![]() |
|
![]() |
![]() |
![]() |
|
Yağmurlu Bir Bayrampaşa Sabahında Orta Asya’dan Uzakdoğu’ya Uzanan Bir Hat
Yağmur Bayrampaşa’da her zamanki gibi ağır ağır yağıyordu. Asfalt, sabahın erken saatlerinde henüz uyanmamış dükkanların önünde koyu bir aynaya dönüşmüş, tramvay raylarının arasında biriken sular gri gökyüzünü yansıtıyordu. Bu semtte yağmur, yalnızca hava olayı değildir, geçmişle bugün arasında kurulan sessiz bir köprüdür. İnsan, burada sabah çayını içerken hem Osmanlı artığı bir işçiliği, hem Cumhuriyet’in göç hikayelerini, hem de küresel çağın sıkışmışlığını aynı anda hisseder.İşte tam da böyle bir sabah, haber akışında sıradan gibi görünen bir başlık dikkatimi çekti. Kırım Haber Ajansı “Kazakistan ve Japonya arasında 14 yeni anlaşma.” İlk bakışta diplomatik bir rutin gibi duruyordu. Oysa biraz durup bakınca, bu haberin yalnızca iki devlet arasındaki imzaları değil, 21. yüzyılın yönünü, Avrasya’nın yeniden şekillenişini ve Orta Asya’nın kaderini anlattığı ortaya çıkıyordu. Kazakistan Cumhurbaşkanı Kasım Cömert Tokayev’in Tokyo ziyareti, sembolik bir protokol gezisi değildi. Japonya gibi tarihsel olarak Orta Asya’ya mesafeli, ancak son yirmi yılda bu bölgeyi dikkatle izleyen bir güçle kurulan ilişki, yeni bir jeopolitik okumanın işaretiydi. İmzalanan 14 anlaşma, enerji, lojistik, madencilik, çevre teknolojileri, dijitalleşme ve kültürel işbirliği gibi alanları kapsıyordu. Bu anlaşmalar, yalnızca bugünü değil, 2030’ların Avrasya’sını hedefliyordu. Çünkü Japonya için Kazakistan, Çin’e aşırı bağımlı olmadan enerjiye, nadir madenlere ve kara ticaret yollarına erişmenin anahtarlarından biri. Kazakistan için ise Japonya, teknoloji, sermaye ve “yumuşak güç” anlamına geliyor. Bugün dünya haritasına bakan herkes şunu fark ediyor. Ticaret yalnızca denizlerden akmıyor. Kara ve demiryolları yeniden önem kazanıyor. Çin’den Avrupa’ya uzanan hatlar içinde Hazar geçişli Orta Koridor, giderek stratejik bir damar haline geliyor. Kazakistan bu damarın kalbinde duruyor. Japonya’nın bu koridora yatırım ilgisi tesadüf değil. Pasifik’ten çıkan Japon sermayesi, Kazak bozkırlarını aşarak Hazar’a, oradan Kafkasya’ya ve nihayet Avrupa’ya ulaşmayı hedefliyor. Bu, Çin merkezli Kuşak-Yol projesine alternatif değil belki, ama onu dengeleyen, çoğulcu bir Avrasya vizyonu. Bayrampaşa’da yağmurun ritmiyle yürürken şunu düşünmemek zor. Bir zamanlar İpek Yolu’ndan geçen kervanlar, bugün fiber kablolar, enerji hatları ve veri paketleri olarak akıyor. Anlaşmaların en kritik boyutlarından biri nadir toprak elementleri ve uranyum başlığı. Japonya, yüksek teknoloji üretimi için bu kaynaklara muhtaç. Kazakistan ise bu kaynakların dünya üzerindeki en önemli sahiplerinden biri. Ancak bu ilişki yalnızca “al–sat” meselesi değil. Japon tarafı, çevreci madencilik, karbon ayak izi düşük üretim ve şeffaf denetim mekanizmaları vurgusu yapıyor. Bu da Kazakistan’ın klasik “ham madde ülkesi” kimliğinden çıkıp, katma değerli üretim ve teknoloji ortaklığına yönelmesi anlamına geliyor. Bu noktada Orta Asya, ilk kez yalnızca sömürülen değil, pazarlık gücü olan bir aktör olarak masada. Kazakistan–Japonya ilişkilerinin belki de en az konuşulan ama en kritik yönü, dijital altyapı ve veri ekonomisi. Anlaşmalar, akıllı gümrük sistemleri, dijital lojistik, otomasyon ve yapay zeka destekli tedarik zincirlerini kapsıyor. Bozkır artık yalnızca atların değil, sunucuların, veri merkezlerinin ve algoritmaların da mekanı. Kazakistan, coğrafi konumunu dijital avantaja çevirmek istiyor. Japonya ise bu dönüşümün mühendisliğini sunuyor. Bu, klasik diplomasi metinlerinde görünmeyen ama geleceği belirleyen bir hamle. Bu anlaşmalar, tek başına Kazakistan–Japonya ilişkisi değil. Aynı zamanda “Orta Asya + Japonya” formatının güçlendiğini gösteriyor. Japonya, bölgeyi Rusya–Çin eksenine terk etmek istemiyor. Kazakistan ise çok yönlü dış politika anlayışıyla bu denge oyununda merkezi rol oynuyor. Bu yaklaşım, ne Batı’nın açık hegemonyası ne de Doğu’nun kapalı blok siyaseti. Daha çok, çok kutuplu bir Avrasya tahayyülü. Yağmur hala yağıyor Bayrampaşa’da. İnsan, buradan bakınca Tokyo ile Astana arasındaki anlaşmaları uzak sanıyor. Oysa dünya artık öyle bir yerde ki, Orta Asya’daki bir lojistik hattı, İstanbul’daki bir fabrikayı, Japonya’daki bir teknoloji yatırımı, Karadeniz limanlarını etkiliyor. Kazakistan ile Japonya arasında imzalanan bu 14 anlaşma, bir haber başlığından çok daha fazlası. Avrasya’nın sessizce yeniden yazılan jeopolitiği, enerji ve veri üzerinden kurulan yeni ittifaklar ve 21. yüzyılın güç haritası bu metnin satır aralarında duruyor. Belki de asıl soru şu: Bu yeni dünyanın neresinde duracağımızı biz ne zaman ve nasıl tartışacağız? Yağmur diner. Raylar kurur. Ama dünya yoluna devam eder. Yağmur Bayrampaşa’da bir süre sonra diner ama ıslaklık kalır. Asfalt kurusa bile nem, duvarların içine işlemiştir. Türkiye’nin dünya siyasetindeki hali de biraz böyle. Gündem hızla değişir, manşetler akar gider ama kaçırılan fırsatların ve kurulamayan stratejilerin bıraktığı nem, uzun süre dağılmaz. Kazakistan–Japonya hattında olan bitene buradan bakınca, insan ister istemez şu soruyu soruyor: Biz ne yapıyoruz? Türkiye Neden Hep “Geç Kalan” Oluyor? Kazakistan, Orta Asya’nın ortasında, denizi olmayan bir ülke olmasına rağmen, kendisini küresel lojistik ve enerji ağlarının vazgeçilmez düğümü haline getirmeye çalışıyor. Bunu yaparken tek bir güce yaslanmıyor. Rusya ile ilişkisini sürdürüyor, Çin’le ticaret yapıyor, Batı’yla diplomatik kanalları açık tutuyor ve Japonya gibi “sessiz ama derin” bir aktörü denkleme sokuyor. Türkiye ise çoğu zaman yüksek sesli ama kısa vadeli hamlelerle yetiniyor. Strateji yerine reaksiyon, plan yerine kriz yönetimi, uzun soluklu vizyon yerine iç politikaya dönük hamaset öne çıkıyor. Oysa Türkiye, Bayrampaşa’dan Hopa’ya, Kars’tan Mersin’e kadar uzanan hatta, lojistik, sanayi, insan kaynağı ve kültürel sermaye açısından Kazakistan’dan çok daha avantajlı bir konumda. Ama avantaj, tek başına yetmiyor. Onu akla, sabra ve kurumsallığa bağlamadığınızda eriyip gidiyor. Japonya Neden Sessiz Ama Etkili? Japon diplomasisi bağırmaz. Tweet atmaz. Televizyon tartışmalarında görünmez. Ama masaya oturduğunda net hedeflerle gelir. Kazakistan’la imzalanan anlaşmaların dili soğuk ve tekniktir, ama arkasında çok berrak bir akıl vardır. Japonya, Orta Asya’yı romantik bir “Türk dünyası” anlatısıyla değil, 20–30 yıllık projeksiyonlarla okuyor. Biz ise çoğu zaman aynı coğrafyaya nostaljiyle, duyguyla ya da iç siyasete malzeme olacak başlıklarla yaklaşıyoruz. Orta Asya Sadece “Kardeşlik” Meselesi Değildir Kazakistan–Japonya anlaşmaları, Orta Asya’nın artık yalnızca kültürel bağlarla değil, soğuk jeopolitik gerçeklerle hareket ettiğini gösteriyor. “Kardeşlik” dili, yerini yavaş yavaş “çıkar dengesi”ne bırakıyor. Bu kötü bir şey değil, aksine olgunlaşmanın işareti. Türkiye’nin bu bölgede hala güçlü bir kültürel etkisi var. Dil, tarih ve ortak hafıza hala çalışıyor. Ama kültürel etki, ekonomik ve teknolojik altyapıyla desteklenmediğinde zamanla folklora dönüşür. Japonya bunu çok iyi biliyor. O yüzden Kazak bozkırına türküyle değil, veri merkeziyle gidiyor. Bu küresel anlaşmaların bir de sınıfsal boyutu var. Japon sermayesiyle Kazakistan’da kurulacak lojistik merkezleri, maden tesisleri, veri altyapıları, Kazak işçisinin hayatını doğrudan etkileyecek. Aynı şekilde bu hatlar, Türkiye’deki liman işçisini, nakliyeciyi, sanayiciyi de dolaylı olarak etkileyecek. Ama biz bu meseleleri Türkiye’de genellikle şu başlıklarla tartışıyoruz. “Milli mi, değil mi?” “Bizden mi, onlardan mı?” Oysa asıl soru şu olmalı: Bu yeni dünya düzeninde emeğin payı ne olacak? Veriyi kim üretecek, kim satacak, kim sömürülecek? Kazakistan bu soruların farkında olarak Japonya gibi bir aktörü masaya davet ediyor. Biz ise çoğu zaman masaya sonradan, sandalyeler doluyken geliyoruz. Yağmur Bayrampaşa’da nihayet kesiliyor. İnsanlar başlarını kaldırıp gökyüzüne bakıyor, sonra yine aceleyle yürümeye devam ediyor. Dünya da böyle, büyük anlaşmalar, uzun vadeli planlar sessizce yapılırken, gündelik hayat akıp gidiyor. Kazakistan ile Japonya arasında imzalanan bu 14 anlaşma, yalnızca iki ülkenin meselesi değil. Bu, kimin geleceği ciddiye aldığının, kimin günü kurtarmaya çalıştığının hikayesi. Bu yeni Avrasya düzeninde, biz izleyen mi olacağız, yoksa oyunu kuranlardan biri mi? Yağmurdan sonra kalan nem, uzun süre gitmez. Ama yönünü bilenler için yol hala açıktır. Bayrampaşa’da yağmurdan sonra bir başka şey daha kalır, sessizlikte duyulan uğultu. Uzak bir siren, raylardan gelen metal sesi, bir dükkanın kepengi… Hepsi şunu fısıldar. Hayat devam ediyor ama bir şeyler eksik. Türkiye’nin küresel siyasetteki hali de tam olarak budur. Sürekli hareket, sürekli gürültü; ama derinlikte bir stratejik sessizlik yok. Japonya’nın Kazakistan’la imzaladığı anlaşmaların ortak bir özelliği var. Hiçbiri “acil” değil. Hiçbiri “yarın sonuç verecek” cinsten değil. Bunlar yirmi yıl sonra meyve verecek anlaşmalar. Türkiye’de ise siyaset, neredeyse tamamen “yarın manşete ne çıkar?” sorusuyla yürütülüyor. Oysa jeopolitik, sabah haberleriyle değil, nesiller arası sabırla kurulur. Japonya’nın devlet aklı, bir çocuğun doğumundan üniversiteye gidişine kadar geçen süreyi planlayabilir. Bizde ise bir bakanın görev süresi kadar bile düşünülmeyen projeler “mega” diye sunuluyor. Kazakistan bunu görüyor. Bu yüzden Japonya’yı seçiyor. Çünkü Japonya, bugün alkış istemez, yarın vazgeçmez. Türkiye’nin büyük bir avantajı var hafıza. İmparatorluk geçmişi, ticaret yolları, çok kültürlü deneyim, diplomasi geleneği… Ama hafıza, geleceğe bağlanmadığında yük olur. Bugün Türkiye’de hafıza, çoğu zaman bir nostalji endüstrisi olarak kullanılıyor. Geçmiş anlatılıyor ama gelecek tasarlanmıyor. Oysa Kazakistan, geçmişini bir sıçrama tahtası olarak kullanıyor. Hazar’dan Japon Denizi’ne uzanan hat, yalnızca petrol ve maden taşımayacak. Aynı zamanda şunu taşıyacak yeni bir güç dengesi dili. Bu dilde bağırmak yok. Bu dilde hamaset yok. Bu dilde “biz büyük milletiz” demek yetmiyor. Bu dilde sadece şu sorunun cevabı önemlidir. Sen bana ne katıyorsun? Uzun süre Orta Asya ülkeleri, büyük güçlerin gölgesinde “bekleyen coğrafyalar” olarak görüldü. Şimdi o dönem kapanıyor. Kazakistan, Özbekistan, Azerbaycan , hepsi ayrı ayrı çoklu denge siyaseti kuruyor. Japonya bu denge oyununda “güvenilir, sabırlı, tehditkar olmayan” bir ortak olarak öne çıkıyor. Çin kadar baskın değil, Rusya kadar tarihsel yük taşımıyor, Batı kadar ideolojik konuşmuyor. Türkiye ise bu tabloda hala kimlik üzerinden konuşan, ama altyapı üzerinden yeterince konuşmayan bir aktör gibi duruyor. Oysa Orta Asya’nın ihtiyacı söylem değil, sistemdir. Sınıf Meselesi Yeniden Karşımıza Çıkıyor Bu anlaşmalar yapılırken kimler kazanacak? Devletler mi? Evet. Şirketler mi? Elbette. Peki işçiler? Kazakistan’daki bir maden işçisiyle Bayrampaşa’daki bir tekstil işçisi arasındaki görünmez bağ burada kuruluyor. Enerji hatları, lojistik merkezleri, veri ağları… Bunlar yalnızca harita üzerinde çizgiler değil. Bunlar emeğin hangi koşullarda, kim için ve ne bedelle çalışacağını belirleyen mekanizmalar. Türkiye bu mekanizmaların kurucusu değil, son kullanıcısı olursa, bedelini yine emekçiler ödeyecek. Yüksek sesli dış politika, düşük ücretli iç hayatla birleşmeye devam edecek. Bayrampaşa’da yağmurdan sonra çocuklar su birikintisine bakar. Kimi atlar, kimi kenarından dolaşır. Ama hiçbiri suyun nereden geldiğini düşünmez. Devletler ise düşünmek zorundadır. Bu yeni Avrasya düzeninde sorulması gereken soru şudur. Biz sadece suyun içinden mi geçeceğiz, yoksa suyun yönünü değiştirenlerden biri mi olacağız? Kazakistan yönünü çiziyor. Japonya sabırla yerleşiyor. Türkiye ise hala aynaya bakıp kendi sesini dinliyor. Yağmur bitti. Artık yürürken ayakkabının ıslanmasını değil, nereye gittiğimizi konuşma zamanı. Bayrampaşa’da yağmur tamamen dinmişken, kaldırımlarda kalan su yavaş yavaş çekilir. Ama iz kalır. Çamur, ayakkabının ucunda kurur, paçaya yapışır. Jeopolitik de böyledir, an geçer, sonuç kalır. Bugün Kazakistan ile Japonya arasında imzalanan anlaşmaların etkisi belki yarın hissedilmeyecek, ama on yıl sonra dünya haritasında “nasıl oldu bu?” dedirtecek izler bırakacak. Dünya artık bloklar arası değil, ağlar arası bir düzene evrildi. Güç, tanktan çok terminalde, bayraktan çok protokolde, nutuktan çok standartta üretiliyor. Japonya bunu çok iyi biliyor. Kazakistan da öğrenmiş durumda. Türkiye ise hala gücü, görünürlükle karıştırıyor. Oysa görünür olmak, etkili olmak değildir. Etki, sessizce kurulan sistemlerde doğar. Japonya’nın Orta Asya’daki varlığı tam da böyledir, düşük profil, yüksek etki. Bir Japon anlaşması genellikle üç şeyi içerir: Uzun vadeli finansman, yerel insan kaynağının eğitimi, teknoloji transferi ama bağımlılık yaratmadan. Bu, emperyal bir ilişki değil, kontrollü ortaklık modelidir. Kazakistan için cazip olan da budur. Türkiye Neden Masada Değil, Tribünde? Türkiye coğrafi olarak bu oyunun merkezinde. Kültürel olarak bağları var. Tarihsel olarak referansı var. Peki neden çoğu zaman masada değil? Çünkü Türkiye, son yıllarda strateji yerine refleks, kurum yerine kişi, plan yerine hamaset üretmeyi tercih etti. Devlet aklı, süreklilik ister. Oysa bizde her yeni dönem, bir öncekinin defterini kapatıp yeniden başlıyor. Japonya’da ise devlet, şahıslardan bağımsız bir hafızaya sahiptir. Bir bakan gider, anlaşma kalır. Bir hükümet düşer, strateji devam eder. Kazakistan bunu görüyor ve “istikrarın ses çıkarmayanı”nı seçiyor. Bu anlaşmalar enerji başlığıyla anılıyor ama asıl mesele enerji felsefesi. Japonya için enerji, yalnızca yakıt değildir, veri, lojistik, çevre, insan güvenliği ve teknolojiyle birlikte düşünülür. Türkiye’de ise enerji hala çoğu zaman “bulduk–çıkardık–sattık” düzeyinde tartışılıyor. Oysa yeni dünyada enerji, yönetilen bir ekosistemdir. Kazakistan, Japonya ile bu ekosistemi kurmaya çalışıyor. Burada kritik soru şudur. Türkiye bu ekosistemin düğüm noktası mı olacak, yoksa geçiş koridoru mu? Geçiş koridorları para kazanır ama yön tayin edemez. Düğüm noktaları ise kural koyar. Bu yeni Avrasya mimarisi, sınıfları da yeniden şekillendiriyor. Yüksek teknoloji, lojistik ve enerji ağlarında çalışan yeni bir küresel teknokrat sınıf oluşuyor. Bu sınıf sınır tanımıyor, dil biliyor, sermayeyle uyumlu. Peki Bayrampaşa’daki işçi? O hala yerel krizlerle, zamlarla, güvencesizlikle boğuşuyor. Eğer Türkiye bu yeni düzenin üretici aklı olmazsa, kendi toplumunda derinleşen bir yarıkla karşı karşıya kalacak. Bir yanda küresel sisteme entegre küçük bir elit, diğer yanda dışarıda bırakılmış geniş emekçi kitleler. Bu yalnızca ekonomik değil, ahlaki ve siyasal bir krizdir. Tanah’ta şöyle yazar: “Bilgeliği olmayan güç, yıkıma hizmet eder.” Bugün Kazakistan Japonya hattında gördüğümüz şey, güçten önce bilgeliğin konuşmasıdır. Türkiye’nin ihtiyacı da tam olarak budur, daha yüksek ses değil, daha derin akıl. Bayrampaşa’da yağmurdan sonra hava açar. Ama güneş, ancak başını kaldıranlara görünür. Soru artık şudur. Biz başımızı kaldırıp ufka mı bakacağız, yoksa yere bakıp ıslak kaldırımlarda kendi ayak izlerimizi mi sayacağız? Dünya yürümeye devam ediyor. Bekleyenler için değil, yol alanlar için şekilleniyor.
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() |
![]() |
![]() |
![]() |