|
|
Akmadan bulaşmadan yaşamak - Merve ve TuğbaKategori: Yaşam | 4 Yorum | Yazan: Deniz Günal | 18 Temmuz 2008 10:54:16 Ya da Tuğba ile Merve'nin öyküsü, ve polis Bülent'in, polis Ahmet'in polis Özlem'in... Otel komisinin, belediye işçisinin, müze korumasının, müze temizlik işçisinin... ruhunun bir yanına yakarak işlenmiş istanbul damgası taşıyan benim, tatil heyecanı yaşayan çocuklarımın, İstanbul'un yüzbinlerce binasının arasında, içinde, altında, üstünde hapsolmuş, solan ya da yanlış yerlerden bezgin filizler veren insanlarının öyküsü...
Bu bir giriş… elbette söz konusu Türkiye ya da İstanbul ya da aslında betona, uydu antenlerine, kırık kaldırımlar ve çöp dolu köşelere, musluklardan akan kurşunlu sulara, hormonlu sebzelere boğulmuş herhangi bir gelişmiş kentimiz olunca bu giriş güdük kalır. Gerçekte bu Merve ile Tuğba’nın öyküsü. Yaşları belki iki belki biraz üç. Küçük boyları, kirli elleri, kirli yüzlerine, korkmayı daha öğrenememiş akıllarına bir de terk edildikleri, istanbul’un incisi Sultanahmet’in kıyısındaki dar sokağa bakarsak giriş fena olmadı. Merve’nin siyah kıvır kıvır saçları, kara boncuk gözleri var. Utangaç. Tuğba, sarı saçlı, mavi gözlü, sıcak kanlı bir cimcime. Gelen geçene laf atıyor. Bir ağacın altında iki küçük kabın içinde su var, oynuyorlar. Küçük kediler de vardı ama sonra onları anneleri aldı. Merve ile Tuğba, su kaplarını devirdi. Otel’in satmak için dizdiği kartpostallarla oynamaya başladılar. Otel komisinin hoşuna gitmedi. Kızlara kızdı ama öyle de kayıtsız ki… hani aksiyon filimlerinde en geri planda kimler neler yapıyormuş farketmeyiz ya… o da sanki çekilen bütün filmlerde en gerideki adam. Merve ile Tuğba da aslında öyle, o geri plan yaratıklarından olacaklardı yanlarında bir anne ya da bir baba ya da o fonksiyonda birileri olsaydı. Kartpostalları bırakıp, duvara asılmış İstanbul afişlerini kazımaya başladı cimcimeler. Afiş bir köşesinden yırtıldı. Otel komisi her türlü aksiyona arkasını dönmüş, hikayesi silinmiş, konuşma-düşünme balonu olmayan bir çizgi kahraman gibi, dışında hayatın, görmüyor kızların yırttığı afişleri. Komiye duyurmamaya çalışarak, kısık sesle ‘yapmayın yaramazlar’ diyorum kızlara. Biz sokağa girdiğimizde saat iki buçuktu. Şimdi sokaktan çıkıyoruz saat üç, kızlar hala kendi başlarına. Sokağın girişinde ev yok. Biraz ilerdeki evlerde de sanki hayat yok. Kapılar perdeler kapalı. Kızım sizin eviniz nerde? Evde Gülümsüyorum. Doğru ya, ev nerede olur. Evde. Peki annen nerede. Evde. Harika. Bir insanın annesi evde olmalı. Hadi beni evinize götürün. Kızlar yüzüme bakıyor. Eviniz nerede biliyor musunuz? Beni anladıklarını bile sanmıyorum ama başlarını sallıyorlar. Ya da ben öyle varsaymak istiyorum. Küçük ellerinden tutuyorum. Küçük değil ufacık! Kirli ve narin. Diyor ki benim bey: Şimdi anneleri babaları gelse sana sorsa ne yapıyorsun çocuklarımıza, nereye götürüyorsun diye! Başına bela arıyorsun!! Keşke gelseler. Bu çocukları burada nasıl tek başlarına bırakıyorlar hesap sorsam. Onlar da sana hesap verirdi ya! Bir de dayak atmaya kalkarlarsa görürsün. Tatile geldik buraya. Türkiye’nin sorunlarını çözmeye değil. Bu küçük cimcimeleri hayatta bu sokakta tek başlarına bırakamam. Ya bir sapığın, bir uğursuzun eline düşerlerse. Küçük elleri avucumda, sokağın altlarına doğru yürüyoruz. Geçenlere soruyorum. Bakkala soruyorum. Tamirciye soruyorum. Tarifsiz bezginliklerin komisine bile soruyorum. Tanımıyorum. Hiç görmedim. Bu sokağın çocukları değil. Olsa bilirdim. Aşağı mahalleden gelmişlerdir. Ne bileyim ben ne mahallesi… bir sürü kondu işte, teneke evler… Kızlara soruyorum. Az kaldı mı, eviniz nerede? Şu mu, bu mu? Hangisi? Ben ne dersem kızlar baş sallıyorlar. Benimle el ele tutuşmaya alıştılar, hatta hoşlarına bile gitti. Korkusuzca gülüşerek yürüyoruz. Merve senin kardeşin var mı? Var Kız mı oğlan mı? Bebek! Ağlıyor. Peki Tuğba kim? Senin kardeşin mi arkadaşın mı? Evet Kardeşin mi? Evet Arkadaşın mı? Evet Anladım. Peki annenin adı ne? Anne Kızlarla konuşmamız sürekli tek yanlı. Ben ne istersem onu soruyorum. Onlar ne biliyorlarsa yalnızca onu söylüyorlar. Bire bir ve tutarlı olmak gibi kaygılar taşımıyoruz. Zaten günün o saati, benim Avustralya’dan İstanbul’a tatile gelip, Sultanahmet’in az ıssız kalabilen bir köşesinde Merve ile Tuğba’yı bulup, küçük ellerini tutup, sokaklarını arşınlamam için ayarlanmış gibi. Bir belediye görevlisine karakolun nerede olduğunu soruyorum. Biraz ilerde. Ne kadar ilerde? İki yüz metre sonra solda. İki yüz metre sonra İslam Eserleri Müzesinin koruma görevlisine soruyor, benim bey. Bana destek olmaya karar verdi sonunda. Kızların babaları ortaya çıkar da beni dövmeye kalkarsa kurtaracak. Burada karakol varmış, nerede biliyor musunuz? Burada karakol falan yok. Beyazıt’a çıkacaksınız. Şahane! Ayaklarında ayaklarından büyük yırtık topuklu ayakkabılar, iki küçük pis cimcime, benim büyük oğlan, küçük oğlan, yanımızda kuzenimiz iki saat yürürüz artık. Kızların birini kucağıma almaya kalkıyorum. Ama o ne bok kokusu! Küçük cimcime altına doldurmuş. Paçalarından iniyor. Bizi taksiye de almazlar. Karakolu niçin arıyorsunuz? Bu çocukları terketmişler. Başlarına bir şey gelmesin. Polise teslim edeceğiz. Beyazıt karakolu bakmaz. Samatya daki karakol bakar. Onların çocuk ekibi var. Siz buyrun içeri. Biz haber verelim! Birden gözümde dünyadaki bütün koruma görevlileri pirim yapıyor. Ülkemin çalışan emekçi insanları, müze görevlileri, sade insanlar, güzel insanlar… Belki gözleri kapalı olan bitene, kulakları sağır olmuş, ama yürekleri hala duyarlı. Bizi içeri alıyorlar. Çocuklara kek getiriyorlar. Paçalarından akan bok İslam Eserleri Müzesinin koridorlarından bahçesine kadar iz yapıyor. Bunlar da bizim Hansel ve Gratel’imiz işte. Müze görevlileri kızların dolaştıkları yerlerde arkalarından bokları temizliyor. Boklu olanı oturtuyorum. Diğerini oturtmak ne mümkün! Bırakıyorum kendi haline bir süre. Kendi haline bırakılan tüm küçük çocuklar gibi hemen tehlikeyi buluyor. Müzenin bahçesindeki terasdan yarı beline kadar sarkarken yakalıyorum. Sesime kararlı bir ton vererek kızıyorum. Cimcimeyi birkaç dakika kadar caydırıyor. Hepsi o. Yine balkonun korkuluğuna doğru koşuyor. Oraya giderse peşinden geleceğimizi çaktı ya aslında bizi koşturuyor. Benim ufak oğlanı görevlendiriyorum. Kızı parmaklıklara yaklaştırmıyor. Bu kez de cimcime büyük içi boş saksılardan birinin içine düşüyor. Oradan çıkarıyorum. Aman ne kadar gülüyor! Nasıl mutlu. Ayakkabıları çıkmış ayağından. Fakat yürümesinde koşmasında bir tuhaflık var. Hep ayağına büyük olan, eğrilmiş, topuklu terliklerle dolaşmasından herhalde, iki ayağı da dışarı doğru yampiri yampiri koşuyor. Kaz yavruları gibi. Bu haliyle çok sevimli ama bunun bir de sonrası var! Ya genç kız olduğunda da böyle yürürse. Cimcimelerin hangi hallerine kahrolayım bilmiyorum. Samatya çocuk ekibi gelmek bilmiyor. Altına doldurmuş olan cimcime çok sessiz, çok mutsuz. Al bu cimcimeyi tuvalette bir güzel yıka. Burası İslam Eserleri Müzesi. Sıcak suyu da vardır diyorum kendime. Ya sonra? Ne giydireceğim? Yanımda yedek iki yaş giysisi taşımıyorum ki. İnsan nelerle karşılaşacağını hiç bilmiyor! Boklu cimcimenin yanında oturup kıvırcık saçlarını okşuyor, kara gözlerine bakıyorum. Parmakları nasıl da incecik. Saat dördü geçiyor. Çocuk ekibi geliyor. İri yarı iki sivil arkadaş. Ellerinde telsizler. Çocukları nerede bulduğumu niye onları polise vermek istediğimi anlatıyorum. Tam da eve gitme vakti, yeni ekibe görev devredeceklerken, böyle pislik içinde, kimbilir kimin veledi ile uğraşmak pek hoşlarına gitmiyor. Bunlar böyle dolaşmaya çıkar sonra dönerler. Anneleri arıyordur şimdi onları. Aslında oldukları yerden hiç almasanız da olurdu! diyorlar. Koruma görevlileri, araya giriyor. Yok biz baktırdık sokaklara, kimse aramıyor çocukları. Fakat çocukları şubeye götürüp Özlem’e vermek fikri hoşlarına gidiyor polislerin. Özlem bütün gün oturuyor, onları böyle işlere yolluyor. Hadi bakalım temizlesin, giydirsin pis cimcimeleri, uğraşsın bakalım. Ekip otosuna kadar yürüyoruz cimcimelerle. Telefon numarasını alıyorum. Polislerden birinin adı Bülent. Soyadınız ne? Soyadım yok. Polis Bülent yeterli. O akşam verdikleri numaradan arıyorum. Çıkmıyor. Üç gün boyunca Beyazıt karakolunu, Samatya karakolunu, Fatih karakolunu arıyorum. Konuştuğum polislerin hiç birinin soyadı yok. Onlar polis Ahmet, polis Necati, polis Arzu falan…. Anlaşılan Türk polis teşkilatı aynı isimle bir kişiden fazlasını çalıştırmıyor. Üç gün boyunca çatlıyorum, Samatya’ya gitmeye karar vermişken, sonunda çocuk bürosu telefonunu açıyor. Bir polisle konuşuyorum, yine soyadı olmayan. Diyelim ki adı Hüseyin, zaten farketmiyor. Çocukları aileleri gelip almış. Yasal bir işlem yapmamışlar. Zaten her ailede 8-9 çocuk varmış. Yasalar gereği bir yıl boyunca tekrarlanırsa bu ihmaller o zaman çocuk esirgeme kurumu devreye girermiş. Bir yıl sonra, Merve ile Tuğba, daha yeni ayaklanmış bu boklu cimcimeler bir arabanın altında ya da bir itin uğursuzun pençelerinde parçalanmazsa elbette! Kimbilir! Belki de cimcimeler sapasağlam büyürler. Tarihi, doğal güzellikleri yağmalanmış, betona, çöpe boğulmuş bu cehennemde kendilerine birer küçük cennet kurmayı bile başarırlar. Minicik çocukları bile kusan ey İstanbul şehri! Senin suçun ne?
YorumlarMustafa
{ 22 Temmuz 2008 02:46:56 }
"Tanrı çocuklarının dar kafalı, yüreklerinin boş olmasını" istemezmiş. Duygudan yoksun düşünceler mekanik bir tını, duyarlılıktan yoksun yürekler kuru bir kabuktan başka bir şey değil. Büyükmüş gibi gözüken sorunlar hakkında düşünmek ne düşünceyi büyütür ne de bu düşünceyi dile getireni. Düşündüklerime uygun düşmeyen tavırlar sergilediğim zaman kendi kendime "işte halin bu" derim. İnsana dair, hayata dair laflar ettiğimde için için bir şişinme duygusuna kapıldığımı fark ediyorum; bu yazıdaki gibi olaylarla karşılaştığım, böylesi yazıları okuduğum zaman... Yazarın yazdıklarında sahici olması okuyucuyu daha bir derinden sarıyor. Yüreklerimizin kilitli kapılarını açmamız için bizi sarsıyor. İçten, duyarlı, lekesiz bir sadelikle yazılmış bu tarz yazılar, bize ayrıca öykünün ve edebiyatın ne denli işlevli olduğunu da gösteriyor. Betonlaşan yüreklerde bir çatlak yaratıp arasından küçücükte olsa yeşil otların can bulmasına hizmet ettiğine inanıyorum. Yazar yazdıklarının sahibi değil de hizmetçisi olarak duruyorsa bu etki daha da derin oluyor. Bu denli çok konuyu hem de hiç dağılmadan anlatan bir öykü okumak okuyucuyu talepkar yapıyor, en azından beni. Lütfen hep yaz; sen böyle yazdıkça ben sadık bir okuyucu olacağım...
saba
{ 21 Temmuz 2008 01:36:06 }
sevgili deniz, merve ile tugba'nin hikayesinde insani isyan ettirebilirligiyle bile guzel olan yasami harika bir dille anlatmissin, cok severek okudum.
istanbul'un varligiyla yoklugu neredeyse bir, bol bulunmus cocuklari... savrulup gidiyorlar... bir cocugun annesinin, babasinin goz bebegi, cani cigeri olmayabilisini kabul etmek guc. bir cocuk baska hic kimse icin degilse bile annesi, babasi icin mutlulugun kaynagidir, hayatin anlamidir, nesesidir, uzerine titrenecek guldur, oyle olmalidir. ayni istanbul'un simarik, her dedigi yapilan, her istedigi alinan, annesini babasini parmaginda oynatan cocuklari da var. birkac yil once karistirdigim bir iki cocuk romanini hatirliyorum da, son yillarin cocuk edebiyatinda bazi urunlerin bu, annesinin babasinin "little darling" lerine hizmet ettigini soylemek bile mumkun. turkiye boyle de avustralya'ya ne diyecegiz? son bir yil icinde department of community services'in engelleyemedigi kac tane cocuk ihmal ve taciz olayi ortaya cikti. bu ulkede kimimiz tavuklar daracik kumeslerde yasayip da eziyet gormesin diye supermarket raflarini tarayip, serbest gezen tavuklarin yumurtalarini bulup alirken, kimimiz cocugunu hastanelik olana kadar ihmal edebiliyor. ote yandan bir dolu cocuk da yok nedir bilmeden buyuyor. "little darling"lerin taklitleri turkiye'deyse orijinalleri avustralya'da. nihat ziyalan
{ 20 Temmuz 2008 07:33:24 }
TADIMLIK
Deniz Gunal`in tatil yazilarini sabirsizlikla beliyordum. ilki tadimlik. enfes. aman hizi kesilmesin. eline saglik. dostlukla. nihat ziyalan aykut yazgan
{ 18 Temmuz 2008 11:34:31 }
bundan sonra seninismin saite faik...
Diğer Sayfalar: 1.
Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|