|
|
geç kalanlarKategori: Yaşam | 0 Yorum | Yazan: Aykut Yazgan | 17 Eylül 2008 23:13:30 saat gecenin ikisi. yani sabaha doğru artık. bir türlü uyku tutmadı. yavaşça pikeyi üstümden sıyırıp ses çıkarmadan yalınayak balkona çıktım. gecenin serinliğinde sessiz sessiz bez sandalyeye çöküp hem etrafı seyrederim hem de kendi içimi dinlerim biraz.
fakat mümkünatı yok. gecenin ya da sabahın bu kör saatinde halen yokuş yukarı, yokuş aşağı bir sürü otomobil inip biniyor. nereye gider bu adamlar / bu kadınlar? ne yaparlar gecenin bu saatinde? yok mudur işleri güçleri? illa bu saatlere mi kalmaları gerekir? evin biraz aşağısında kaldırım kenarında bulduğu yere zar zor park ettikten sonra usulca arabanın kapısını kapatır. apartmana girer, iki kat çıkar ve elinden geldiği kadar sessizce anahtarla kapıyı açar. oturma odasının elektrikleri yanmaktadır ve bu kötü bir haberdir. daha pabuçlarını çıkartmaya fırsat bulamadan odanın kapısında gecelikle ve kafasında binbir tane bigudi ile hanım belirir. -nerde kaldın sen? – cevap beklenmez – neereede kaldın?.... gene o şırfıntıyle beraberdin.. beraberdin dimi ha. söyle bakiyim? demek bazen geç kalmalar böyle olabiliyor. arabayı apartmanın park yerine park ettikten sonra kapıyı açar ve içeri girer. sokak kapısını açtığında karşısında annesini bulur. başında beyaz dantel yemenisi, sırtında basma elbisesi ve el örgüsü yeşil hırkası ile. -oğlum nerde kaldın yine? ayol beklemekten helak olduk. kızcağız da biraz önce yattı yorgunluktan. -anne işi bitiremedik ki!. bak her tarafım yağ içinde. söktük nalet makinayı, fakat çalışmadı.. ben ne yapayım. -hadi git yıka elini yüzünü de gel. yemek yedin mi sen? neyse.. ben sana bir çarşafla battaniye getireyim. sen bu gece kanepede yat. uyandırma kızcağazı şimdi. -tamam tamam anne... anne, yarın beni altıda uyandır emi? bu da böyle bir geç kalma. gece saat ikibuçuk falan. yokuş aşağı ufak tipte bir çöp kamyonu iniyor. belediyenin. direksonyada şoför kâzım.. arkada selahattin ile musti. ellerinde kaba eldivenleri... bunlar saat onda nöbet devraldılar. buradan aşağıya inerler şimdi. sonra dik yokuşu çıkıp sırayla önce uçaksavar’a sonra rumelihisarüstü’ne. arada bir beş on dakika sigara molası. sonra üniversitenin oraya. alemin çöpünü toplarlar... sabaha doğru saat beşte de vardıya biter. bunların da işi bu. aradan beş dakika geçti geçmedi.. her tarafı zangır zangır titreyen kırmızı beyaz boyalı eski magirus’lardan bir belediye otobüsü - reşitpaşa-kabataş - tık nefes yokuş yukarı tırmanmaya başladı.... içersi bomboş. zaten reşitpaşa otobüsüne de bu saatte binebilecek babayiğit az bulunur. şoför celâl otobüsü garaj amirine teslim ettikten sonra onbeş dakikalık yolu yürüyerek nihayet saat dörtte eve varır. kızlar yatmıştır. ama hanım ayakta onu bekler. demli çay hazırdır. iki sigara arası sessiz bir sohbetten sonra serili yer döşeğine yatılır... gün bitmiştir, ya da başlıyordur... işte bukadar. etrafta gezen o at gibi devasa dörtçeker arabalardan biri homur homur ve lastik şakırtıları içinde aşağıya iniyor. homurtusu neyse ne ama şoför tarafındaki açık camdan çıstaka-çıstaka’lardan başka avaz avaz bir kadın sesi de geliyor. kadın sesinin radyo oparlöründen mi yoksa arka koltuklardan mı geldiğini kestiremiyorsun. belli ki eğlenceli bir yerlerden dönülüyor... kızlar taa karşıya moda’ya bırakılacak. (onlar beraber kalıyorlar ayni evde..) sonra.. sonra allah kerim. sabaha kadar başka bi dümen buluruz herhalde.. adam haklı... gece hayatı... taksici arabayı yavaşlatıp frene basar arkaya dönüp: -beyim burası mı diye sorunca arka koltuktaki daldığı uykudan korkuyla fırlar. uyku sersemi önce boş boş şoföre sonra da camdan dışarı bakar. -şu ilerdeki yeşil apartman, der. taksinin parasını öder, bez bavulunu zorlukla döşemenin üzerinden sürüyerek dışarı alır. iyi geceler faslından sonra boş bir çuval gibi apartmana doğru yürür. kapıyı karısı açar: -nooldu allasen? nerelerde kaldın? ay meraktan ölecektim. insan bi telefonda etmez mi canım? -sorma uçak bursa’dan rötarlı kalktı. tam üç saat bekledik alanda.. üç saat... -peki ne yaptınız? -ikindi de işte cenazeyi kaldırdık. sonra amcamlara gidip oturduk biraz. ceyda çocuklar hepsi iki göz iki çeçme.. sorma sorma.. sonra nihat beni havaalanına bıraktı. bıraktı ama ne fayda. üç saat... üç saat... ölmek zamanı.... ilk önce yokuşu çıkıp sonra pastanenin oradan küçükbebeğe indi arbaylan. kızın evi oralarda bir yerde... daracık sokakta incin top oynuyor. birbirlerine bakıp önce ne yapmak istediklerini kestiremediler. sonra kız iyice yaklaşıp öptü onu. sıcacık. döndü. indi. karanlıkta kayboldu. oradan eve aşağyukarı kırkbeş dakika.. kapıda anahtarın sesi tıkırdadığında yatakta dimdik oturmakta olan annesi kulak kabarttı. kapının kapandığını duydu. yan odanın elektriği yandı. nihayet.... uzandı, tedirgin yastığına sarıldı.. sabah ezanına kadar gözleri tavanda... bunu kimimiz yaşadık mı? yoksa yaşayacağımız daha önümüzde mi? müslim?.. müslim’i ben görmedim şahsen. çünkü o bizim yokuştan geçmiyor. otuz tonluk kamyonuna ondörtlük inşaat demiri vurmuş. köprünün gişelerinden şu anda çıkmak üzere. on saat sonra falan karadere’de olur. gecenin ıssız yollarında... yaşamak zamanı.. diyorum ki aslında yukardaki herbir minik öyküyü kötü minimalist yazma alışkanlıklarına esir olmadan ve aldırış etmeden ve minik öykü olarak oralarda bırakmayıp ta işlesen. yani başı ve sonu belli olan bir olayı daha bir başka anlatsan diyorum. başı ve sonu belli olan yüzbin çeşit yaşam öykülerinin ortasını doldursan. yaşama, birkaç iri tüfek saçmasınla veda eden, içi boşaltılmış ve sonradan içine saman tıkılmış ördekler gibi. saman!.. yani diyorum ki önce adamın hayatına bir “flashback(!)” yapsan sonra kadınınki ile beraber yeni moda olan bir “flashforward(!)” yapsan, daha sonra minevvel minahır ve cemazüyülevvel’den başlayarak, kutu kutu cümlecikleri asimetrik noktalı virgüllerle, kasap çengeli sade virgüllerle, ince tireler ve zarif parantezlerle ayıra ayıra, kelimelerin, cümlelerin, paragrafların aralarına rengarenk çiçekler ve dikenler, kokulu otlar, kıskançlıklar, hasretler ve onulmaz aşklar, acılar, alegoriler, ironik benzetmeler serpiştirerek ve onları mümkün olduğu kadar zarif rokoko dalları ve yaprakları ile süsleyerek, her bir öykücük için asgari beşyüzseksenbeş sayfadan az olmamak üzere romanlar yazıp, içinde rol alan eşhasların(!) ayakkabı numaraları ve tualet alışkanıklarına varıncaya kadar hiç bir ayrıntıyı da bu arada telef etmeden; mürekkebi illa da mor ya da yeşil olan bir dolmakalemle yazılmış dizi dizi satırları bir an önce editörüne versen.. o da...
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|