![]() |
|
![]() |
![]() |
![]() |
|
Barınma Krizi Değil, Sınıf Savaşı, Türkiye’de Konut, Kira ve Kentsel Dönüşüm Üzerinden Yürütülen Sessiz Tasfiye
Türkiye’de barınma krizi bir piyasa sorunu değil, sınıfsal bir saldırıdır. Yükselen kiralar, kentsel dönüşüm, TOKİ politikaları ve borçlandırma rejimi, emeğin yeniden üretimini hedef alan sistematik bir tasfiye mekanizmasına dönüşmüştür. Bu yazı, barınma hakkını sınıf mücadelesinin merkezine koyarak meseleyi politik ve devrimci bir yerden ele almaktadır.Şunu artık açıkça söylemek gerekiyor, Türkiye’de yaşanan şey bir “barınma krizi” değil. Bu, planlı, bilinçli ve sınıfsal bir saldırıdır. Kiraların artması tesadüf değildir. Evlerin yatırım aracına dönüşmesi bir yan etki değildir. Kentsel dönüşüm adı altında mahallelerin boşaltılması bir “şehircilik hatası” hiç değildir. Bunların tamamı, emeğin yaşam koşullarını bilinçli biçimde zorlaştırmaya dönük bir sınıf mühendisliğidir. Bugün barınma meselesini hala “ekonomik dalgalanma”, “arz-talep dengesi” ya da “piyasa gerçekleri” diye anlatan herkes ya gerçeği görmüyordur ya da gerçeği örtmektedir. Çünkü barınma, emeğin yeniden üretiminin en temel koşuludur. Barınma yoksa emek yoktur. Emek yoksa sistem çöker. Bu nedenle barınma, kapitalizm için asla nötr bir alan olamaz. Türkiye’de kiralar artarken ücretler yerinde saymıyor, geriliyor. TOKİ eliyle yürütülen konut politikaları, yoksullar için barınma üretmiyor, onları uzun vadeli borç zincirlerine hapsediyor. Kentsel dönüşüm, deprem güvenliği için değil, sermayenin kente yeniden el koyması için işletiliyor. Emekçiler kent merkezlerinden sürülüyor, ulaşım süreleri uzuyor, yaşam pahalılaşıyor, zaman gasp ediliyor. Bu bir tesadüf değil. Bu, emeği daha uysal, daha borçlu, daha itaatkar hale getirme stratejisidir. Evini kaybeden yalnızca bir duvar kaybetmez. Zamanını kaybeder. Mahallesini kaybeder. Dayanışmasını kaybeder. Siyasi gücünü kaybeder. İşte bu yüzden barınma hakkı mücadelesi, kendiliğinden siyasaldır. Ve tam da bu yüzden bastırılır, kriminalize edilir, bölünür. Bize sürekli şunu söylüyorlar: “Herkes kendi evinden sorumludur.” Bu, neoliberal yalanların en çıplak olanıdır. Çünkü barınma bireysel bir tercih değil, yapısal bir koşuldur. Kimlerin ev sahibi olabileceği, kimlerin ömür boyu kiracı kalacağı, kimlerin şehir dışına sürüleceği çoktan belirlenmiştir. Bugün Türkiye’de barınma krizi konuşulup sınıf siyaseti konuşulmuyorsa, orada bilinçli bir kaçış vardır. Çünkü barınma mücadelesi, emeğin yaşamını savunma mücadelesidir. Ve bu mücadele, piyasa içinde çözülemez. Konut bir meta değildir. Kent bir yatırım aracı değildir. Barınma bir lütuf hiç değildir. Barınma, sınıf mücadelesinin merkezidir. Ve bu merkez, ancak örgütlü emekle savunulabilir. Sorunu doğru adlandırmadan hiçbir mücadele kazanılamaz. Bugün Türkiye’de barınma krizinin gerçek adı şudur, emeğin mekan üzerinden disipline edilmesi. Kapitalizm yalnızca fabrikada, ofiste ya da şantiyede çalıştırma, yaşadığın evi, yürüdüğün sokağı, kullandığın ulaşımı da üretim sürecinin parçası haline getirir. Evin kira bedeli, ücretinin görünmeyen bir kesintisidir. Ulaşım süresi, ücretsiz çalışmadır. Borçla alınan konut, geleceğin emeğinin bugünden ipotek altına alınmasıdır. Bu yüzden barınma krizi, “yanlış ekonomi politikaları”nın sonucu değil, doğru sınıf politikalarının ürünüdür. Sermaye açısından bakıldığında sistem kusursuz işlemektedir. Kiralar yükselir, ücretler baskılanır, emek daha fazla çalışmak zorunda kalır, itiraz gücü zayıflar. Kent merkezleri temizlenir, yoksullar periferilere sürülür, mekansal ayrışma sınıfsal ayrışmayı kalıcı hale getirir. Bu bir kriz değil, başarılı bir yeniden yapılanma programıdır. Türkiye’de TOKİ’nin ve benzeri “sosyal konut” söylemlerinin işlevi de tam olarak budur. Bu projeler, barınma hakkını güvence altına almaz, barınmayı borçlandırır. İnsanları mülk sahibi yapmaz, onları bankaların ve devlet destekli finans mekanizmalarının müşterisi haline getirir. Otuz yıl boyunca ödenecek taksitler, yalnızca bir evin bedeli değildir, itaatin, sessizliğin ve siyasal pasifliğin bedelidir. Borçlu insan direnemez. Borçlu insan risk alamaz. Borçlu insan geleceğini ipotek ettiği için bugünü savunamaz. Kentsel dönüşüm ise bu sürecin en çıplak, en sert yüzüdür. “Deprem güvenliği” söylemi, yoksul mahalleleri boşaltmanın ahlaki kılıfı haline getirilmiştir. Oysa depreme dayanıksız yapıların yıllarca görmezden gelinip, rant değeri yükseldiğinde “riskli alan” ilan edilmesi tesadüf değildir. Bu süreçte güvenli konut üretilmez, güvenli sermaye dolaşımı sağlanır. Yıkılan binalarla birlikte yaşamlar parçalanır, topluluklar dağıtılır, hafızalar silinir. Mahalle dediğimiz şey, yalnızca coğrafi bir birim değildir. Mahalle, emeğin gündelik hayatta kurduğu dayanışma ağlarının mekanıdır. Çocuk bakımı, yaşlı desteği, iş bulma, borç alma, kriz anında tutunma… Bunların hepsi mahalle üzerinden işler. Kentsel dönüşüm bu ağları bilinçli biçimde koparır. Yerinden edilen emekçi, yalnızlaştırılır. Yalnızlaştırılan emekçi, siyasal olarak etkisizleşir. İşte bu yüzden barınma mücadelesi, sistem açısından yalnızca “konut sorunu” değil, potansiyel bir siyasal tehdittir. Bu tehdidi bertaraf etmek için barınma meselesi sürekli teknikleştirilir. Uzman raporları, istatistikler, piyasa analizleri devreye sokulur. Tartışma, bilerek sınıf zemininden koparılır. Oysa mesele son derece basittir. Kim nerede yaşayacak? Kim merkeze yakın olacak? Kim zamanını yolda harcayacak? Kim kira ödeyebilmek için fazla mesaiye kalacak? Bunlar ekonomik değil, siyasal kararlardır. Barınma hakkını savunmak, bu yüzden yalnızca daha ucuz kira talep etmek değildir. Kent üzerinde söz hakkı talep etmektir. Mekanın kimler için üretildiğini sorgulamaktır. Yaşamın piyasa dışında örgütlenebileceğini hatırlatmaktır. Bu nedenle barınma mücadeleleri, dünyanın her yerinde hızla radikalleşir. Çünkü insanlar, evlerini savunurken aslında hayatlarını savunduklarını fark ederler. Türkiye’de bu farkındalık henüz parçalıdır, bastırılmıştır, kriminalize edilmiştir ama potansiyel oradadır. Kiracıların öfkesi, gençlerin geleceksizlik hissi, emekçilerin kentten sürülme deneyimi, hepsi aynı yapısal soruna işaret etmektedir. Bu öfke örgütlü bir hatta akmadığı sürece sistem tarafından soğurulur ama örgütlendiği anda, barınma mücadelesi sınıf siyasetinin en güçlü zeminlerinden birine dönüşür. Çünkü barınma, hayatın merkezidir. Hayatın merkezine dokunan her mücadele, kaçınılmaz olarak politiktir. Bugün bize düşen şey şudur. Barınmayı yeniden bir hak olarak değil, kolektif bir mücadele alanı olarak tanımlamak. Evleri değil, yaşamı savunmak. Kenti sermayenin değil, emeğin mekanı olarak yeniden düşünmek. Ve en önemlisi, şunu yüksek sesle söylemekten vazgeçmemek gerekir. Bu düzen barınma üretemez. Bu düzen yalnızca rant üretir. Barınma krizi çözülecekse, bu piyasa içinde değil, ona karşı verilen mücadeleyle çözülecektir. Kapitalizmin barınma sorununu “çözememesinin” nedeni kapasite eksikliği değildir. Bugün dünyada, barınma ihtiyacını karşılayacak olandan çok daha fazla konut üretilmektedir. Sorun üretim değil, mülkiyet rejimidir. Boş evler, yatırım portföyleri, ikinci–üçüncü konutlar, fonların ve holdinglerin bilanço kalemleri haline gelmiştir. İnsanlar sokakta yaşarken evlerin boş durabilmesi, sistemin arızası değil, mantığıdır. Çünkü konut, içinde yaşanmak için değil, değerlenmek için vardır. Burada devletin rolü de genellikle yanlış anlaşılır. Devlet “yetersiz kaldığı” için değil, bilinçli olarak piyasayı öncelediği için barınma krizini derinleştirir. Vergi afları, imar barışları, rant düzenlemeleri, kamu arazilerinin özel sektöre devri, bunların hiçbiri hata değildir. Bunlar, sermayenin mekansal birikimini kolaylaştıran sınıf tercihleridir. Devlet, barınma hakkının hak olarak tanınmasını değil, konut piyasasının istikrarını gözetir. Çünkü istikrar dedikleri şey, aslında rant akışının kesintisizliğidir. Bu yüzden “devlet neden müdahale etmiyor?” sorusu eksiktir. Devlet müdahale etmektedir, ama yanlış tarafa. Kiracıya değil mülk sahibine, mahalleliye değil müteahhide, barınma hakkına değil mülkiyet hakkına müdahale etmektedir. Mülkiyet kutsaldır, yaşam ise pazarlık konusudur. Sistemin özeti budur. Tam da bu noktada barınma mücadelesinin neden sürekli bastırıldığını anlamak gerekir. Çünkü barınma mücadelesi, mülkiyet rejimini sorgular. “Bu ev kimin?” sorusu, yalnızca tapuya değil, emeğin kent üzerindeki hakkına yöneltilmiş bir sorudur. Bu soru sorulduğu anda, düzenin hukuku, polisi, medyası ve ideolojik aygıtları devreye girer. Çünkü barınma hakkı talebi, zincirleme biçimde başka soruları tetikler. Bu kent kimin? Bu toprak kimin? Bu yaşam kimin? Egemen sınıfların en büyük korkusu, bu soruların normalleşmesidir. Bu yüzden barınma mücadeleleri ya romantize edilir (“mahalle kültürü”), ya kriminalize edilir (“işgalci”), ya da teknik bir soruna indirgenir (“kentsel planlama”). Oysa barınma mücadelesi, özü itibarıyla iktidar mücadelesidir. Mekan üzerinde söz söyleme hakkının kimde olduğuna dair bir çatışmadır. Türkiye’de bu çatışmanın önümüzdeki yıllarda daha da sertleşmesi kaçınılmazdır. Genç kuşaklar için konut sahibi olmak artık hayal bile değildir, kirada yaşamak bile giderek imkansızlaşmaktadır. Bu durum, yalnızca ekonomik bir sıkışma yaratmaz, gelecek fikrini çözer. Geleceği olmayan insanın sistemi savunacak bir nedeni kalmaz. İşte tam bu nedenle barınma krizi, potansiyel olarak rejim krizine dönüşebilecek bir başlıktır. Ancak potansiyel kendiliğinden açığa çıkmaz. Tarih bize şunu defalarca göstermiştir. Barınma öfkesi örgütlenmezse, ya içe çöker ya da sağ popülizm tarafından istismar edilir. “Yabancılar yüzünden”, “ahlaki çöküş yüzünden”, “bireysel hatalar yüzünden” gibi açıklamalar, sistemin kendini aklama mekanizmalarıdır. Oysa barınma krizi, milliyetle, kültürle ya da ahlakla değil, sınıfla ilgilidir. Bu yüzden barınma mücadelesi, sendikal mücadeleden, işçi direnişlerinden, güvencesizliğe karşı verilen kavgalardan ayrı düşünülemez. Emeğin yeniden üretimi parçalanamaz bir bütündür. İşyerinde sömürülen emekçi, evinde de kuşatma altındadır. Bu kuşatmayı yalnızca tek tek alanlarda değil, bütünlüklü bir sınıf siyasetiyle yarabilirsin. Bugün yapılması gereken şey, barınma hakkını bir “talep” olmaktan çıkarıp bir örgütlenme ekseni haline getirmektir. Kiracı birlikleri, mahalle meclisleri, kolektif dayanışma ağları, bunlar hayır işi değil, siyasal yapılardır ve tam da bu nedenle önemlidirler. Çünkü barınma mücadelesi, insanları günlük hayatın içinden siyasete çeker. Soyut sloganlardan değil, somut yaşamdan beslenir. Son kertede şunu söylemek gerekir. Bu düzen, barınma sorununu çözemez. Çünkü bu düzen, barınma sorunu üzerinden ayakta durur. Konut metalaştırıldığı sürece, kentler yaşanacak yerler değil, yatırım araçları olmaya devam edecektir. Barınma hakkı tanındığı gün, kapitalizmin mekansal egemenliği sarsılır. İşte bu yüzden barınma mücadelesi, tali bir mücadele değil, merkezi bir cephedir. Ve bu cephede tarafsızlık yoktur. Ya ranttan yana olursun, ya yaşamdan.
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() |
![]() |
![]() |
![]() |