|
|
Ben, Benlik, Bendelik, BencillikKategori: Ayorum Güncel | 0 Yorum | Yazan: Gündoğdu Gencer | 27 Temmuz 2008 08:20:14 Bizimkine turistin biri "Do you speak English" diye sormuş, çıt yok. "Parlez vous Français?" Yine yanıt yok. "Sprechen sie Deutsch?" Ses yok. Arkadaşı "Yahu kardeşim, hiç değilse bir yabancı dil öğren ki şu turistlere derdini anlatabilesin deyince, bizimki "N'olacak ki? Baksana adam üç dil biliyor, yine derdini anlatamıyor" demiş.
Kendine, kendi durumuna, bilgisine ya da bilgisizliğine bakmayıp topu başkalarına atmak bilmiyorum bizlere özgü birşey mi, yoksa diğer kültürlerdeki insanlar da aynı hastalıktan muzdarip mi? Geçenlerde bir de karikatür vardı. Aşırı şişmanlıktan yerinden kımıldayamayan bir zenci bir sağlıklı yaşam geliştirme merkezinde bir işe başvurmuş, işe alınmadığı söylenince de “zenci olduğum için ayırım yapıyorsunuz, değil mi?” diyor. Kendimizi nasıl gördüğümüz, diğer insanların bizi nasıl gördüğünden çok farklı oluyor çok kez. Tabii, karşımızdakiler bizi pek iyi tanımadıklarından ya da iç dünyamızı pek bilmediklerinden hakkımızda yanlış fikirler edinebilirler ama ya biz kendimizi yanlış tanıyorsak? “Kişi kendini bilmek gibi irfan olamaz” denmemiş mi? O kadar kolay birşey olsa herhalde irfan sayılmazdı. Bireyin kendini nasıl tanımladığı, o insanın yapısı hakkında, ve kendisini ne ölçüde birey olarak görüp görmediği hakkında iyi bir fikir veriyor. “Aidiyet” yâni bir yerlere, birşeylere ait olma duygusunun bir ihtiyaç olduğu pek inkâr edilemez. Ama bu aidiyet, bireyin bireyselliğinin yerine geçtiğinde durum oldukça farklı oluyor. Kişi kendisini “Muhammed ümmetindenim”, “Türk milletindenim”, “Çorumluyum veya İzmirliyim” ya da “Galatasaraylı veya Fenerbahçeliyim” diye tanımladığında toplu kimlik bireysel kimliği kenara itmiş olmuyor mu? Aidiyet çerçevesinde sağlıklı bir “ben”in yerini şu ya da bu dine, şu ya da bu millete veya futbol takımına kulluk, bendelik almış olmuyor mu? “Efendim, bendeniz, kulunuz…” kafa yapısı olan insandan birey olmasını nasıl bekleyebiliriz? Birey olma, birey olduğunun bilincinde olma insanlık tarihinde oldukça yeni bir olgu. Orhan Pamuk’un “Benim Adım Kırmızı” romanının kahramanları yaptıkları minyatürlerde büyük bir titizlikle -mükemmel yalnızca Allah’a ait olduğundan, mükemmel olma değil- mükemmele yaklaşma çabası içinde oldukları halde bırakın eserlerine imza atmayı, eserlerinde kendi kimliklerini açığa çıkaracak ipuçları bırakmamaya büyük özen gösteriyorlar. Ustayı taklit etmek, utanılacak birşey değil, saygın bir yaklaşım, birey olarak kendini öne çıkarmak ise ayıp. “Ben” daha yüzyıl kadar önce Sigmund Freud ile bilimsel bir tanıma kavuştu. Freud’un “ego” adını verdiği “ben” 20. yüzyıl insanının öztanımının ortasına gelip oturdu. Freud, bireyin benliğinin/egosunun tatmini için gereksindiği şeyler ile toplumun dayattıklarının çatışmasından “nevroz” yâni (Orta Doğu’nun bahar bayramı değil) bunalım, daha da uçta “psikoz”, yâni ruh hastalığı doğduğunu kuramsallaştırdı. İsa’nın yaşamını tiğe alan “Life of Brian” filminin unutulmaz bir sahnesi var. Brian’ı peygamber sanıp peşinden gidenlerden bunalınca Brian kalabalığa “kimsenin peşinden gitmeyin, herbiriniz birer bireysiniz” diyor; kalabalık hep bir ağızdan “hepimiz birer bireyiz” diye tekrarlıyor. Ama arkalardan cılız bir ses “ben değilim!” diye sesleniyor. Aynı türden bir çelişki bugün moda için de geçerli. Modacılar “bireyselliğinizi ifade edin” diyerek moda diye pazarladıkları her ne menem şeyse bunu kitlelere dayatıyorlar ve aynı şeyleri yapan, giyen kişiler bunu bireyselliklerinin ifadesi olarak yaptıklarına inandırılıyorlar. Ve bu inanılmaz çelişkiyi göremeyecek kadar körleştiriliyorlar. Konuşurken “ben” yerine “biz” diyen kişilere (İngiltere kıraliçesi Betty Windsor’dan söz etmiyorum) siz de çok rastlamışsınızdır. Bu kişiler halâ kendini birey olarak göremeyen, ancak bir bütünün parçası olarak kimliğini tanımlayabilen kişiler. Sosyalizmin çarpık yorumları bu alternatif dünya düzeni kuramının bireyi, bireyselliği yok etme, sürü yaratma çabası olduğunu büyük bir başarıyla kitlelere yutturdular ve yutturmaya devam ediyorlar. Kapitalist dünya düzeninin etkili propaganda araçları sosyalizmi yalnızca modası geçmiş bir ekonomik system, daha da kötüsü bir devlet kapitalizmi olarak göstermeyi başarmakta. Oysa asıl bugünkü kapitalist dünya düzeninde çalışıp, tüketip ölen sürü mensupları çorabının rengi ya da arabasının markasıyla birey olduğunu kanıtlayıp tatmin oluyor. Ve kendisine bu çok önemli (!) seçenekleri sunan düzeni varsayıyor, eleştirmiyor. Kapitalist düzenin çarkları kendisi için gerekli olan bilgilerle donanmış ama başka hiç birşeyi sorgulamayan, kendini özgür sanan, birey olduğunu tüketimdeki seçimleriyle kanıtladığını sanan dişliler yetiştiriyor. Ve göldeki aksine hayran olan, ama suya dokunursa bu hayalin yok olacağını bilen, gözünü bu hayalden ayıramayan, kendi “ben”i ile mest olup susuzluktan ölen Narcissus gibi doyumsuzlukla kıvranan, her gün nevrozlarıyla güreşen insancıklar üretiliyor. Ve bu insancıklar benliğini bulup ben olmanın yolunun bencillikten geçtiğine inanıyor. “İlim ilim bilmektir İlim kendin bilmektir Sen kendini bilmezsin Ya nice okumaktır” diyen Yunus sanki yüzyıllar ötesini görmüş ve “ben” olamayan okumuş tüketim bencillerini dillendirmiş. Birey olmanın bireyci olmakla, bencillikle karıştırıldığı bir dönemde yaşıyoruz. Sağlıklı bir toplum nasıl sağlıklı bir birey olmanın temelini oluşturursa, çarklının dişlilerinden birisi, tüketicilerden birisi, sürüdekilerden birisi olmak bireyi birey olmaktan çıkarır. “Hiçbir insan ada değildir” sözü insanın, bireyin ancak toplum bağlamında değer kazanacağını, doğrulanacağını vurgular. Ama sürüden birisi olan insan toplumsal insandan çok farklıdır, sürünün bendesidir, “ben” olduğunu ancak bencilliğiyle kanıtlayabilir. Özlemimiz sürüden birisi olarak değil, gerçek benliklerini arayabilen, bulabilen bireylerin oluşturduğu sağlıklı bir toplumda yaşayabilmektir. Umut işte!
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|