Çünkü anlamak ve anlamlandırmak kaygısı insanı uyarıyor. Zihinsel uyarılar, daha nitelikli yaşam özlemleri bu eserlerin üretilmesini sürekli kılıyor. Hoşnutluk duygusu yaşayabilmek ve duygusal duyarlılığı sağlamak ancak düşünsel çabayla mümkün oluyor. Merak duygumuzun, öğrenme arzumuzun, değer oluşturma dürtümüzün itkisiyle gerçekleştirdiğimiz tüm etkinlikler insani niteliklerimizi yükseltiyor.
Edebiyat, insan yaşamına giren her şeyi konu edinebilir; ancak ele alışı hayal gücüne dayalı olarak tasarımsal bir kurmaca biçimindedir. Bundan dolayı belirli bir öznellik taşır. Nesnelerin niteliğini araştırmak, olayların bilimsel çözümlemesini yapmak, düşünceleri kavramsal düzeye vardırmak edebiyatın sorunu değildir. Bunlar bilim ve felsefe disiplinleri altında yapılıyor. Ancak bir sanat etkinliği olarak edebiyat bu alanlarla sıkı ilişki içindedir, ayrıca böyle olması da gerekiyor.
EDEBİYATSIZ AKIL-AKILSIZ EDEBİYAT
Edebiyat sözcüklerle kurgulanan bir dünya olduğuna göre, “onun etki gücü nelere bağlıdır”, “gerçeği varken hayal gücünün de katkısıyla bir dünya kurgulamak, niçin,” sorusu; okuyucuları da, araştırmacıları da ilgilendiren bir konu olsa gerek. Sorunun açıklanması kendi içinde saklı bulunuyor. Gerçekle yetinmeyip onun aşmak isteyen insan kendini kurguladığı dünyanın içinde yeniden yaşatıyor. Farklı zamanlarda, başka yerlerde var olmuş insan halleriyle karşılaşıp duygu birliği sağlayabiliyor. Edebiyatın bir işlevi de hoşnutluk verebilmesi; insanı kuralların, katlanılan koşulların sınırlarından kurtarıp özgürlüğü duyumsatabiliyor. Bu bir oyun; ancak gerçekliği bozup yeniden kurmak anlamında ciddi bir oyun. Diğer sanat dallarında olduğu gibi Edebiyatta; hayal gücünü yöntem, imgeyi de araç olarak kullanır. Gerçeklik öncelikle bir bozuma uğratılır. İç dünyamızın duyusal olmayan öğeleri (sevinç, umut, acı, yalnızlık) simgeler aracılığıyla duyusal alana taşınırlar. Her ne kadar hayal gücünün ürünü olsa da, sanat eserleri tamamlandıktan sonra öteki bilinçlerin önünde düşünsel değerlendirmeye açık duruma gelmiş olurlar. Bu ise; estetik biliminin, sanat tarihinin, eleştiri kurumunun varlık koşuludur.
Edebiyat kişilik çözümlemeleriyle, diyaloglarla, farklı anlatım yöntemleriyle hayatın beklenmedik yanlarını, benliğimizin karanlık köşelerini önümüze koyuyor. Aslında bu etkinlik insanın kendini varetme ve anlama çabasından kaynaklanıyor. Ancak, “olan” ne ise o anlaşılacağı için, ‘anlama’, ‘var olma’ çabasından ayrılamaz. ‘Oluş’ların anlamı ortaya çıkarılamazsa insanın tinsel dünyasına herhangi bir değer taşımazlar. Bundan dolayı anlatıma konu olan nesne veya olaylar insani hallerle buluşmalıdır.
Olguların ve nesnelerin ayrımlı, kendine özdeş olması onların bilinmesini olanaklı kılar. Birbirinden ayrı duran sayısız nesne ve olguları ‘Yasa’ları aracılığıyla anlayabiliriz. Farklılıkların belirli bir ilişki içinde bulunmalarıyla onların dönüşüm süreçlerini kavrarız. Edebiyatın doğrudan kendisinin anlaşılması; anlattığı şeyle bilincimizin ve duygularımızın buluşması, üzerimizde uyarıcı etki yapar. Bu; düşünme, sorgulama, heyecanlanma, huzur ve doyum bulma olabileceği gibi; doyumsuzluk, arayış ve tedirginlik biçiminde de olabilir. Biçimi ne olursa olsun varlığımızı bize duyumsatır. Her duyumsama bir uyarı, düşünmeye bir çağrıdır. İster kendimizi tanımak, ister var etmek için olsun düşünce bu sürece eşlik eder. Düşünme hangi yetkinlikte kullanılırsa anlama, anlamlandırma o ölçüde yoğun olur. Bilincimizin güçlenmesi farklı olanların ayrımını görmek ve ilişkilerinin kavranmasıyla mümkün olabilir. İşte bu noktada edebiyatın çok önemli bir başka işleviyle karşılaşırız: Bilinci şaşırtıcı gerçekliklerle yüzyüze getirerek, olaylara daha özgür ve çok yönlü bakabilmemize yol açar.
ÇOK SESLİLİK ÇOK GERÇEKLİK
Kavram olarak insan birdir; ancak bunun gerçekleşmesi, görünür alana çıkması her insanda ayrı ayrıdır. Bireyler ilgi alanlarına, olaylar karşısında verdikleri tepkilere, tasarımlarına bağlı olarak biriciktirler. Somut bireylerin gerçeklikle ilişkileri farklı düzeylerde bulunur. “Gerçek kendisinde nasılsa öyledir. Ancak ‘bizim için gerçek’, onu bilme yöntemimize ve kavramsal dizgemize bağlı olarak nasıl yorumlanmışsa öyledir. Öyleyse gerçeği tüketen hiçbir yorum olanaklı değildir. Daha yakından bakıldığında, bizim ‘gerçek’ dediğimizin, deyim yerindeyse, ‘ele geçen gerçek’ olduğu görülür.” (Metin Bobaroğlu: -Aydınlanma Sorunu ve Değerler- S.8 Ayna Yay.)
Her insanın biricikliği, “gerçeği tüketen hiçbir yorumun” olmaması Edebiyat’ın çok sesliliğinin somut zeminini oluşturur. Aynı temanın tekrar tekrar ele alınabilmesi buradan kaynaklanır; örneğin ‘aşk’, ‘savaş’, ‘dostluk’, ‘şiddet’ v.d. Böylece bir ‘Hakikat’ farklı gerçeklikler biçiminde önümüze konulabilir. Şaşırtıcı olaylarla, kabul edemediğimiz değerlerle, bize aykırı gelen düşünceleri olan insanlarla tanışırız. Farklılıkla karşılaşan bilinç uyarılır. Tek yönlü ve önyargılı bakışlardan uzak, bilgece anlayışların oluşmasına yol açılabilir; sorgulama, düşünme devinimleri, anlamlandırma kaygıları yoğunlaşabilir.
Günümüzde düşünce üretimi öylesine yoğun, uzmanlık alanları öylesine yaygın ki; bu yoğunluk içinde bütünsel kavrayış zorlaşıyor. Olgular kendilerinde parçalı değildirler. Bilmek için onu zihnimizde parçalayan bizleriz. Daha anlamlı yaşamak, daha kapsamlı düşünebilmek, bu parçalama düzeyinde kalmayıp bütünsel kavrayışla mümkün olabiliyor. Düşüncelerimiz yaşam deneyimlerimize şu veya bu oranda eşlik ediyorlar. Edebiyatın kendimizi, başkalarını ve olayları anlamamızda aklımızı keskinleştirdiğine, bütünsel bakışı güçlendirdiğine inanıyorum.
Yaşamın olduğu yerde parazitlerin olması da kaçınılmazdır. Parazitler elbette edebi alanda da kendilerine hayat bulmaya çalışırlar; olsun bu bile yararlı; çünkü parazitlerin olması daha temiz ve güzel bir yaşam arayışını da beraberinde getirir. Kalitesizlik kalitenin bulunmasının yol taşlarıdır. Varlığın kendisi güzelliktir, edebiyat bu güzelliğin dil aracılığı ile yaşantımıza girmesidir.