|
|
Akmadan bulaşmadan yaşamak - GülayKategori: Yaşam | 2 Yorum | Yazan: Deniz Günal | 20 Temmuz 2008 11:09:38 Yalnızca sevdiğim bir yerde, sevdiğim doğanın içinde, anladığım, sevgimi verebildiğim insanların emeklerinin ürünleri ile, onların bakışlarının, soluklarının sınırları içinde yaşayabilmek isterdim. Yabancılığın, yabancılaşmanın olmadığı arı bir yaşam. Bu olanaksız. Bunu istemem delilik.
Haklarında hiçbir şey bilmediğim iki insanı anacağım bugün. Lal bir akşam yaşamıştık Semra’yla. Çünkü lal şarabı içmiştik yanında güzel bir peynir tabağı. Gece yarısına doğru, Karaköy vapuruna doğru giderken karanlık bir köşede simit arabasını gördüm. Hani şu kırmızı, sevimli arabalar. İstanbul’daki ilk haftam, henüz Türkiye’nin batısından kuzeyine simitlerin artık bu memur arabalarda satıldığını bilmiyorum. O anda benim için İstanbul’un, Karaköy’ün, lal bir akşamın simit arabası. İki sokak ötesi vapur iskelesi, insanlar, restoranlar. Ama o iki sokak ıssız. İstanbul’da gündüz sersemleten bir gürültünün, tozlu dumanlı bir kalabalığın mekanı boş. Düş gibi. Durdum küçük fotoğraf makinemi çıkardım ve 33 nolu simit arabasının, dört yıl sonra yine İstanbul’da olmanın, hafif dumanlı olmanın, can dostumla birlikte olmanın havasına denk düşecek resmini bulmaya çalıştım. Resmi çekerken farkettim. İnsansız olmuyor. Mekan insansız olunca resim anlamsız oluyor. En azından böyle insansız resim, lal bir akşamda adı Karaköy olan bir mekana yakışmıyor. Semra’cım şu simit arabasının önünde bir resmini çekebilir miyim desem, tüm şirinliği ile geçip gülümser. Biliyorum ama onu lal şarap içerken çektikten sonra bir de boş bir simit arabasının önünde çekmek zevzeklik olur. Teklif bile etmiyorum. Gece karanlığında inatla, içinde karanlık, duvar, kırmızı simit arabası ve anlam olan o resmi ararken, bu çıplak resimlerle olsa olsa evine gitmiş simitçi öyküsü yazarım diye düşünüyorum. Gözümün önün her sabah erkenden fırına uğrayıp simitlerini yüklenmiş cılız bir adam geliyor. Şimdi kırmızı arabasından kimbilir kaç otobüs yolculuğu uzakta evinde uyuyor. Ben makinamın düğmesine bastıkça, simit arabasının çevresi aydınlanıyor. Arabanın altındaki duvarın dibinde iki kişi oturuyor. Pek tekin bir durum değil. Hızla düşünüyorum. Ne yapabilirler. Alabilecekleri paramız yok. İş zora gelirse koşarız. Şurası iskele. Biri ayaklanıyor bize doğru. Akşam lal, keyifler lal. İstifimizi bozmadan o lal resmi aramaya devam ediyoruz. Ayaklanan yabancı sesleniyor. Abla bir de benim resmimi çeksene. Bu sesi, tavrı ile bir erkeğe benziyor ama yuvarlak hatları, yüzünde saklı tatlılıkla olsa olsa bir kadın. Genç bir kadın. Tuhaf bir kadın ama hiç tehdit edici değil. Düşünmüyorum bile. Körün istediği bir göz Allah verdi iki göz. Gel simit arabasının önünde dur da çekeyim. Sağol abla. Basıyorum düğmeye. Fena değil be! Gülümse de bir de öyle çekeyim, daha güzel çıkarsın.. Utanmıyor, ikiletmiyor. Hemen gülümsüyor. Gel bak, çok güzel oldu. Makinamın ekranından gösteriyorum. Valla güzel olmuş abla, çok sağol. Senin adın ne? Gülay. Gülay o yanındaki kim? Annem. Annesi, Gülay’dan daha anlaşılmaz daha anlatılamaz bir durumda. Lal akşamdan mı hafif ürküntüden mi bilmem. Hem benim adam iyice tembihledi. Kimseye bulaşma İstanbul sokaklarında, çocuklardan, evsizlerden, delilerden uzak dur. Gülay’a annesi ile o duvar dibinde ne yaptıklarını sormuyorum. Gülay, bir de annenle resmini çekeyim mi? Gülay hemen geçiyor annesinin yanına, sarılıyor. Gülay öyle güzel öyle içten gülümsüyor ki… Gözleri gecenin içinde öyle ışıldıyor ki… Kameramın ekranından ikisine de gösteriyorum resmi. Çok mutlular. Niye bu kadar mutlu olduklarını anlamıyorum. Benden resimleri onlara vermemi istemiyorlar bile. Biz eyvallah deyip uzaklaşırken Gülay arkamdan bağırıyor gözleri gibi ışıltılı bir sesle. Allah razı olsun abla! Semra’yla konuşamıyoruz bile. Vurgun yedik. Sarhoş değiliz artık. Yalnızca ağlamak istiyoruz. İstanbul sokaklarında, bir duvar dibinde kimbilir kaçıncı gecelerini hangi gölgeler içinde geçirecek, iki hayatsız insana sanki bir emeğimiz geçmiş, bir faydamız dokunmuş gibi dualarını aldık. Hayır gecemiz berbat olmadı elbette. Yaşadığımız her şey İstanbul. Lal bir günün gecesine adı Gülay olan küçücük bir nokta çakan İstanbul şehri. Baldan tatlı zehirden acı. Gülay bu resimleri görür mü, o gecenin bu küçük öyküsünü okur mu bilemem. Aranızda Gülay’ı tanıyan vardır belki. Bir gece Karaköy’de annesi ile resmini çeken abladan bir selam söyleyin. Gülay’ın gözlerine bir bakın. Nasıl akıllı bir kız. Mutlaka anımsar. Kimbilir belki de en içten gülücüklerin Gülay’ı kanatlarını açmış, ağır annesini de yüklenmiş çoktan daha iyi bir ülkeye uçmuştur. O zaman beni hiç anımsamasa da olur.
Yorumlarmeltem hınçal
{ 10 Ağustos 2008 05:38:29 }
memleketim sokakları nice gülaylarla dolu...hangisine yanayım, hangisine ağlayayım...nasıl buluyorsak yaşama, çalışma hatta varolma hevesi ,şevki.. ah , insanoğlu..
nihat ziyalan
{ 21 Temmuz 2008 07:34:51 }
sevgili deniz kizi,
Diğer Sayfalar: 1. ustura gibi hayatlari bal serbet bir dille oruyorsun. iyi ki tatile gittin. boylece senden nice guzel yazilar okuyacagim. hele bir kitaplik oyluma ulasirsa bir de kitaplasirsa degme keyfime. kalemin (bilgisayarin) dert gormesin. dostlukla. nihat abin
Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|