A Yorum
  Acilis Sayfasi Yap Sik Kullanilanlara Ekle  

   
A yorum Kurum
iletisim
login
yayin ilkeleri...



yazi dizileri

Yazı karekteri : (+) Büyük | (-) Küçük

Ağılözü`nde Bir Akşam - Dağlar, kızlar, keçiler

Kategori Kategori: Hizan Köy Masalları | Yorumlar 6 Yorum | Yazar Yazan: Deniz Günal | 10 Ağustos 2008 12:14:55

Ağılözü kızlarının, köylerine onlarla tanışmak için gelmiş iki konuğu alıp, dağa, keçi sağmaya çıkışlarının küçük öyküsü. Güneşin ısıttığı, yelin tatlı bir serinlik taşıdığı, dağların görkemle yükseldiği, çocukların yaramaz, kızların şen, konukların heyecanlı olduğu o yaşanmış akşamın anısına...

 
Kızlar dağa keçi sağmaya çıkacaklarmış.
 
Gelir misiniz?
 
Geliriz elbette.
 
Gelmemizi istiyorlar ama çıkamayız o kadar yolu, başımıza bir şey gelir diye korkuyorlar.
 
Yorulursunuz. Orası çok uzak, yol çok dik. 
 
Yorulmam ben yürümeye alışkınım.
 
Esin de çok hevesleniyor. Dağa keçi sağmaya çıkma fikri onu çok heyecanlandırıyor.
 
İyi gelin o zaman.
 
Çağıranlar Refika ile Gülcan.
 
Refika öğretmene çıkışıyor.
 
Çocuklar daha okulda mı, hayvanlar hep içerde kaldı, sal, gelsinler artık
 
Daha demin içerde okumanın öğrenmenin önemini konuştuk. Hani okuyamadığın için ne kadar üzülüyordun, şimdi niye öğretmene çıkışıyorsun demiyorum. Hayvanları, ama asıl evin geçimini düşünüyor. Diklenişi hoşuma gidiyor.
 
 
Bizi almadan gitmeyin kızlar.
 
Tamam. Kaçta hazır olursunuz? Biz beşte çıkarız.
 
Beşbuçuk olsun.
 
Yok dağdan inemeyiz sonra kararır hava.
 
 
Sınıfta çocuklarla tanışıyor, söyleşiyoruz. Saat beşde dersimiz bitiyor. Sabah dokuzda kahvaltı yapmıştık, sonra da bir heyecan bir koşturma bir şey yemeye fırsat bulamadık. Keçi sağmaya gidelim ama açlıktan bayılmayalım. Edip, nişanlısını da beni de caydırmaya çalışıyor.
 
Anne orası çok uzak. Ben bir kere imamla çıktım. Çok yorulduk, iki gün yatmıştık.
 
Ben çıkarım oğlum, bir şey olmaz,  merak etme.
 
Anne daha bir şey yemedik. Sonra yorgun gelip yiyemeden yıkılacaksınız.
 
Oğlum bir parça ekmeğin arasına peynir koyalım. Çıkarken atıştırırız. O yeter.
 
O kadar yol gelmişim, hele de istanbul’dan Van’a hasta gelmişim. Şimdi keçi sağmaya, o dağdan inemeyeceğimi, geceyi dağ başında geçireceğimi bilsem çıkarım, kimse durduramaz. Esin de gelmeyi çok istiyor. Birbirimize cesaret veriyoruz.
 
 
Kaşla göz arasında imam Ahmet kardeş yumurta kırıyor. Hemen ekmek arası yapıyor, ağzımıza tıkıyoruz. Saat beşi geçti, kızlar kapının önünde sabırsızlanıyor, bir grup çıkmaya başladı bile. Apar topar düşüyoruz yola. Edip de geliyor elbette.
 
 
Ahmet’in lojmanı köyün ortalarında. Köyün yukarı mahallesine doğru tırmanıyoruz. Yol falan yok. Yol olmasın düz bir alan da yok. Hadi düzlük de olmasın ama her yer taş toprak. Köyün üstüne çıkana kadar ter içinde kalıyorum. Edip arkamdan geliyor. Kayıp düşersem tutacak. Kızlardan mutlaka bir ikisi yanımda.
 
İstersen bana tutun abla.
 
Olur kızım, zorlanırsam tutunurum şimdi iyiyim diyorum.
 
Yanımdan hiç uzaklaşmıyorlar. Her an tetikteler. Onları keçiliğimle etkilemeye kararlıyım. Ama güneş ensemde, düz yol bacaklarım böyle dik tırmanışlara hazır değil, ya da iki gün önce, İstanbul’da yaşadığım gıda zehirlenmesinin güçsüzlüğü… Hemen soluk soluğa kalıyorum. Yolun tamamına ereceğimden kimsenin umudu yok. Edip, içinden keşke dönse diyor zaten.


Köyün üstünden -ki tam anlamıyla köyün üstündeyiz yani yukarısında ama bizzat üstünde de- köye bakıyorum. Yamacında kurulduğu dağla bütünleşmiş. Toprakla aynı renkte, aynı dokuda evler, yalnızca damların düz oluşundan belli orada ev olduğu …  Her sokağa bakan bir ev, aynı sokağın hizasında bir de alt evin damı var. Sokak dediysem sözün gelişi. Sokak falan yok. Yalnızca evler arasında geçiş için aralıklar var. Taşın, toprağın herkesden, en çok da insandan bağımsızlığını ilan ettiği bir düzen var burada.
 
 
Fakat o dağlar… Şöyle çömelip, derin derin soluk alıp ‘dağınıza da, suyunuza da, ovanıza da, toprak damlarınıza da kurban olayım’ diyesi geliyor insanın. Böyle bir doğada yaşamak, tüm zorluklarıyla birlikte bir onurdur da! Edip’e dönüyorum.
 
Bu dağlarda doğup büyüyen insan nasıl başka bir doğada hele bir şehirde yaşayabilir!
 
İnsan yabancı olunca, bu yazın en keyifli gününde, yaşanan hiç bir zorluğa, zorlamaya mahkum olmayınca böyle düşünüyor elbette.
 
Biraz daha tırmanıyoruz. Bir ağaç altında kızlarla Esin gölgede dinleniyorlar. Az ilerde çeşme var. Çeşme değil. Pınar. Edip, bir şişe veriyor, kızlar doldurup önce bana uzatıyorlar.
 
Anne bu suyu rahat rahat içebilirsin, tertemiz, derda deva bir sudur.
 
Hizan’da musluk suyu içmemiştik. Ama bu dağların suyu içilmezse nerenin suyu içilir!
Buz gibi. Tadı, kokusu yok. Tokluğu var. İnsan su içtiğini anlıyor.  
 
 
Tırmanmaya devam ediyoruz. Güneş biraz alçaldı. Artık tırmanmak daha kolay. Kızlar bu yolu her gün iki kez çıkıyorlarmış. Hem sabah hem akşam. İnanamıyorum. Bu yolu iki kez in çık, spor yapmaya gerek yok. İnsanın hem bedeni hem ruhu, tertemiz dipdiri olur. Ama elbet, bunun yağmuru çamuru da vardır.  Biz tatlı bir Temmuz akşamı düştük yola.
 
 
Refika ile Gülcan ortalıkta yok. Onlar önden gitmiştir diyorlar. Yanımızda iki Ayşe bir Fatma bir Hatice var. Çocuklardan da Semra, Bahar, Serkan’la Hüseyin. Kaymayım, bir yerimi incitmeyim diye çok dikkat ediyorum. Bir yandan dağlarda bakışlarım… dağlar beni büyülüyor. Ardı ardına yükseliyor, uzanıyor, açılıyor…  Hiç bu kadar çok dağla sarılmadım. Ana koynunda gibi hissediyorum, dost koynunda gibi. Meğer ne çok severmişim dağları.
 
 
Gözlerimin önünde yuvarlanıyor tepeler, derin yarıklar, yeşil vadiler…  Kızların rengarenk giysileri, uzun etekleri, renkli plastik terlikleri, dalgalanan oyalı yazmaları, güçlü, dik sırtları…
 
Bu bir düş olmalı!
 
Arkadan bir grup yetişiyor bize. Bakıyorum. Refika ile Gülcan hala yok ortada. Meryem’in annesi geliyormuş. Bir grup çocuk, genç kız yanında. Ben kaymayım, şu aşağılara yuvarlanmayım, sakat belimi yine kaydırmayım diye dikkatle çıkıyorum, çocuklar, kadınlar, kızlar sanki asfalt yolda yürüyorlar. Öyle rahatlar. Asfalt yolda da öyle rahat olmaz insan. Sanki evde mutfakla oda arası dolaşıyorlar. Bir ellerinde kovaları. Ne dengeleri bozuluyor ne bir yere takılıyorlar. Dağlara benim gibi bakıyorlar mı bilmem. Dağlarla bir olmuştur yürekleri, o yüzden görmelerine gerek yoktur. İnsanın önce ruhu, doğup büyüdüğü, ürettiği, soluduğu havayla, toprakla bir olur. Sonra bedeni… Görmeden duymadan bilir. Busekan’ın köylüleri de öyle. Onlar bu dağlarda yaşıyorlarsa, dağlar da onların yüreğinde yaşıyor. O yüzden bakmalarına gerek yok.
 
 
Kendimizi dağlara vuralı bir saati geçti. Az kaldı diyorlar. Arkadan bir grup kız daha görünüyor. Refika ile Gülcan. Çok geçmeden yetişiyorlar.
 
Nerede kaldınız?
 
Sizi bekledik, niye bizsiz gittiniz?
 
Sizi çıktı dediler, bilemedik
 
Hiç sizsiz çıkar mıyız!
 

Fotoğraf makinesi elden ele dolaşmaya başlıyor. Edip’e güveniyorum. Bütün çocuklar fotoğraf makinesi kullanmayı biliyor. Hepsi sanki birer fotoğraf sanatçısı,  bilgili, hevesli, meraklı…
 
Makina elime geçtikce kızları çekiyorum. En çok da Refika’yı… Refika, Gülcan, Ayşe (tanıdığım üç Ayşe’den ikisi) ve Hatice okuyamamış kızlardan. Türkçeleri güzel. Okuma yazmayı öğrenmişler, sonra Edip’in kardeşlerine verdikleri kitapları okuyarak geliştirmişler. Sabahları erkenden saat sekiz bile olmamışken, keçiye çıkmadan önce, okul kapısına gelirler. Öretmen uyanıp da kendilerini görür mü acaba! Öğretmen erken kalkar zaten, hemen yüzünü yıkar, apar topar çıkar dışarı, sınıfın kapısını açar, kızlara kitap seçip verir. Kızlar heybelerine sıkıştırır kitabı, dağda okumak için. Gün gelir öğretmenin seçtiği kitapları beğenmez, kendileri seçerler. En kalın kitapları seçer alırlar.
 
Bu okuma aşkı! Gerçek bir aşk. Teknolojinin, tüketim çağının uzanıp da kirletemediği insan ruhlarının yaşayabileceği türden bir aşk.
 
Hala içlerinde bir umut kızların. Olur da bir mucize okur muyuz? Bir ebe bir hemşire bir öğretmen olamaz mıyız?
 
Yalnızca Refika yalnızca Gülcan, yalnızca Ayşeler değil. Eminim bu dağların bütün kızları böyle. Az konuşan, doğru konuşan, özü sözü bir kızlar. Akıllı, çalışkan, gururlu kızlar. Bu yoksul insanlar bu dağlarda böyle çocuklar nasıl yetiştiriyor?
 
Yetiştirmeye değil belki de yalnızca sağ tutmaya çalışıyorlar. Ama işte böyle temiz yürekli çocuklar çıkıyor. Dağlardan olsa gerek. İnsan böyle dağların tepesinde, koynunda, onlara denk, onlara kurban, onlara mahkum yaşarsa doğru kalıyordur. Çalışkanlıklarından, özlerinden başka yitirecek bir şeyleri yok zaten.
 
 
Keçileri görüyoruz sonunda. Tepenin altında.
 
Şimdi sağmaya oraya ineceğiz.
 
Yok artık daha neler! Tamam çıktım ama oraya inemem. Benden bu kadar.
 
İnersin inersin.  Zaten artık bir daha bu tepeyi çıkmayacağız ki… aşağıdaki bir yoldan geri döneceğiz.
 
Öyleyse niye o yoldan gelmedik?
 
Bilmiyorduk keçilerin buraya ineceklerini…. Belli olmuyor ki…
 

Diyorlar. Eh peki… ineriz o zaman. Zavallı bacaklarım, terli sırtım… Şikayetten vazgeçiyorum. Hamama giren de dağa çıkan da terler. Keçilere kavuşmak öyle güzel ki zaten. Çobanlar bizi karşılıyor. Güleryüzlü, çekingen insanlar. Gülcan’a veriyorum fotoğraf makinesini, çobanları, çocukları, kadınları çekiyor…
 
Bir yandan herkes keçilerini sağıyor. Önce anlamıyorum. Köyün ortak keçileri, kim hangisini bulursa onu sağıyormuş diye düşünüyorum. Öyle değilmiş. Eh ben de romantiğim ya… abartıp duruyorum. Evet burası birbirine destek olan insanların köyü ama komün değil. Daha zor bir şeyi yapıyorlar… Herkes kendi keçisini sağıyor. Herkes kendi keçisini tanıyor!
 
Diyorum ya… insan vatanı olan yerleri, vatanı olan canları kendi gibi bilir. Benim de bu sürüde elime doğmuş, bana sütüyle hayat veren bir kara keçim olsa, tanımaz mıydım? Gözlerim aramadan bulurdu onu.
 
 
Refika süt sağmaya çağırıyor.
 
Yok, bir kez çocukken sağmaya çalışmıştım, ben beceriksizimdir.
 
Çok kolay, gel bak. Göstereceğim.
 
İki çocuk emzirdim. Kendi mememi sağabildim, eh keçininki de meme… Bir denemeli… Refika’ya güveniyorum. Onun yaptığı gibi yapıyorum. Keçininin memelerinin ucu sert, sıkı. Çekmesi zor. Yine de inceden fışkırıyor. Refika, ben boşaltmıştım zaten, o yüzden az geliyor diyor. Peki öyle olsun. Çok mutluyum.
 
 
Ayşe de çağırıyor. O keçiyi yakalıyor. Ben sağarken çekilen fotoğrafa bakanlar, keçinin yüzünde işkence yapılıyormuş gibi bir hava gördüklerini söylüyor. Hiç alınmıyorum. Ben sağarken, kaçmasın diye Ayşe bacağını tutuyordu. O yüzdendir!  Süt sağmak o kadar zor değilmiş, ama keçiyi nasıl zaptediyorlar onu anlamıyorum.
 
Sütün fışkırmasında bir büyü var. Keçinin duruşunda, memelerindeki sıcaklıkta… İnsanın parmaklarının arasından kaba dolan hayat!
 

Keçilerin resimlerini çekiyorum. Kafam karışık. Neyi nasıl çekeceğimi bilmiyorum. Rastgele basıyorum. Allahtan çocuklar makineyi elimde bırakmıyorlar pek. Onların çektikleri fotoğraflarda ayrı bir güzellik, yalınlık var. Ne çekeceklerini görüyorlar. Benim gibi şaşkın hülyalı bakmıyorlar çevreye.
 
 
Dönüş yoluna çıkıyoruz. Biraz daha kolay gibi dönüş. Ama öyle bir yerden geçiyoruz ki… Onların tam ortada durup hafifçe yan dönüp poz verdikleri, o yarım ayaklık, altı her tür boy ve sivrilikte taşın zalimce yuvalandığı bir uçurum olan yoldan –yol!- geçmeden önce fotoğraf makinamı çantasına, çantayı koynuma koyuyorum. Hani düşersem de resimler önemli, onlara bir şey olmasın. Aslında emekleyerek geçmeyi yeğlerim. Emekliyor muyum, sürünüyor muyum o yolu nasıl geçtiğimi bilmiyorum.
 
Düşmemişim. Bundan sonrası, izmir’de Kordon’da gezinti!
 
 
Meryem’in annesinin daha kucakta bir bebeği var biliyorum ama öyle büyük bir karnı var ki… Yine gebe mi merak ediyorum. Değilmiş. Garibim dokuz çocuk doğurmuş. İyi bağlamamışlar sonuncuda, ne olduysa böyle fırlamış karnı. Kaç yaşında diye soruyorum. Kızlar yanıtını çevirmiyor bana. İyi bir şey demedi belli ki…  Üsteliyorum kızlara.
 
İki tane doğursam ben de genç kalırdım.
 
Demiş.
 
Çaresiz ama isyan dolu bir yanıt… Çaresizlik kötü ama isyan önemli. Gerekli.
 
Bu muhteşem doğanın içinde bu kadar zor koşullarda yaşamayı, hele ki uygarlığın geri kalanı, bir tüketim çılgınlığı içinde yaşarken haketmiyorlar. Ama hakettikleri, tüketim arsızlığı, değer kirliliği içinde yitmiş yaşamlar da değil. Onlar bu dağların güzelliğini insanca yaşamanın güzelliği ile birleştirip kendi kültürlerini yeşertmeliler. Onlar yaşayabilmek için güçlerini tüketmek yerine, bu muhteşem ve amansız doğanın içinde sevinçle üreterek yaşayabilmeliler.
 
Dereleri kirlenmeden, dağları delik deşik edilmeden, tarlalarına ilaç, hayvanlarına hormon değmeden… Dağlarla bir örnek evleri betona dönüşmeden… Çirkinleşmeden rahat yaşayabilmeliler.
 
Bunu kim yapacak? Çocukları… Edip öğretmenin güzel çocukları… Bu güçlü, akıllı, gururlu kızların, kadınların doğuracakları, Edip öğretmenlerin her türlü zorluğa karşın okutacağı, bilgili, aydın yürekli, onurlu bireyler olarak yetiştireceği çocuklar yapacak.
 
 
Kızlar, bu dağlarda böyle tek başınıza hiç korkmuyor musunuz? Sorumu anlamıyorlar.
 
Niye?
 
Vahşi hayvan yok. Kurtlar kışın geliyor ama kışın zaten hayvanlar ağıllarda.
 
Peki birisi size bir şey yapar diye de mi korkmuyorsunuz?
 
Kim bir şey yapacak? Yine anlamıyorlar.
 
Yok, yok. Bir şey olmaz burada. Hiçbir zaman kimse dokunmaz bize. Bir tek biz varız burada zaten, köylüler.
 
 
Şehirde ıssız bir sokakta, bir parkta tek başına bir çocuk bir kadın düşünün sıkıysa!
 
 
Hava kararmaya başlıyor. Dağlar kızarıyor. Kızlar türkü söylemeye başlıyor. Sonra Esin’i de aralarına alıp halaya duruyorlar. Halay çekerken ev işine mahkum, okutulmamış, gelecekleri belirsiz kızlar değiller. Uyumlu, güçlü, devingen yaşamın ta kendisi oluyorlar.
 
Köyün yukarı damlarından aşağı damlarına inerken gece karanlığında elimi tutuyorlar. Evin önünde birbirimize sıkıca sarılıp, öpüşüp iyi geceler diliyoruz. Her gün iki kez keçiye çıkan kızlar, ilk kez bu kadar güzeldi, böyle eğlendik diyorlar.
 
Onlar şenlendi, biz arındık!
 
 
Akşam yemeğini çabuk bir kahvaltı ile geçiştirip, Esin’le kendimizi yer yataklarına atıyoruz. Odada ateş böcekleri var. Işıl ışıllar. Esin’i içerdeki sinekler ısırıp duruyor. Onu çok sevdiler, bana yaklaşmıyorlar bile.
 
Deniz ablacım korkmuyorsun değil mi?
 
Hayır canım, hiç korkmuyorum.
 
Korkmak ne kelime. Kendimi öyle güvende hissediyorum ki… Bu köye, bu onurlu insanlara, bu muhteşem dağlara emanetim. Böcekler de Esin’i ısırıyor zaten!
 
 

Facebook'ta paylaş   |   Twitter'da paylaş


 | Puan: 10 / 3 Oy | Yazdırılabilir SayfaYazdır

Yorumlar

semra { 14 Ağustos 2008 08:07:36 }
sana imreniyorum...
hem yaşadıklarını duygularını bu kadar güzel ifade edebildiğin için hem de oralara gidebildiğin için. Müthiş!..
cemil eren { 13 Ağustos 2008 05:08:26 }
yazin pastoral bir senfoni gibi
kent yasamindan bunalan insanlarin aradigi el degmemis doganin, daglariyla, kirlariyla saf, sade bir yasami yazindan okurken
dag ciceklerinin kokusunu, parlak renklerini, kecilerin melemelerini issiz daglarin kendi oz sesini ve o kirlenmemis, genc insanlarin
renkli ve civiltili yasamlarini yansitan muzigi duyumsadim.

yazdiklarin ve goruntulediklerin bana renklerle, cizgilerle senfonine katilma sevincini verdi.

yazilarinda sevgi var; ne kadar iyi!

sagolasin sevgili dost.
meltem hınçal { 13 Ağustos 2008 04:51:22 }
bre deniz kızı, bi daa ben de gelcem işte. ya anlattığın kadar mucicevi muhteşem herşey, ya da sana öyle geliyor. ama bir olasılık daha var en muhtemel, o da bu iki olasılığın birden doğru olduğu...
seni seviyoruz, heyecanın , hevesin , anlama, anlatma ve yazma tutkun tükenmesin...
nihat ziyalan { 12 Ağustos 2008 04:56:08 }
sevgili deniz,

dağların güzel insanlarıyla geçirdiğin o saf yaşamı iliklerime kadar duyumsattın bana.

bu yazılarda yabani bir tad var.

oradaki insanların sıcaklığıyla örülmüş, sözcüklerin şiirli dokuması.

nedense Hınıslı annemi anımsadım.

sağolasın deniz.

omrünüz uzun, kışlarınız çamursuz olsun dağ köylerindeki arkadaşlar.

sydney'den dostlukla.

nihat

Esin { 10 Ağustos 2008 17:07:05 }
refika,fatma,gülcan,ayşeler ve (deniz abla ile bana sonsuz kucak açan) köyün diğer kızları ile dağa hep birlikte kol kola çıkmak sonra halaya durmak,akşamın karanlığında arkası kesilmeyen kızların türküleri,yüzlerindeki neşeleri,,o kısa ama inanılmaz günleri bana tekrar yaşattın deniz ablacım.. yüreğine, eline sağlık..
Edip CEYHAN { 10 Ağustos 2008 16:44:34 }
BERİVAN'A GİDEN TAŞLI YOLLAR

Annecim o gün nekadar ısrar ettiğimi hatırlıyorum, sana ve Esin'e kıyamadım ama inadınızıda kıramadım ve gittik. O kızlarımın keçi sağmak yerine kalem tutmalıydı elleri, o taşlı yolları süt için değil de eğlence için çıkmalarını çok istiyorum.

Şundan eminim ki bir kaç yıl sonra o dağlara keçi sağmaya giden kızlar olmayacak. Belki keçileri muayine etmek için veteriner olarak gidecekler ama süt için değil.

Sana yazdıklarımı tüm çıplaklığıyla gördün ve aynen öyle de yazıyorsun, senin sevgi dolu yüreğinin kokusu siniyor yazılarına.

HERŞEY İÇİN ÇOK TEŞEKKÜR EDERİM. Anne!!!


Diğer Sayfalar: 1.

 

Yorum Yazın



KalınİtalikAltçizgiliLink  
Simge Ekle

    

    

    

    







'Büyük Osmanlı Soygunu': 10 maddede Eric Adams davası…
İSTİHAB HADDİ
Türbülans vakaları iklim değişikliği etkisi mi?
Dünyanın gözü kulağı Ortadoğuda: İran-İsrail gerilimi tırmanıyor.
İsrail, Gazze'de yardım konvoyunu hedef aldı: Biri Avustralyalı 7 kişi öldürüldü

Esnafa konum vergisi: Bu da, 'haritayı kullandın' parası
Hollanda'da kadın düşmanlığına dikkat çekmek için öldürülen ‘cadılar’ anısına anıt dikilecek.
'Dezenformasyon Yasası' bilançosu
Merkel anılarını kaleme aldı…
Avustralya'da 16 yaşından küçüklere sosyal medya yasağı

Türkiye işçiler için bir cehennem
İkinci Trump dönemi: Küresel ekonomi nasıl etkilenecek?
AB, çoğunluk sağlanamamasına rağmen Çinli elektrikli araçlara ek gümrük vergisini onayladı.
Türkiye'de ekonomi politikaları konkordato ve iflasları patlattı.
Türkiye'de açlık sınırı 20 bin TL'ye dayandı

Türkiye'de Covid-19 salgını yaşam süresini azalttı.
Uzmanlar uyardı: "Uzun yaşayanlardan tavsiye almayın"
Fahri Kiamil
İki annenin başlattığı akıllı telefon karşıtı hareket çığ gibi büyüdü
Afganistan'da onlarca arkeolojik alan buldozerle yıkılarak yağmaya açıldı.

Oxford Sözlüğü yılın kelimesini seçti: Beyin çürümesi
"İNEK BAYRAMI" ekitap
Dünya tarihini şekillendiren 6 içecek türü
Taş Kağıt Makas Oyunu (Jan Ken Pon)
"DUHOK KONUŞUYOR" ekitap

Tokyo’dan Hasanlar’a, Kudüs’te bir mahkemeden bizim buralara…
“KADERİMİZ DIŞARDAN YAZILAMAZ - DIŞARI KADERİ BELİRLEYEMEZ…”
Niyetime İlham
KİBİRLİ GÜÇ ZEHİR - ERDEMLİ BİLİM PANZEHİR
KARARLILIK - KİŞİSEL ALTYAPI

Yarasaların azalmasıyla bebek ölümlerinin ilişkili olduğu ortaya çıktı.
AB İklim İzleme Servisi: 2024 yazı kaydedilen en sıcak yaz oldu.
Akdeniz'deki yaşam yok oluşun eşiğine gelmiş.
Su üzerindeki iklim değişikliği baskısı Türkiye'yi su fakiri olmaya sürüklüyor.
Türkiye ve Yunanistan'daki kültürel miras alanlarının en az üçte biri yükselen deniz seviyesinin tehdidi altında.

Türkiye, kişisel verileri en çok sızdırılan 19.ülke
Apple otomobili ABD'de üretime bir adım daha yaklaştı.
Yaşgünün Kutlu Olsun James Webb Uzay Teleskobu
Su ve deterjan olmadan çalışan bir çamaşır makinesi
Akıl okuyabilen robot tasarladılar

İncil'de sözü edilen mistik ağaç 1000 yıllık tohumla yeniden yetiştirildi.
Karıncaların 66 milyon yıldır tarım yaptığı ortaya çıktı.
Antik Mısır'daki popüler masa oyununun şaşırtıcı kökenleri ortaya çıktı.
At binmenin kökenine dair ezber bozuldu.
Stephen Hawking'in ünlü paradoksu çözülmüş olabilir: Kara delikler aslında yok mu?

2023 yılında Türkye’de çocukların cinsel istismarı hakkında 40.000'den fazla dosya açıldı.
Çalışanların geliri son 20 yılda azaldı.
Türkiye’den göç eden Türklerin sayısında 5 yılda %243 artış
BM: Dünya nüfusu 2084'ten itibaren gerileyecek
Dünya nüfusunun ruh sağlığı giderek bozuluyor

Madeleine Riffaud est partie
GELDİKLERİ GİBİ GİDERLER
JOYCE BLAU, 18 Mart 1932-24 Ekim 2024
HIZLANAN TARİH
DERTLİ-MİR-DÖNE

Tanrının Buyruğu
HAYATIN PENCERESİ
Nereden Geldi Nereye Gidiyor
Atamın Sözleri
Cumhuriyet 101 Yaşında

Mimar Sinan: Bir Dehanın Yükselişi ve Osmanlı Mimarisinin Zirvesi
İskandinav Göçleri ve Vikinglerin Avrupa Üzerindeki Etkisi
Hümanizm Nedir?
Osmanlı’da kahve kültürü, Osmanlı’da kahve isimleri..
Amerika’da Ayrımcı Politikalar ve Siyahi Mücadele Tarihi


kose yazarlari En Cok Okunanlar
Son 30 günde en çok okunanlar
En Cok Okunanlar










Basa git