|
|
Erzurum'dan Amasra'ya... Hey gidi Karadeniz!Kategori: Yaşam | 4 Yorum | 23 Eylül 2008 10:43:34 Gezmek, yeni yerler görmek, yeni insanlarla kendi doğaları, kendi kültürleri içinde tanışmak kadar insanın ufkunu ne açabilir! Hele memleketimizin her köşesi birbirinden bu kadar farklıyken. Ama aynılaşıyor muyuz, aynılaşacağız derken çirkinleşiyor muyuz yoksa? En iyisi yola vurmak kendini. Yalnızca gözlemlemek, deneyimlemek için yola çıkmak. Ümit ve Nursen Köreken çiftinin yaptığı gibi.
11 Ağustos Sabah erken saatlerde çıkıyoruz Erzurum’dan. Bayburt, Gümüşhane, Giresun, Ordu üzerinden Samsun’a varmayı düşünüyoruz… Nursen’in uykulu gözleri gülüyor. Gezmeyi, görmeyi, yeni yerler keşfetmeyi öyle seviyor ki... Sıcak suyla doldurduğumuz termosu kucağına almış keyifli bir kahve hazırlığı içinde. Arabanın teybinde Kazım Koyuncu söylüyor: Hey gidi Karadeniz, Doldi da taşamadı. Etmiyelum sevdaluk, Edenler yaşamadi… Yollar bomboş. Serçeler geceden kalma artıkları toparlıyorlar sabahın çiğiyle nemlenmiş asfalt üzerinden. Sürüler halinde arabanın önünden geçip gidiyorlar. Bir kaçı oyun oynuyor bizimle. –Belki de yola çıkmanın sarhoşluğuyla bize öyle geliyor.- Arabanın önünde bir süre uçup birden alta doğru sorti yapıyorlar. Çarptığımızı sanarak telaşlanıyoruz. Ani bir manevrayla sağa ya da sola dönen serçe kendini bekleyen sürünün içine karışıveriyor. Derin bir oh çekiyoruz. Ağaçlar, kapısı sabaha yeni yeni açılan evler, geceden yol kenarlarında uyuyakalmış köpekler akıp gidiyor yanımızdan. Yolda olmak… Gidiyor olmak… Nereye olduğu ne fark eder?... Tatildeyiz. Havamız yerinde. Volkan Konak akordeon –akordeona benziyor ya da ne fark eder- eşliğinde bir türküye başlıyor: Zigana dağları geçit vermiyor. Yaşlı gözlerime uyku girmiyor. Hasretine düştüm günüm geçmiyor. Aylar oldu göremedim yar seni. Bayburt’tan Gümüşhane-Tirebolu yoluna sapıyoruz. Tirebolu’dan sonra Karadeniz sahil yolu başlıyor. Giresun ve Ordu’yu geçip öğleden sonra ikide Samsun’a varıyoruz. Erzurum’un kuru havasına alışmış ciğerlerimize nemli deniz havası dolduruyoruz. Çam ağaçlarının kokusu, iyot kokusuna karışıyor. Dalga sesleri çalınıyor kulaklarımıza. Deniz… Nasıl da özletiyor kendini. İnsanın kayalık falan demeyip kendini atası geliyor. Kalacak bir yer bulur bulmaz şehir turuna çıkıyoruz. Elbette ilk durağımız Bandırma Vapuru… Sahile doğru akan kalabalığa karışıyoruz. Köhne Bandırma Vapuru uzaktan seçiliyor. Vapura giden yolun kenarlarına yapılmış Kurtuluş Savaşı temalı rölyeflerin arasında yürüyoruz. Sırtlarında mermi taşıyan kadınların, çocukların, yaşlıların, kağnıların yanından geçip gidiyoruz, kâh içimiz burkularak, kâh gururdan tüylerimiz diken diken olarak. Siyah beyaz gövdesiyle yıllara meydan okuyor Bandırma Vapuru. Daracık merdiveninden tırmanıyoruz. Güverteye çıkar çıkmaz Atatürk ve silah arkadaşları karşılıyorlar bizi. Geminin kıç tarafındaki küçük kamarada, ahşap masanın etrafında oturuyorlar. Ortada Mustafa Kemal var. Çevresinde ona inanmış yol arkadaşları. Kurmayı düşündükleri yepyeni cumhuriyetin temellerini atıyorlar. Kadife perdeli pencerelerden güneş ışığı doluyor odaya. Denizden esen rüzgârla oynaşan gölgeler geçmişin ayak seslerini getirip bırakıyor düşüncelerimizin ortasına. Güvertede elinde süpürgeyle bir heykel karşılıyor bizi. Başında fesi, yüzünde olgun gülümsemesiyle güverteyi süpüren yaşlı bir adam bu. Bandırma vapuru köhneymiş! Aldırmıyor... Samsun’a kadar gidemezmiş! Öyle sansınlar… Karadeniz’in hırçın dalgalarında kaybolurmuş! Hikâye... Kim bilir belki de bir türkü mırıldanıyordur Paşa’nın sevdiklerinden. Manastırın ortasında var bir havuz, canım havuz, Dimetoka kızları hepsi de yavuz, biz çalar oynarız. Nursen küpeşteye dayanmış uzaklara bakıyor. Rüzgâr saçlarını yüzüne doluyor. Tatlı bir gülümsemeyle yanımdan usulca geçip Mustafa Kemal’in yattığı odanın kapısında duruyor. Yatağın üzerine boylu boyunca bir Türk bayrağı serilmiş. Başucundaki sarı ışıklı iki abajur aydınlatıyor odayı. Küçük bir çalışma masası, ahşap bir sandalye, birkaç kişisel eşya… İnsanın kurtuluş ateşinin bu vapurda yakıldığına inanası gelmiyor. Üst güverteye çıkan merdivenlerin yanındaki kapıdan giriyoruz. Daracık merdivenlerden geminin kazan dairesine iniyoruz. Restore edilen kazan dairesi bir sergi salonuna dönüştürülmüş. Atatürk’ün fotoğraflarıyla süslenmiş salonda geziniyoruz. Ortada durmuş iki adam hararetle bir şeyler tartışıyorlar. Hükümetin icraatlarını yerden yere vuruyor muhtar olduğunu söyleyen adam. Diğeri şiddetle karşı çıkıyor. Bir süre tartışarak yürüyorlar. Sonra konu değişiyor. İşten, mahalleden, çocuklardan laflıyorlar. Fotoğrafların önünde durup birlikte gururlanıyorlar. Yeniden tartışmaya başlıyorlar. Salondan çıkıyoruz. Denizin kokusu bir kere daha doluyor ciğerlerimize. Vapurdan inip kıyıdaki rengârenk çiçeklerin olduğu parka doğru yürüyoruz. Akşam yavaş yavaş iniyor Samsun’a. Balık yiyecek salaş bir yerler bakınıyoruz. Bulamıyoruz. Bir tavukçuda akşam yemeğimizi yiyoruz. Yorgun adımlarla kaldığımız pansiyona atıyoruz kendimizi. Ertesi sabah erkenden yola çıkmak için derin bir uykuya yatıyoruz. 12 Ağustos Sabah beş. Biz yoldayız. Yine serçeler... Kargalar ve saksağanlar da var bu kez. Yolumuz Sinop’a gidiyor. Toprağı bir halı gibi örtmüş yemyeşil ormanların içinden geçiyoruz. Ohh! Buraları Bulgaristan’a çok benziyor. diyor Nursen çocukluk günlerine, doğduğu topraklara duyduğu özlemle. Sinop Kalesi’nin önünde durup denize bakıyoruz uzun uzun. Sabahattin Ali’nin yazdığı o ünlü şiirin mısraları geliyor aklıma: Dışarıda deli dalgalar. Gelir duvarları yalar. Beni bu sesler oyalar. Aldırma gönül aldırma. Sinop’un dar sokaklarında yürüyoruz. İçimde bir yakınlık hissediyorum nedense ilk kez gördüğüm bu şehre: Elinde lambasıyla gündüz vakti insan aradığını söyleyen Diyojen’in şehri olduğundan mıdır, Sabahattin Ali’nin şiirinden midir? Öğle vakti ayrılıyoruz Sinop’tan. Bu kez yolumuz Amasra’ya gidiyor. Ama ne yol! Çift şeritli yapıldığını umduğumuz yolda çifte kaşarlı tosttan beter oluyoruz. Bir yanımız uçurum, bir yanımız dağ. İki otomobilin yan yana zor geçtiği bu virajlı yolda dört saat boyunca gidiyoruz. Nursen bir ara uyuyor da kurtuluyor bu işkenceden. Gözlerini açtığında hortlak görmüş gibi bana bakıyor. Benzim sararmış. Gözlerim çukurlarına kaçmış. Sağa çekip biraz soluklanıyoruz. Nursen’in ısrarlarına dayanamayıp şoför koltuğunu ona bırakıyorum. Ben de biraz uyuyup kendime geleceğim sözde. Gözlerimi kapatıyorum başım fırıl fırıl dönüyor. Açıyorum midemde bir şeyler sökün ediyor. Cide’ye kadar sürüyor bu zulüm. Yolun güzelliğini falan görecek hâl kalmıyor. Cide sahilinde durup bir çınar ağacının gölgesine seriliyoruz. Yarım saat kadar hiç kıpırdamadan yatıyoruz. Rıfat Ilgaz’ın evine gidelim mi artık? diye soruyor Nursen. Zar zor kalkıyoruz yerimizden. Rıfat Ilgaz’ın evini gösterecek birilerine bakınıyoruz. Yanımızdaki bankta oturan yaşlı amcaya yanaşıyoruz. Merhaba amca. Duymuyor. Biraz daha yüksek sesle.... Merhaba amca. Ağzında kalmış tek dişini göstererek gülümsüyor. Aleyküm selam. Rıfat Ilgaz’ın evini biliyor musun amca? Kim? Rıfat Ilgaz! diye bağırıyorum. Yanımızdan geçen birkaç çocuk tuhaf tuhaf bakıyorlar bize. Amca Rıfat Ilgaz ismini hatırlamaya çalışarak birkaç kez tekrarlıyor. Ardından uykumuzu açacak, yolun tüm yorgunluğunu unutturacak o cümleyi söylüyor: Çıkaramadım evladım. Telefonu yok mu sizde? Amcaya esaslı bir selam çakıp sahil boyunca yürüyoruz. 1980’lerde Cide’de bulunduğunu okumuştum Ilgaz’ın. Hatta tehdit edildiğini, oturduğu evin karşısındaki binaya evin taranacağına dair bir not asıldığını... Yolda bir başkasına soruyoruz. Ayrıntılarıyla tarif ediyor. Elimizle koymuş gibi buluyoruz evi. İki katlı ahşap binanın üst katına büyük bir Rıfat Ilgaz posteri asmışlar. Beyaz saçlarının altından tebessümle bakıyor. Eve yaklaştıkça kendi sesinden bir şiiri çalınıyor kulaklarımıza: Bir mevsim var ki üşütür yeşilliğimi, Ben geceyle gündüzü bilirim yılları değil. Ölümsüzlüğü getirdim kıyılarınıza, Düşlerimde hep uzak denizler... Kıyılar... Gidemem, bağlıyım toprağıma. On iki yaşlarında bir çocuk karşılıyor bizi kapıda. Kitap sergisine doğru yönlendiriyor hoş geldiniz diye mırıldanarak. Alt kata göz atıp ahşap merdivenlerden üst kata çıkıyoruz. Çocuk da peşimizde. Belli bize o tanıtacak evi. Rıfat Ilgaz bu evde doğdu, diyor önümüze çıkan ilk odaya girecekken. Ezberlediği şeyleri unutmaktan korkar gibi bir hali var. 1911 yılında bu evde doğdu, diye düzeltiyor. Yaşamının son yıllarını burada geçirdiğini anlatıyor biz duvarlardaki fotoğraflara bakarken. Bir fotoğrafta sahilde kıyafetleriyle yatıyor Rıfat Ilgaz. Bir başka fotoğrafta Tarık Akan ve Kemal Sunal’ın arasında oturuyor. Türkan Sultan’la bir diğerinde. Fotoğrafların bitiminde tek yataklı bir odaya giriyoruz. Üzeri kilim desenli bir örtüyle örtülmüş ahşap yatak duruyor duvar kenarında. Yastığının üzerinde bir baston, başucunda transistorlu radyo. Bunlar özel eşyaları, diyor çocuk odanın köşesinde duran ceket ve gömleği işaret ederek. Cam bir dolapta kalemler, not defterleri... Van Gogh’un kendi odasını resmettiği tablo geliyor aklıma. Onun kadar yalnız bu yatak da… Bu da son yazdığı şiir, diyor çocuk. El yazısıyla yazılmış şiirin önünde duruyoruz. Son Şiirim. Elim birine değsin, Isıtayım üşüdüyse. Boşa gitmesin son sıcaklığım! Akşam çökmeden ayrılıyoruz Cide’den. Bir kere daha vuruyoruz kendimizi bol virajlı orman yollarına. Bir saat sonra masmavi Amasra koyunu gören tepeden aşağıya doğru iniyoruz. Şehrin girişinde sekiz on katlı apartmanlar karşılıyor bizi. Biraz hayal kırıklığına uğruyoruz. Buranın henüz keşfedilmeyen bir yer olduğunu düşünüyorduk. Yanılmışız. Küçük bir tatil köyünü andırıyor. Oteller de öyle pahalı ki… İnsanlar evlerini bile pansiyon yapmışlar. Yaşlı bir teyzenin evini geziyoruz. Yan yana üç yatak konulmuş odayı gösteriyor bize. Gönülsüz davrandığımızı düşünmüş olmalı ki, hemen yanındaki karyolalı odayı gösteriyor. Badem bıyıklı bir adamla saçları topuz yapılmış bir kadının fotoğrafları asılı yatağın başucunda. Teşekkür edip ayrılıyoruz. Kalacak yer bulmayı en sona bırakıyoruz. Arabayı park edip tekne turuna katılmaya karar veriyoruz. Koydaki teknelerden birine biniyoruz. Kaptan köşkündeki puf koltuklara geçip oturuyoruz. Çay ister misiniz? Soruyor, adını sonradan öğrendiğimiz Meftun Kaptan. İstemez miyiz! Az sonra dumanı üstünde kıvrım kıvrım tüten koyu kırmızı çaylarımız geliyor. Hemen yanımızdaki açık pencereden esen rüzgâr yorgunluğumuzu alıp götürüyor. Meftun Kaptan tur boyunca Amasra’dan bahsediyor. Kaçak yapılaşmadan, tarihi eserlerin nasıl kaçırıldığından söz ediyor, Amasra kıyılarında yaşayan ayı balıklarının katledildiğinden yakınıyor. Doğduğu toprakları çok seviyor belli. Kentle birlikte kendi tarihinin de yok edildiğini, kaybolduğunu, talan edildiğini, kirlendiğini düşünüyor olmalı. Yine de umutlu. Çizgileşmiş derin yüzünde meydan okuyan bir gülümseme dolaşıyor. Ard arda yaktığı sigaraların sonuncusunu kül tablasına basarken, Yaşamak her şeye rağmen güzel, diyor. Eski bir sendika yöneticisi olan kaptana teşekkür edip iniyoruz tekneden. Yorgun adımlarla salaş bir balık lokantasına atıyoruz kendimizi. Mezgit sipariş ediyoruz. Balıklarla birlikte birer duble rakı ve Amasra’nın ünlü salatasını getiriyor garson. Yanımızdaki açık pencereden dalga sesleri duyuluyor. Dışarıya bakıyorum. Suyun üzerindeki ışık dansı çoktan başlamış. Uzaktaki tepenin ardından ay kendini göstermeye çalışıyor. Kadehlerimizi kaldırıyoruz. Neye içeceğimizi düşünüyoruz bir an. Sanki bir şeye içelim desek yaşadığımız anın büyüsü uçup gidecek. Gülümsüyoruz yalnızca… Akşamın onunda kalacak bir yer buluyoruz. Tüm Amasra’yı kuş bakışı gören Günter Pansiyon’dayız. Ertesi gün yola çıkıp çıkmamaya sabah karar vereceğiz. Mis kokulu yatağa bırakıyoruz kendimizi. Yatıp ‘armağanını alıyoruz uykunun’. Sabah saat altıya doğru uyanıyorum. Açık pencereden denizin ve ormanın serinliği dolmuş odaya. Kalkıp pencereyi kapatıyorum. Sabahın ilk ışıkları vuruyor denizin mavi sularına. Sarı urbalı şafak yayılıyordu yeryüzüne… diyordu Homeros günün bu saatlerini anlatırken. Nursen’e bakıyorum. Üşümüş bedeni iki büklüm uyuyor. Pencerenin kapandığını mı hissediyor bilmem. Rahatlayıp geriniyor, bir yanından diğer yanına dönüyor. Çantamdan sessizce defterimi çıkarıyorum… Makyaj masasının önündeki tabureye oturuyorum. Kalemin çıkardığı iç gıcıklayıcı seslere bırakıyorum kendimi. Neden sonra Nursen’in, günaydın diyen yarı uykulu sesiyle kendime geliyorum. Günaydın! Saat kaç? Yedi buçuk. Defterimi kapatıp ona bakıyorum. Gözleri yeniden kapanıyor. Pansiyonun küçük bahçesinde bir hareketlilik var. Pansiyon sahibi ve eşi olduğunu düşündüğüm kadın ellerindeki birkaç sandalyeyle görünüyorlar. Adam masalara çeki düzen verirken kadın elindeki bezle tozlarını alıyor. Kahvaltı servisi bahçede yapılacak sanırım. Başımda bir ağırlık hissediyorum. Biraz daha uyusam iyi olacak. Usulca yatağa sokuluyorum. Göz kapaklarım ağırlaşıyor. Yollar, küçük dereler, yaylalar, dağ evleri, akarsular, köprüler, yüzyıllık çam ağaçları geçip gidiyor gözlerimin önünden. Sonra her şey kararıyor. Derin ve huzurlu bir uykuya dalıyorum… Eylül 2008 - Erzurum
YorumlarMehmet Eyilikbilir
{ 26 Eylül 2008 08:46:17 }
Çok güzel. türkiyemizde daha nice güzeller yerler var.
nihat ziyalan
{ 25 Eylül 2008 07:50:36 }
ŞİİRLİ BİR GEZİ YAZISI
Derler ya yediğiniz içtiğiniz sizin olsun ne gördünüz bakalım? Bu şiirli yazıda hem yenilen hem gezilen anlatılıyor. Amasra Salatası'nı merak ettim doğrusu. sevgili ümit kendi yazısına bir yorumla salatanın tarifini yazsa sevinirim. Nurşen hanımın Bulgaristan'ı, doğduğu yeri özlemesi göz yaşartıcı. eline sağlık Ümit Koreken. Nice gezi yazılarına. sydney'den dostlukla. nihat İnan Cem CENGİZ
{ 24 Eylül 2008 08:57:53 }
derya büyükpoyraz
{ 23 Eylül 2008 18:09:08 }
tebrik ederim ümit abicim;) harika olmuş! sanki bende ordayıım gibi yaşadım okurken.denizin,ormanın kokusunu bile aldım diyebilirim.gerçekten cok güzeldi...yemyeşil,huzurlu,özgürlük dolu bir masal gibi...:)
Diğer Sayfalar: 1.
Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|