Bir mucize olsun isterdim. Her kafadan ayrı bir ses çıkan bu "birbirini sevmeyen" insanlar ülkesinde ani bir sessizlik oluşsa mesela... Can çekişen nehirlerin, göllerin, denizlerin sesini duysa insanlar... Yanan ağaçların iç çekişlerini... Babası işsiz bir çocuğun yürek burkan endişesini...
Şu “medya” denilen çok kafalı canavar bir sussa…
İnsanlar kötü bir büyü bozulmuşçasına uyansalar, kendilerine gelseler… Memlekette neler olup bittiğini bir görseler…
Laf kalabalıklarının ardında sergilenen kalpsizlikleri, vicdansızlıkları, akılsızlıkları görseler…
Eskiden televizyon tek kanaldı, gazeteler tek tipti, kafalar tek modeldi. Gri mi gri bir ülkeydik.
Sonra “demokrasi” geldi. Beraberinde yığınla televizyon kanalı, yığınla gazete, çeşit çeşit kafa modeli getirdi. Akıllısı delisi, kurnazı şehvetlisi, çıkarcısı işbitiricisi, idealisti…
Eski büyük sessizliğin yerinde şimdi büyük bir şamata… Memleket sanki pazar yeri.
Eskiden sansür yüzünden söylenmiyordu- söylense de duyulmuyordu güzel ve doğru sözler, şimdi ise gürültü yüzünden.
Üstelik sansür hala var. Bizimki “sansürsever demokrasi”.
Bu kadar çok konuşan bu insanlar, bu köşe yazarları, bu yorumcular, bu çok bilenler-az hissedenler sürüsü…
İçlerinden çok azı anlayabilir ve anlatabilir, doğmamış bir çocuğun yaşama hakkını elinden alan terörün ne lanetli bir şey olduğunu… Hangi kötü cins toprağın ürünü olduğunu, hangi zehirlerle beslenerek canlı kaldığını…
Laflar beni boğuyor artık.
O kadar çok laf var ki ortalıkta “anlam” kayboldu.
Kocaman kocaman adamlar, politikacılar, tel tel bıyıklarını titreterek ve hüzünlü (taklidi yapan) bir ses tonuyla “üniversite kapısından geri gönderilen kızlar” üzerine konuştular aylar boyunca.
Koskoca bir ülke, bir türbanın ucunda gitti geldi.
Baştan başa bir rezillik olan eğitim sistemi üzerine, eğitimin kalitesizliği, verilen diplomaların işlevsizliği üzerine konuşmadı ama hiç kimse.
Üç beş kuruş maaşla geçinmeye çalışan insanların dramından konuşmadılar.
Ölen işçilerden konuşmadılar.
Özgürlükler gasp edilirken sağa sola bakınıp ıslık çaldı herkes.
Gerçekten konuşulması gereken hiçbir şey konuşulmuyor bu ülkede.
Konuşmaya bile değmeyecek ne kadar çerden çöpten konu varsa, hep onlar orta yerde.
Çünkü amaçlanan bu zaten.
Suni gündemler yaratarak asıl gündemleri pas geçmek.
Gözbağcılık, illüzyon.
Maksat aynı hamam aynı tas olsun hep. Düzen sürsün.
Bu yazının ilk satırı bir filmden alıntıdır. Bizde Esaretin Bedeli adıyla gösterilen Shawshank Redemption filminden.
İşlemediği bir cinayet yüzünden hapse giren Andy’nin kaçış öyküsüdür konu.
Filmin bir yerinde Andy bir mucize yaratıp tüm mahkumlara Mozart'ın Figaro'nun Düğünü operasından bir arya dinletir hoparlörlerden bangır bangır.
Ben o mahkumların o aryayı dinlerken oluşan yüz ifadelerini hiç unutamam.
Kırılması gereken taşlardan, zincirlerden, toz ve pislikten, çizgili üniformalardan, dayaktan ve tehditlerden oluştuğunu sandıkları dünyalarının aslında bir illüzyon olduğunu keşfetmişlerdir o anda. Dışarıda güzel, muhteşem bir dünya olduğunu hatırlamışlardır. Aşkları, kahkahaları, müziği hatırlamışlardır.
Keşke bu ülkede de olsa böyle bir mucize. Soğumuş yürekleri ısındıracak, gerçek duyguları uyandıracak bir mucize…
İnsanlar silkinseler ve gözlerini televizyon, bilgisayar, cep telefonu ekranlarından ayırsalar…
Dönüp dünyaya bir baksalar… Kendilerine bir baksalar…
Kurtarılacak ne varsa kurtarsalar…
Kurtarsak…
Vakit varken yeniden yaşamaya başlasak…