|
|
bir tanrıKategori: Yaşam | 0 Yorum | Yazan: Aykut Yazgan | 08 Eylül 2008 17:02:29 1945'in o yaz sonunu hatırlıyor musun? artık heybeliada'dan istanbul'a taşınacağınız günler yaklaşmaktaydı. ve sen her akşam babanı karşılamak için iskeleye inerdin. hatırladın mı? o gün annenin elinden kurtulup bir an önce biryerlere varabilemenin çocuksu telaşı içersinde iskeleye doğru koşmuştun.
birden ayağın burkulup yüzüstü yere yuvarlanmıştın. sol dizkapağın kanlar içersinde. nasıl da ağlamıştın, hatırlıyor musun? ne acıydı o. bir taraftan kanlar akıp zonklayan dizkapağın bir taraftan annenin azar dolu sözleri... boş yere, içinde birini bastırıp diğerine karşı koyup dişlerini sıkarak ağlamak istememek.. ve acıya tahammül etmek.. ne kadar sürmüştü? bir iki gün.. sonra kabuk bağlamıştı sanırım. ve sen artık unuttuğun o acıyı kimi zaman kabuğu işaret parmağının minik tırnaklarınla kaldırıp yeniden azdırmak, yeniden o acıyı duymak gibi mantıksız bir uğraşa başvururdun. sana tembihledikleri halde.. ama bir hafta, onbeşgün, bir ay sonra ne kabuk kaldı ne acı... hepsi geçti. hepsi unutuldu. hatta uzun bir süre sonra belki de nişanlına ilginç bir olay anlatabilirsin diye dizinde kalmış olması gereken yara izi dahi kaybolup gitmişti. zaman işte... metronun yürüyen merdivenlerinden aşağıya doğru süzülüp inerken hiç birşey düşünmüyordum. hiç birşey yoktu kafamda. sadece biriki vitrine bakmak, belki de biraz ceviz biraz da fındık almak... merdivenler bitip karaya (!) kibarca ayağımı bastığımda karşı tarafta, çıkan merdivenlerin dibinde o’nu gördüm. daha doğrusu ne gördüğümü ilk beş saniyede tam olarak söyleyebilmem imkansız. kırmızı, mavi ve yeşil bir yumak. üst tarafı karmakarışık sarı ve kumral. bağdaş kurup oturduğu için büsbütün ufak, büsbütün minicik. kenara atılmış, unutulmuş bir eşya. belki de birisi geçerken düşürmüştür.. zamanın en kısa bir süresinde önünden geçen onyüzbin insanların kafalarını çevirip dönüp bakmadığı.. günlük telaşları içersinde ilgilenemedikleri... o da gelen geçenle hiç ilgilenmiyor. başını önüne eğmiş. elleri yeleğinin içinde. önünde ufak bez bir torba içinde üç beş tane kağıt mendil. boşlukta kaybolmuş renkli bir çakıl taşı gibi.. hiç bir şey düşünememe ve kafamın bomboş olma durumu minicik yumağın önünden geçip, köşeyi dönüp bir on onbeş adım gidinceye kadar devam etti. sonra geri döndüm.. yumağa doğru (iskeleye doğru) koşarak.. eğilip bir mendil aldım. kaç para olduğunu sordum. yirmibeş kuruş dedi, ipincecik duyulmayan sesiyle... cebimdeki tek bir lirayı verdim. paranın üstünü minicik kirli ellerinde saymasına fırsat vermeden hızla yürüdüm. nasıl kanıyordu... nasıl acıyordu bilemessin.. nasıl acıyordu.. gözlerim yanıyordu. göğüsüm sıkışmış patlamak üzere idi. avazım çıktığı kadar bağırmak istedim.. acıdan ve hırsımdan duvarlara vurdum.. yürüyen merdivenlerin lastik tutamaklarını yumrukladım. ve en sonunda yukarlarda bir yerde gözlerimden yaş fışkırdı. tutamadım.... bugün aradan bir hafta geçti. acılar yavaş yavaş kabuk bağladı. ve farkına vardım ki heybeliada’dan sonra geçen bunca zaman içinde orada burada düşüp kalkarken dirseklerimi ve kollarımı elimi ve yüzümü kafamı sıyırıp yaralamanın yanında, düşünmeye ve sezmeye başladığımdan beri içim yarabere dolu.. acısını unuttuğum, unutmaya çalıştığım onca yara ve onların üzerini bağlamış, düşmemiş, halen orada duran onca kabuk.. yağmurlu bir gece yarısı dolmabahçe’den aşağıya otomobille inerken kaldırımda oturan bir paçavra yığının yavaşça ve zorla kalkakarak kırmızı ışıkta durmuş en öndeki arabanın ön camlarını kolunun yeniyle temizlemeye çalışıyor.. bunun için harcıyabileceği gücün en sonuna gelmiş.. sadece bir şarap parası için.. belkide yarım ekmek.. araba yeşilde hızla ileri fırladığında sırtüstü yere düşüyor.. bir adem baba.. evrende yapayalnız... ip gibi yağan yağmuru delen şıkırtılı otomobil ışıkları onun üstüne düşmüyor.. nişantaşı. gecenin üçü. belki de biraz daha geç.. sessiz apartmanların önünde duran geniş çöp bidonlarının yanında bir portakal sandığı.. sandığın üstünde yarı beline kadar bidonun içine doğru uzanan bir bacak kadar bir velet. bulabildiği kağıdı, kartonu ya da ne bileyim ne işine yararsa alıp alıp dışarı atıyor. bazen ellerine takılan bir kutu kolayı kulağına götürüp sallıyor. eğer içinde bir iki damla kalmışsa kafaya dikiyor... yan tarafta, biri kuzguni siyah iki köpek. onlar da sıralarını bekliyorlar. sandığın üstünden atlayıp yere attıklarını daha sonra toplayıp bezden tekerlekli çuvalına tıkıyor. yoldan tek tük insanlar geçiyor. gecenin bu saatinde. arabalar.. bazen çiftler.. bar kapanışından dönenler.. beyoğuln’da alçak bir tabure üzerinde kör bir adam. önünde ufak bir sehpa.. incik boncuk, kağıt mendil, tükenmez kalemler, şişe açacakları ve daha bir sürü şey.. gözlerinle karşıdaki apartmanın sanki ikinci katına bakar gibi.. boş boş.. ama bakmıyor. çünkü gözlerinin akı görünüyor. besbelli.. ama o görmüyor.. iki elini de olduğunca açmış, ara ara eşyalarının üzerinde dolaştırıyor. ne sattığı gelen geçen tarafından zaten görülmekte. ama olsun, o yine de mırıldanıyor.. kalabalığın uğultusu içersinde kaybolup gidiyor mırıltısı.. tam da bir banka ile bir lokantanın arasında mekan tutmuş. bankanın caddeye bakan yüzü gri ve şahsiyetsiz.. insanlığın taptığı para gibi.. lokantanın yüzlük ampullerle şenlendirilmiş vitrini ise onlarca yemekle süslü. beyaz takkeli ahçıbaşılar ara ara bağırıp çağırarak ellerinde kepçelerle tüten yemekleri tabaklara kepçeleyip akın akın içeri girenleri doyurmaya çalışıyorlar. o bunun farkında mı acaba? geçen akşam barajlarlarımız dolsun diye yakaran şehir ahalisinin sesini duyup musluklarını açan gökyüzü yine yanlış yerlere yanlış miktarlarda suyu boca etti. yenişehirdekiler dizlerine kadar yükselen suların karşısında çaresizdiler.. ve suların içersinde yüzen üç beş parça eşyalarına ümitsizce ve acıyla bakakaldılar.... binlerce senedir dertlerini düğüm edip üstüste koyup biriktirebildikleri iki şilte, bir kaç yastık, kapkaçak sulara teslim oldular. yukarısı yaptığı yanlışlara bir yenisini daha eklediğinin farkında mı acaba? bir adem baba gece kıvrılıp yattığı taksim parkının bankında sabah ölü olarak bulundu. tarlabaşında dört çocuk.. on oniki yaşlarında.. birisinin atlet fanilası var. ötekinde bir kolu eksik bir anorak. diğerinin üstü çıplak.. yarı yarıya yıkılmış bir izbenin duvar kenarında birbirlerine sokulmuş derin bir uykudalar. yanlarında yarısı yenmis bir somum ekmek ve sıkılıp ezilmiş bir kaç tüp. ve bu böyle devam eder.. kocaman kocaman alışveriş merkezlerinde vitrin vitrin dolaşıp yorgunluk kahvesi içmek varken... arabaya atlayıp şöyle bir boğaz turu yapıp sevdiğinle beraber denize karşı bir dondurma yemek varken.. ve hayattaki tek endişe: bankada duran paranın getirdiği faiz.. yarın hangi sinemaya gidileceği.. levreğin yanına hangi şarabın içileceği.. gardrobun ne zaman yenileneceği.. olması gerekirken... bütün bu güzellikler(!) ayan beyan ortadayken ve sana yarasız beresiz, kabuksuz, acısız, hırssız sağlıklı bir iç yaşam vaadederken sen tut iskeleden aşağıya koş.. her tarafın yara bere.. her tarafın acı içinde.. ve haklı olarak iyi bir katolik ama daha da iyisi bir İNSAN olan yazar guareschi “don camillo’nun küçük dünyası” nda peppone’nin ağzına şu sözleri koyar ister istemez: “non c’é un dio !” bir tanrı yoktur!.
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|