet Bey Ve Oğullarını çok sevmiştim.  Etkisinde kaldığım birkaç romandan biridir.“
 
“ Elimden gelse yakıp yoketmek isterdim. Ama Beyaz Kale’yi çok beğenirim. ”
 
Acaba benimle dalga mı geçiyor diye araştırarak baktım. Hayır dalga geçmiyordu. İç dünyasıyla boğuşan, bundan ötürü acı çeken bir yüz anlatımı vardı.  Sonra başladı postmodern romanı anlatmaya.  Söylediklerini kavramak için kendimi zorluyor fakat bir şey anlamıyordum. Uzun uzun konuşup sanki ezberini geçti. Ben de salaklığımı!
 
“Bir jeeple karış karış Avustralya’yı dolaşarak burada bir roman yazmayı çok isterdim.”
 
Belki beni de yanına alır diye heyecanlanmıştım.  “Niçin yapmıyorsunuz?”
 
“Programım çok dolu.”
 
Hayranlıkla yüzüne bakabildim ancak.
 
Yürürken yürürken Yaşar Kemal’in artık Nobel alması gerektiğini; çok geç kalındığını vurgulayan bir konuşmaya giriştim...  (Bu arada hayranı olduğum yazarın; Adana’da karısı Tilda’yla, o sırada çalıştığım kitapçıya gelip bana soyadımla seslenişi geçiyordu gözümün önünden:  Yanık tenli dev gibi bir adamla beline gelen çıtı pıtı bir hanım...)
 
“Türkiye’de Nobel’i ancak ben alırım.”
 
Sözümü, gözümün önünden geçenleri kesen daha üç romanlı bir yazardı.  Hiç inanmamıştım söylediklerine.  Bozmadım. Ne de olsa konuk sayılırdı. Bu sırada parkın doğal ortamından tarihi bir kapıyla Opera House’un çağçıl ortamına çıkıvermiştik.
 
Bir turist hanıma resmimizi çekmesi için fotoğraf makinemi verdim.
 
Unutamayacağım bir gün yaşamıştım.
 
Akşam onuruna verilen yemekte görüşmek üzere ayrıldığımda doyamamıştım geçirdiğim güne.
 
Kasvetli bir yerdi.  Daha çok üniversite mezunlarının sıralandığı masalar, çatal-bıçak sesleri.  Sıkılmıştım ama o gelecek diye avutuyordum kendimi.  Geç kalmıştı.  Belki de buranın havasını sezinleyerek ağırdan alıyordu. Gelsin bizi eğlendirsin diyen bir topluluk değildi. Gurbetteyiz işte!  Dertleşelim!  Katkısıyla anı tazeliyelim!
 
İçeri girince aramıza bir yıldız düşmüş gibi onu uzun uzun alkışladık.  Beni arayarak gözucuyla selamlaması hoştu doğrusu. Kısa süren yemek faslından sonra masadan masaya konuşmalar başladı.  Edebiyattan uzak sıradan sorular soruluyor o da dalgasını geçerek yanıtlıyordu.  Bir süre sonra hangi futbol takımını tutuyorsunuz, yemeklerden ne seversiniz, sevdiğiniz renk nedir gibi sorular tedirginlik yarattı konuğumuzda.
 
Rakı sever misiniz diye soran hanıma değil de; ortaya, ben böyle saçma sapan soruları yanıtlamak için gelmedim buraya dedikten sonra gene bir yıldız gibi kayıp gitti. Arkasından konuşmalar onu geri getirmedi kuşkusuz.  Masadan masaya şahin uçurmalarla gece kurtarılmaya çalışıldı. Ama ben düzyazıya da geçme kararı aldım o akşam. Yeşilçam’da çok yıldız tanımıştım; fakat romancı bir yıldıza imrenmiş, üstelik onu kıskanmıştım. Bundan sonra salt şiir değil; öykü, roman da olacaktı hayatımda.
 
Yazdığı her romanla Türkiye’de ve dışarıda ünlenip durdu yıldızım.  Sonunda da Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldı. Daha üçüncü romanında Nobel’e okunu germiş germiş sonunda on ikiden vurmuştu.  Zamanında ona inanmadığım için yuhalamıştım kendimi.
 
Nobel’den sonraki romanı Masumiyet Müzesi’nin postadan çıkmasını beklerken bir arkadaşımdan şöyle bir ileti geldi Masumiyet Müzesi internete düşmüş ekte yolluyorum.  Bir yakınımın kızı kötü yola düşmüş gibi içim cız etti.  Eki açmamak için çok direndim ama dayanamadım.  Ancak otuz sayfa okuyabildim.  Bilgisayarda okumak eziyet!  Okuduğum kadarıyla: Oğlan varsıl kız yoksul.
 
Yeşilçam’da çok oynamıştım öyle filmlerde. Burada televizyondan  seyrettiğim Türk dizilerinden de hemen her gün bir ikisini çakıyorum ha burama.
 
Kitap gibisi var mı?  Kapağıyla birlikte altı yüz sayfalık Masumiyet Müzesi’ni postacı değil özel kurye getirdi. Kitabı gönderen Adana’daki hemşerim gene göstermişti dostluğunu.
 
İçeriğini birazcık bildiğim halde kitabı bir mücevher kutusu gibi dakikalarca okşadım. O sırada gülümseyerek beni izleyen hamile kızıma uzattım.
 
“Ağır kaldıramam baba sonra çocuğumu düşürürüm.”
 
Gülüştük.
 
Daha ilk sayfada ilkokuldan beri içimde kıvranıp duran Hıçkırık sülüğü saldırıverdi.
 
Sayfaları çevirdikçe sülüğün semirmesini ürpererek duyumsuyorum.
 
 
Sydney 2008

Facebook'ta paylaş   |   Twitter'da paylaş


 | Puan: 10 / 1 Oy | Yazdırılabilir SayfaYazdır

Yorumlar

deniz { 28 Eylül 2008 12:27:52 }
cok kolay anlasilacak bir oyku degil hickirikgiller.

yasananla kurgulananin sinirlari ic ice gectigi icin degil. soz konusu iki yazarin karsilasmasi oldugu icin. ustelik bunlardan biri bu karsilasmadan sonra turkiye'ye nobel getirmis,hem zengin hem unlu hem dahi piril piril bir yildiz yazar. digeri ise eski bir artist, sairlikten duz yaziya geciyor, kosesinde romanlar yaziyor, devletten aldigi emekli maasi ile kit kanaat gecinmeye calisiyor.

en bastaki, orhan pamuk'dan gelen mektubun yazar tarafindan kurgulandigini dusunebiliriz.

bunun disinda yazar, pamuk'la ilgili her satirin gercek oldugunu soyluyor.

eger bu oykuyu, orhan pamuk'u tanimak icin okuyanlar varsa, yildiz yazarla ilgili on yargilarina bagli olarak sasirabilir, ya da sasirmaz.

oykuyu, nihat ziyalan'in oykusunu okumak icin okuyanlar, yazarla dunyaya yaziya bakisi ile ilgili satirlar okuyacaklar.

oyku butunuyle keyif veriyior. yazar, orhan pamuk'a ne kadar hayransa da, ne kadar cuvaldizi kendine batiriyorsa da, pamuk'un yildizliginin onu kandirmadigini, pamuk'dan gelen her isigin onun gozlerini kamastirmayacagini anliyoruz.

nihat ziyalan da dogru yer zamanda dogmus olsaydi, dogru tavirlar icinde olsaydi, kaleminin yaraticiliginin gucunu de kullanarak bir yildiz yazara donusebilirdi.

bu cok zor bir olasilik artik ama her olasiliga karsin, dilerim nihat ziyalan hic bir zaman bir yildiza donusmez. hep yalnizca bir yazar olarak kalir.

sevgilerimle,

deniz kizi
Gündoğdu { 27 Eylül 2008 13:10:25 }
İki tür insan vardır: Biri, birilerini tanımış olmakla övünen, öteki birilerinin kendisini tanımış olmakla övündüğü...
Ümit Köreken { 26 Eylül 2008 10:36:31 }
İRONİ DOLU BİR ÖYKÜ
"Öykülerim gerçekçidir ama benim gerçeğimdir. Çıkışı, yani baslangıcı gerçek bir olaydan yola çıkabilir. Ama dönüştürür, o gerçekliği yeniden, tazelikler içeren bir solukla vermeye calışırım."
Nihat Ağabey öykülerinden biri için bu yorumu yapmıştı.
Tıpkı yukardaki öyküsünde olduğu gibi...
İç acıtıcı bir öykü Hıçkırıkgiller.
Egoları bu kadar yüksek bir işle uğraşırken bir başka yazarın hayranı olarak kurgu yapmak erdemini gösteriyor Nihat ağabey.
Oğuz Atay'ın romanlarını duyumsattı bana.
Teşekkürler.
Ümit Köreken
nihat ziyalan { 25 Eylül 2008 22:06:30 }
GERÇEĞİ DÖNÜŞTÜRMEk

Öyküme yorum yazmak değil kaygım.

Edebiyat yapıtında gerçeğin dönüştürülmesine örnek göstermek içindir.

Hıçkırıkgiller'de Orhan Pamuk'lu satırlar gerçektir. Ağzından çıkan sözler ona aittir. Ekleme veya çıkarma yapmış değilim. Yapamazdım.

Çünkü Orhan Pamuk'la bir sorunum yok. Benim için Nobel almş yapıtlarını keyifle okuduğum bir yazardır.

Benim zorum kendimle. Gerçek Orhan Pamuktur. Dönüştürülen, karşısındaki, ona hayran kişiliktir.

Öykünün tutuşması, enerjisi buradan güç kazanıyor.

Daha doğrusu bunu becermeye çalıştım.

Alaysamalı bir dil örgüsü var ama çok acımasız.

Gözyaşartıcı.

Dostlukla.

Nihat Ziyalan

Diğer Sayfalar: 1.

 

Yorum Yazın



KalınİtalikAltçizgiliLink  
Simge Ekle

    

    

    

    







'Büyük Osmanlı Soygunu': 10 maddede Eric Adams davası…
İSTİHAB HADDİ
Türbülans vakaları iklim değişikliği etkisi mi?
Dünyanın gözü kulağı Ortadoğuda: İran-İsrail gerilimi tırmanıyor.
İsrail, Gazze'de yardım konvoyunu hedef aldı: Biri Avustralyalı 7 kişi öldürüldü

TRUMPİST BİR DÜNYADA ERTESİ GÜN
Seküler Yahudiler rahatsız: "İsrail, İran olacak"
Avusturya seçimleri: Aşırı sağ sandıktan birinci çıktı.
Avustralya binlerce vatandaşına Lübnan'ı terk etmelerini tavsiye etti.
New York Belediye Başkanı Türkiye'den rüşvet mi aldı?

Türkiye işçiler için bir cehennem
İkinci Trump dönemi: Küresel ekonomi nasıl etkilenecek?
AB, çoğunluk sağlanamamasına rağmen Çinli elektrikli araçlara ek gümrük vergisini onayladı.
Türkiye'de ekonomi politikaları konkordato ve iflasları patlattı.
Türkiye'de açlık sınırı 20 bin TL'ye dayandı

Türkiye'de Covid-19 salgını yaşam süresini azalttı.
Uzmanlar uyardı: "Uzun yaşayanlardan tavsiye almayın"
Fahri Kiamil
İki annenin başlattığı akıllı telefon karşıtı hareket çığ gibi büyüdü
Afganistan'da onlarca arkeolojik alan buldozerle yıkılarak yağmaya açıldı.

"İNEK BAYRAMI" ekitap
Dünya tarihini şekillendiren 6 içecek türü
Taş Kağıt Makas Oyunu (Jan Ken Pon)
"DUHOK KONUŞUYOR" ekitap
ENTERNASYONAL

Tokyo’dan Hasanlar’a, Kudüs’te bir mahkemeden bizim buralara…
“KADERİMİZ DIŞARDAN YAZILAMAZ - DIŞARI KADERİ BELİRLEYEMEZ…”
Niyetime İlham
KİBİRLİ GÜÇ ZEHİR - ERDEMLİ BİLİM PANZEHİR
KARARLILIK - KİŞİSEL ALTYAPI

Yarasaların azalmasıyla bebek ölümlerinin ilişkili olduğu ortaya çıktı.
AB İklim İzleme Servisi: 2024 yazı kaydedilen en sıcak yaz oldu.
Akdeniz'deki yaşam yok oluşun eşiğine gelmiş.
Su üzerindeki iklim değişikliği baskısı Türkiye'yi su fakiri olmaya sürüklüyor.
Türkiye ve Yunanistan'daki kültürel miras alanlarının en az üçte biri yükselen deniz seviyesinin tehdidi altında.

Türkiye, kişisel verileri en çok sızdırılan 19.ülke
Apple otomobili ABD'de üretime bir adım daha yaklaştı.
Yaşgünün Kutlu Olsun James Webb Uzay Teleskobu
Su ve deterjan olmadan çalışan bir çamaşır makinesi
Akıl okuyabilen robot tasarladılar

İncil'de sözü edilen mistik ağaç 1000 yıllık tohumla yeniden yetiştirildi.
Karıncaların 66 milyon yıldır tarım yaptığı ortaya çıktı.
Antik Mısır'daki popüler masa oyununun şaşırtıcı kökenleri ortaya çıktı.
At binmenin kökenine dair ezber bozuldu.
Stephen Hawking'in ünlü paradoksu çözülmüş olabilir: Kara delikler aslında yok mu?

2023 yılında Türkye’de çocukların cinsel istismarı hakkında 40.000'den fazla dosya açıldı.
Çalışanların geliri son 20 yılda azaldı.
Türkiye’den göç eden Türklerin sayısında 5 yılda %243 artış
BM: Dünya nüfusu 2084'ten itibaren gerileyecek
Dünya nüfusunun ruh sağlığı giderek bozuluyor

Madeleine Riffaud est partie
GELDİKLERİ GİBİ GİDERLER
JOYCE BLAU, 18 Mart 1932-24 Ekim 2024
HIZLANAN TARİH
DERTLİ-MİR-DÖNE

Nereden Geldi Nereye Gidiyor
Atamın Sözleri
Cumhuriyet 101 Yaşında
Kadın ve Erkek
MAZRUF

Mimar Sinan: Bir Dehanın Yükselişi ve Osmanlı Mimarisinin Zirvesi
İskandinav Göçleri ve Vikinglerin Avrupa Üzerindeki Etkisi
Hümanizm Nedir?
Osmanlı’da kahve kültürü, Osmanlı’da kahve isimleri..
Amerika’da Ayrımcı Politikalar ve Siyahi Mücadele Tarihi


kose yazarlari En Cok Okunanlar
Son 30 günde en çok okunanlar
En Cok Okunanlar










Basa git