
AVM’ler, çağdaş kapitalizmin en görünür mabedleri olarak yalnızca birer alışveriş alanı değil, yurttaşların ve emekçilerin gündelik hayatını kuşatan, onları belli bir yaşam biçimine zorlayan sosyal ve kültürel kuşatma merkezleridir. Bu yapılar, “kamusal alan” görüntüsü altında aslında özel mülkiyetin, denetimin ve tüketime endeksli bir düzenin mekansal tezahürleridir. Sokaklar, meydanlar, mahalle kahveleri, halk kütüphaneleri ve ücretsiz kültür alanları sistematik biçimde işlevsizleştirilirken, insanlar nefes almak, sosyalleşmek, hatta vakit geçirmek için AVM’lere mecbur bırakılmaktadır. Bu bir tercih değil, dayatmadır.

Kapitalist sistem, emekçinin yaşamını yalnızca çalışma saatleriyle değil, boş zamanıyla da denetlemek ister. AVM’ler tam da bu noktada devreye girer. Emek gücünü satan birey, kazandığı sınırlı ücretle yeniden tüketime çağrılır. Klima kontrollü, yapay ışıklarla donatılmış bu mekanlar, dış dünyanın yoksulluğunu, eşitsizliğini ve güvencesizliğini geçici olarak unutturan bir illüzyon sunar. Ancak bu illüzyonun bedeli ağırdır. Emekçi, dinlendiğini sanırken daha fazla borçlanır, özgürleştiğini zannederken daha derin bir bağımlılık ilişkisine çekilir.
AVM’ler aynı zamanda kültürü metalaştırır. Sinema, müzik, çocuk oyun alanları, sergiler ve hatta bayram coşkusu bile satın alınabilir “paketler” haline getirilir. Kültür artık ortak bir üretim ve paylaşım alanı olmaktan çıkar, kredi kartı limitiyle ölçülen bir ayrıcalığa dönüşür. Bu durum, yurttaşlığı da içi boşaltılmış bir kimliğe indirger. Hak talep eden, kamusal alanı savunan birey yerine, indirim kovalayan, tükettiği ölçüde “var” sayılan bir müşteri profili yaratılır.
Daha çarpıcı olan ise AVM’lerin emek sömürüsünün kendisini gizleyen vitrini olmasıdır. Uzun saatler, düşük ücretler, güvencesiz sözleşmeler ve sürekli performans baskısı altında çalışan binlerce AVM emekçisi, bu parıltılı yapının görünmeyen yükünü taşır. Aynı sistem, bir yandan yurttaşı AVM’ye hapsederken, diğer yandan başka yurttaşları bu hapsin çarklarını döndürmeye zorlar. Kapitalizm burada iki yönlü işler. Tüketeni de, hizmet edeni de aynı yapının içinde sıkıştırır.
AVM’ler, modern yaşamın masum mekanları değil, kapitalizmin toplumsal ilişkileri yeniden şekillendirdiği, kamusal olanı tasfiye edip özel olanı kutsadığı ideolojik alanlardır. Yurttaşların ve emekçilerin bu yapılara mecbur bırakılması, alternatif sosyal ve kültürel alanların bilinçli biçimde yok edilmesinin sonucudur. Gerçek özgürlük, daha çok mağazada değil, sokakta, meydanda, dayanışmada ve kolektif yaşamın yeniden inşasında mümkündür. AVM’ye sıkıştırılmış bir hayat, ne sosyaldir ne de kültürel, sadece sistemin konforlu bir kafesidir.
Bu konforlu kafesin en tehlikeli yanı, görünmezliğidir. AVM’ler şiddet uygulamaz, cop kullanmaz, slogan attırmaz, tam tersine gülümseyen yüzler, kampanyalar, “aile dostu” etkinlikler ve sürekli çalan müzikle insanı sakinleştirir. Kapitalizmin en ustaca hamlesi tam da budur. Zorunluluğu özgürlük gibi, mecburiyeti tercih gibi sunmak. Yurttaş, kendisine sunulan bu yapay refah alanında sorgulamayı bırakır, çünkü sorgulamak dışarı çıkmayı, yüzleşmeyi ve rahatsız olmayı gerektirir.
AVM mimarisi bile ideolojiktir. Penceresiz, yön duygusunu yok eden, zamanı belirsizleştiren bu yapılar; insanı doğadan, sokaktan ve gerçeklikten koparır. Saat kaçtır, hava nasıldır, dışarıda hayat akmakta mıdır, bunların hiçbir önemi yoktur. Önemli olan dolaşmak, oyalanmak ve sonunda satın almaktır. Bu mimari, bireyin bilinçli özne olmasını değil, yönlendirilen bir tüketici olmasını hedefler. Kapitalizm burada yalnızca ekonomiyi değil, algıyı da yönetir.
Dahası, AVM’ler toplumsal sınıf farklarını örtme işlevi görür. Aynı koridorlarda yürüyen insanlar eşitmiş gibi görünür; oysa birinin elindeki poşetler aylık maaşının küçük bir kısmıyken, diğerinin yalnızca vitrinlere bakmakla yetinmesi gerekir. Bu sahte eşitlik duygusu, sınıfsal çelişkilerin üzerini örter. Yoksulluk, görünmez kılınır, zenginlik ise “ulaşılabilir” bir hayal gibi pazarlanır. Sistem, böylece itirazı değil, beklentiyi üretir.
Çocuklar bile bu düzenin erken yaşta hedefidir. AVM’ler, oyun alanları ve renkli vitrinlerle çocukları tüketim kültürünün içine çeker, onları yurttaş olmaya değil, müşteri olmaya hazırlar. Kamusal parkların, ücretsiz oyun alanlarının ve mahalle kültürünün yerini, ücretli, denetimli ve sınırlı alanlar alır. Çocuk, daha küçük yaşta “eğlenmenin” bedeli olduğunu öğrenir. Bu, masum bir alışkanlık değil, kuşaktan kuşağa aktarılan bir ideolojik mirastır.
Bugün AVM’lere mahkum edilen hayat, aslında kamusal olanın gasp edilmesinin sonucudur. Belediyeler meydan yapmaz, kütüphane açmaz, kültür merkezlerini yaygınlaştırmaz, ama özel sermayeye arsa tahsis eder, vergi kolaylığı sağlar. Sonra da yurttaşın neden AVM’de vakit geçirdiği sorulur. Bu bir çelişki değil, bilinçli bir tercihtir. Kamusal alan zayıflatıldıkça, özel alan “doğal” bir seçenek gibi sunulur.
Bu yüzden AVM eleştirisi yalnızca tüketim alışkanlıklarına dair değildir, bu, bir yurttaşlık meselesidir. Sokakta var olamayan, meydanda söz söyleyemeyen, kamusal alanda nefes alamayan toplum, eninde sonunda klimalı koridorlara sığınır. Oysa gerçek sosyal ve kültürel yaşam, satın alınan değil, birlikte üretilen bir şeydir. Dayanışmanın, paylaşımın ve ortak hafızanın olmadığı bir toplumda, en büyük AVM bile yalnızca kalabalık bir yalnızlık üretir.