![]() |
|
![]() |
![]() |
![]() |
|
Uzayda Yeni Sömürü Alanı: Yörüngesel Yakıt İstasyonları, Uzay Ekonomisi ve Türkiye’nin Küresel Uzay Kapitalizmine Eklemlenmesi
Uyduların tek kullanımlık nesneler olarak tasarlanması, yakıtı bittiğinde işlevsizleşip uzay çöplüğüne dönüşmesi, teknik bir zorunluluktan çok kapitalist üretim mantığının uzaya taşınmış halidir. Orbit Fab’in yörüngede “yakıt istasyonları” kurma fikri, ilk bakışta bu israf döngüsüne bir itiraz gibi sunulsa da, daha yakından bakıldığında sistemin kendisini sorgulamak yerine onu daha verimli, daha karlı ve daha sürdürülebilir görünen bir forma sokmayı amaçladığı görülür. Bu nedenle mesele yalnızca bir mühendislik çözümü değil, uzayın kimin için ve hangi amaçla kullanıldığına dair siyasal bir tercihtir.Bugün alçak Dünya yörüngesi, tıpkı kent merkezleri, doğal kaynaklar ya da dijital ağlar gibi sermayenin yeni birikim alanlarından biri haline gelmiştir. Mega uydu takımyıldızları, haberleşme tekelleri, askeri gözetleme sistemleri ve veri kolonizasyonu, “insanlığın yararı” söylemiyle meşrulaştırılmaktadır. Yörüngede yakıt ikmali fikri de bu çerçevede, uydu sayısını azaltmaktan çok, mevcut sermaye yoğunluğunu kalıcılaştırma riskini taşır. Daha uzun yaşayan uydular, daha az fırlatma değil, daha uzun süre işgal edilen bir yörünge anlamına gelebilir. Uzay çöpü meselesi bu noktada çarpıcı bir örnektir. Sorun teknik olarak değil, politik olarak üretilmiştir. Kar odaklı, kısa ömürlü ve hızla piyasaya sürülen sistemler, görev sonu sorumluluğunu maliyet kalemi olarak görür. Yakıt ikmali, bu sorumluluğu ortadan kaldırmaz, yalnızca erteler. Kapitalist akıl için “çözüm”, her zaman yeni bir pazar yaratmaktır. Bu durumda çözüm, uzayı temizlemek değil, kirlenmiş uzayda yeni hizmetler satmaktır. Dünya Ekonomik Forumu ve McKinsey gibi kurumların 2035 için öngördüğü 1,8 trilyon dolarlık uzay ekonomisi söylemi, bu çelişkiyi açıkça ortaya koyar. Bu büyüklük, insanlığın ortak ihtiyaçlarından değil, özel şirketlerin erişim, kontrol ve veri üstünlüğü arayışından beslenmektedir. Açlık, yoksulluk, iklim krizi ve eşitsizlikler çözülmeden “uzay ekonomisi”nin insanlığı kurtaracağı iddiası, ideolojik bir örtme mekanizmasıdır. Yeryüzünde çözülemeyen sorunların yörüngede çözüleceğini iddia etmek, yalnızca sermayenin vicdanını rahatlatır. Daha tehlikeli olan ise yörüngenin fiilen özelleştirilmesidir. Yakıt ikmal noktaları, lojistik düğümler ve standartlar birkaç şirketin elinde toplandığında, uzay da tıpkı enerji hatları, limanlar ve internet altyapısı gibi stratejik bir tahakküm alanına dönüşür. Bu, gelişmekte olan ülkeler ve kamusal uzay programları için bağımlılığı derinleştirir, uzayı insanlığın ortak mirası olmaktan çıkarıp sermayenin mülküne dönüştürür. Devrimci ve antikapitalist bir perspektiften bakıldığında asıl soru şudur. Uzayda daha uzun süre kalan uydular mı istiyoruz, yoksa uzayın kamusal, sınırlı ve kolektif biçimde yönetildiği bir düzen mi? Gerçek çözüm, daha fazla teknoloji değil, üretim ilişkilerinin sorgulanmasıdır. Uzayın sürdürülebilirliği, piyasa mekanizmalarına bırakılamaz. Uluslararası, bağlayıcı ve kamucu bir yönetişim olmadan her teknik yenilik, sermayenin yeni birikim aracı olmaktan öteye geçemez. Orbit Fab’in önerisi, mevcut düzen içinde “ilerici” bir adım gibi sunulsa da, kapitalist çerçeve değişmeden bu tür girişimler yalnızca sorunu başka bir seviyeye taşır. Uzaya benzin istasyonu kurmak, eğer uzayın kimin hizmetinde olduğu sorusunu sormuyorsak, yalnızca sömürünün menzilini genişletmektir. Gerçek yenilik, uzayı değil, onu kuşatan ekonomik ve siyasal mantığı dönüştürmektir. Türkiye açısından bakıldığında, uzayda kapitalizmin yeni cephesi olarak tanımlanan bu süreç, yalnızca teknolojik bir gelişmenin dışarıdan izlenmesi değildir, aksine Türkiye’nin son yıllarda benimsediği büyüme, kalkınma ve “yerli-milli” söylemiyle birebir örtüşen bir ideolojik yönelimi temsil eder. Uzay teknolojileri, Türkiye’de de tıpkı savunma sanayii gibi, toplumsal refahın değil, sermayenin, prestijin ve jeopolitik vitrin politikasının aracı haline getirilmektedir. Türkiye Uzay Ajansı’nın kuruluşu, milli uydu projeleri, Ay misyonu söylemleri ve savunma sanayii ile kurulan doğrudan bağ, uzayın kamusal bir bilim alanı olarak değil, stratejik ve ticari bir güç alanı olarak konumlandırıldığını göstermektedir. Bu bağlamda Orbit Fab gibi girişimler yalnızca küresel sermayenin hamlesi değil, Türkiye’nin de eklemlenmeye çalıştığı küresel uzay kapitalizmi rejiminin prototipleridir. Sorun şu ki Türkiye, bu rejime özne olarak değil, büyük ölçüde taşeron, müşteri ya da bağımlı kullanıcı olarak dahil olmaktadır. Türkiye ekonomisinin yapısal kırılganlığı bu noktada belirleyicidir. Yüksek teknoloji söylemine rağmen üretim yapısı hala düşük katma değerli, ithalata bağımlı ve finansman açısından dış sermayeye muhtaçtır. Uzay teknolojileri gibi son derece sermaye yoğun alanlarda, kamusal çıkar yerine özel sektör önceliklerinin benimsenmesi, kaynakların eğitim, sağlık ve sosyal güvenlikten koparılarak elit teknolojik projelere aktarılması anlamına gelmektedir. Yani uzaya yatırım, Türkiye’de bir toplumsal kalkınma hamlesi değil, içerideki eşitsizlikleri perdeleyen bir vitrin işlevi görmektedir. Yörüngede yakıt ikmali gibi “sürdürülebilirlik” iddiaları da Türkiye açısından benzer bir ideolojik işleve sahiptir. Türkiye’de çevre politikalarının, işçi sağlığının ve çocuk emeğinin durumu ortadayken, uzayda sürdürülebilirlikten söz edilmesi, çelişkili ve seçici bir çevrecilik anlayışını açığa çıkarır. Yeryüzünde maden sahaları, ormanlar ve tarım alanları sermayeye açılırken, uzayda “çöp sorunu”na duyarlılık gösterilmesi, sürdürülebilirliğin değil, sermayenin risk yönetiminin göstergesidir. Daha da önemlisi, Türkiye’de bu tür teknolojik atılımlar çoğunlukla demokratik denetimden tamamen yoksun biçimde yürütülmektedir. Uzay politikaları Meclis’te, akademide ya da kamuoyunda tartışılmamakta, askeri ve ticari gerekçelerle kapalı devre karar süreçlerine hapsedilmektedir. Bu durum, yörüngenin özelleştirilmesi riskini Türkiye açısından daha da tehlikeli kılar. Çünkü zaten sınırlı olan kamusal denetim mekanizmaları, uzay gibi “ulaşılamaz” bir alanda tamamen askıya alınmaktadır. Orbit Fab örneği üzerinden bakıldığında, Türkiye’nin karşı karşıya olduğu temel soru şudur. Uzayda kurulacak altyapılarda Türkiye hak sahibi bir kamusal aktör mü, yoksa küresel şirketlerin hizmet satın alan müşterisi mi olacaktır? Bugünkü yönelim, ikinci seçeneğin ağır bastığını göstermektedir. Bu da uzayın, Türkiye açısından yeni bir bağımlılık alanı haline gelmesi riskini doğurur, tıpkı enerji, savunma ve dijital altyapılarda olduğu gibi. Devrimci ve antikapitalist bir perspektiften Türkiye açısından asıl mesele, uzay teknolojilerinin varlığı değil, bu teknolojilerin hangi toplumsal ihtiyaçlar adına geliştirildiği sorusudur. Açlık sınırında yaşayan milyonlar, çocuk işçiliği, güvencesiz gençlik ve çökmüş bir eğitim sistemi varken, uzay yatırımlarının “milli gurur” söylemiyle sunulması, klasik bir rıza üretim mekanizmasıdır. Uzay, burada geleceğin değil, bugünkü eşitsizliklerin üzerini örten bir simgeye dönüşmektedir. Sonuç olarak Türkiye açısından Orbit Fab ve benzeri girişimler, yalnızca dışarıda gelişen teknolojik trendler değildir. Bunlar, Türkiye’nin de dahil edildiği küresel kapitalist uzay düzeninin erken işaretleridir. Eğer bu sürece kamucu, eşitlikçi ve demokratik bir perspektifle müdahale edilmezse, uzay, Türkiye için ne bilimsel özgürleşme ne de toplumsal ilerleme alanı olacaktır. Yalnızca, yeryüzünde kaybedilen egemenliğin yörüngede tekrar edilmesinden ibaret kalacaktır.
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() |
![]() |
![]() |
![]() |