|
|
Şemsettin Arel Ve Eşref ÜrenKategori: Kültür/Sanat | 1 Yorum | Yazan: Cemil Eren | 13 Temmuz 2008 14:24:31 İlk gerçek hocalarım Şemsi Arel ve Eşref Üren olmuştu. Şemsi Arel Guzel Sanatlar Akademisini bitirmiş; Eşref Üren Çaycuma Ziraat Okulunu bitirip resim yapmaya başlamış, sonra Paris'e gidip ünlü ressam Andre Lhote'la çalışmıştı.
SANATTA İLK ADIMLAR Erzincan 1939 depremi, 27 Aralık gecesi... Resmi raporlara göre ölü sayısı otuz bin. Bir hafta, karlar altındaki okulumuzun spor alanına kurduğumuz derme çatma çadırlarımızda yaşadıktan sonra Konya’daki okula getirildik. Sağ kalan öğretmenlerimiz de aynı trendeydiler. Şemsettin Arel otoriter duruşu ile bizi etkilerdi. Kimseden çıt çıkmaz, önümüzdeki kağıda ve karşımıza konan modele yoğunlaşmış olarak sessizce çalışırdık. O da sıralar arasında gezinerek yaptıklarımıza bakardı. Ben öğretmen kürsüsünün üstüne konan piyade tüfeğini veya havan topunu kusursuz çizerdim, ama modelleri sevmediğim için olacak pek zevk almazdım. Yine de bir derste Işık- Gölgeyi anlatmak için tahtaya çizdiği daire üzerinde ışık, gölge, yarı gölgeyi öğretirken düz kara tahtanın bir tarafından ışık alan küreye dönüşmesini görünce heyecanlanmıştım... Bir gün bize öğretmenler odasında asılı olan resimleri göstermişti; onlar arasında Bedri Rahmi Eyüboğlu, Arif Kaptan, Şefik Bursalı gibi ressamların yapıtları vardı. Nereden gelmişti bu resimler bir askeri okula! Müzik tutkum orta sonda başlamıştı. Mandolin ve kemanım vardı. Orta okul müzik öğretmenimden öğrendiğim nota bilgisine dayanarak ikisini de öğrenmeye çalışırdım.O yıllarda Konya’da bulunan Kuleli lisesinde Şemsi Arel’in kardeşi Orhan’la tanıştık. Hafta sonu onunla birlikte, keman elimde evlerine gittik. Birkaç basamakla çıkılan iki katlı ahşap bir evde oturuyorlardı; Konya’nın tipik evlerinden biriydi. Hocamın eşi Maide Arel de Akademiden mezun bir ressammış. Neler çalıyorsun diye sordu bana. Çaykovski, dedim ezile büzüle. Çaykovski’nin serenadını koydu piyanonun üzerine. İlk kez bir piyanistle birlikte çalacaktım! Korkuyordum çalamam diye. Maide Hanım çok güzel ve sevecen bir insandı, ben onunla beraber çalabilecek düzeyde değildim. Piyanosunda Çaykovski’nin Serenadı su gibi akıp giderken ben peşinden koşan bir çocuk gibi tökezleyip duruyordum. Ama olağanüstü bir şeydi bir müzisyenle beraber çalmak. Kemana aşıktım. Maide Arel’le beraber çalmak düşlerime doğru atılmış bir adım gibiydi. Her hafta sonu giderdim onlara müzik yapmaya... Bir gidişimde de Şemsi hocam evde yoktu, sordum; Konya Lisesinde resim öğretmeni olan Şefik Bursalı ile resim yapmaya gitmişler Meram bağlarına. Hocama benim de resim yapmaya çalıştığımı söylemiştim. Neler yapıyorsun, diye sorunca, bir dergide gördüğüm fotoğrafı göstermiştim, “bunu bırak, ben sana kartpostallar veririm onlar daha öğretici olur’’ demişti. O zaman göz aldatıcı şeylerin sanatla ilgileri olmadığını düşünmüştüm. Bir gidişimde de, bize banyo için verilen yeşil sabunlardan yonttuğum heykelcikleri göstermiştim. Sen heykeltıraş ol, demesi kafamı karıştırmıştı. Kulelide bir akşam yatmak üzere koğuşa gittiğimizde yatağa girmiş, mandolin çalıyordum. Koğuşta herkes ayaktaydı ve çok gürültü yapıyorlardı. Bir ara birisi, ‘’yüzbaşı geliyor!..’’ diye bağırdı. Ayakta kimse kalmadı, çocuklar aceleyle yataklarına yattılar. Koğuşta tıs yok. Sanki hepsi uyuyor. Nöbetçi yüzbaşı hışımla koğuşa girdi, sağa sola gidip gelip, bir tek şey haykırıyordu. ‘’Saz!.. Saaaz!!! Saz nerede?..’’ Mandolin o gece karyola demirinde parçalandı. Bir süre sonra da keman çalarken yakalandım, kemanıma el kondu! Müzik, o bahar akşamı değil ama müziğe pek yeteneğimin olmadığını anladığımda bitti. Resme yöneldim. Ankara’ya Harp Okuluna geldiğimde hafta sonları resim kursları olduğunu öğrendim. Resim öğretmeni ünlü askeri ressamlarımızdan Ali Rıza Bayezıt. Öğretisi, modele bakıp aynını yapmak...Onun kara tahtaya çizdiği bir odayı betimleyen perspektifi de unutamam, ilk perspektif dersiydi benim için. Bir süre sonra çağdaş resmin bu olmadığını öğrendim, başka olanaklar aramaya başladım. Rembrandt, Cezanne, Matisse albümlerini almıştım. Üçü de beni çok etkilemişti; onlardan kopyalar yapıyor, yaptıkça da büyülü bir dünyanın farkına varıyordum. Şemsettin Arel de Ankara’ya gelmişti, beni Eşref Üren’le tanıştırdı. Hafta sonları hafta içinde okulun atölyesinde yaptığım resimleri onlara gösterir eleştirilerini alırdım. Ben modern resme yöneldikçe A. Rıza Bayezıt’la aram açılıyordu. Ankara’da okul dışındaki yaşamım Şemsi Arel, Eşref Üren’lerle geçiyor, bazen de onlarla birlikte Esat subaşı, Arif Kaptan, Taci ve Leman Tantuğ gibi ressamlara yaptığımız ziyaretlerde değişik çalışmaları görerek sanatın değişik kişilerini tanıyordum. Belleğim her şeye duyarlı, duyduklarımı, gördüklerimi kaydediyordu. Resim yapılamayacak bir yerde bulunduğumda da Rembrandt veya Cezanne’ın resimleri içinde hayallere dalıyordum. Cezanne’ın bitmemiş gibi görünen resimlerindeki tazelik sıcak havada esen meltem gibi geliyordu bana. Ders çalışmam gereken mütalaa saatlerinde, o kitapları inceliyordum; resimlerden gelen sanat havası beni büyülüyordu. Somerset Mougham’ın The Moon and Sixpence kitabının çevirisini okuduğumda kesinkes ressam olmaya karar vermiştimç Her şeyi bırakıp resim öğrenme yolunda maceraya atılacaktımç Kitap ünlü Fransız ressamı Paul Gauguin’i anlatıyordu. Bankasını, çocuklarını, eşini bırakıp resim sevdasının peşine düşmüştü Gauguin. İlk gerçek hocalarım Şemsi Arel ve Eşref Üren olmuştu. Şemsi Arel Guzel Sanatlar Akademisini bitirmiş; Eşref Üren Çaycuma Ziraat Okulunu bitirip resim yapmaya başlamış, sonra Paris’e gidip ünlü ressam Andre Lhote’la çalışmıştı. Şemsi Arel Fransa, İngiltere, Hollanda deyip yollara düşmüş, gezmedik müze bırakmamıştı... Paul Gauguin’se Havai, Martinik adalarında yerlilerin ve doğanın büyüsüne kapılıp harika resimler yapmıştı; bunlar 17- 18 yaşlarını süren bir resim öğrencisi için müthiş çekici gelen edimlerdi. Askerlikten ayrılıp ailemi görmeye giderken otobüsün penceresinden gördüğüm ayçiçeği tarlalarını görünce VanGogh’u düşünmüştüm; belirsiz bir yaşama doğru yelken açtığımın bilincindeydim. Şemsi Arel, bir süre sonra İstanbul’a tayin oldu, İstanbul’a gidip onları baba evlerinde ziyaret ettim. O zaman öğrendim Çallı kuşağının en ünlü ressamlarından olan Ruhi Arel’in oğlu olduğunu. Babadan kalan resimlerin bir kısmı duvarlara asılmıştı; harika resimlerdi. Büyük bir bahçe içinde ahşap bir İstanbul eviydi baba evi, Kasımpaşa’da. Bir sonraki gidişimde Bostancı’ya taşınmışlardı. O da yine bahçe içindeydi. Maide Arel de resim yapmaya yeniden başlamıştı..Mevlevileri yapmıştı, geometrik bir düzen içinde. Şemsi Arel de yaptığı kendi portresinde ve kedi resimlerinde geometrik deformasyonlara gidiyordu... Yaptıkları mimari yapılar gibi sağlam işlenmiş modern havada resimlerdi. Figüratif çalışmaları yanında figüratif olmayanlar da vardı. Her ikisi de o yılların geçer resimleri olan soyutlamalara yönelmişlerdi. Arel hocamla ne yazık ki İstanbul’a taşındığı için çok beraberliğimiz olamadı. Ama ondan öğrendiğim şeyleri hiçbir zaman unutmadım. Eşref Üren, Andre Lhotte’tan aldığı modern eğitime rağmen Monet hayranıydı ve onun gibi resimler yapıyordu, ama Eşref Üren kişiliğini koyarak. Ben tamamen Non-Figüratif alana kaymıştım; Eşref Üren buna çok karşıydı. Non Figüratif onun kendi resimlerinde bir santimetrelik alanda bile vardı. Parmağını basarak gösterirdi o alanları. Hocamın bu tavrına bozulurdum; ama, üç ay hücre denen daracık bir yerde geçen tutukluluğum bitip de Ankara’ya döndüğümde bana gösterdiği resimlerine nasıl nefesim kesilerek hayranlıkla baktığımı söylemeliyim... Olağanüstü resimlerdi, beni büyülemişti!.. Sabah kalkıp yaktığı sigaranın ateşini sigaradan sigaraya geçiren o filozof ressamda olağanüstü bir şeyler vardı; onun sohbetlerine alışan kişiler de onun tiryakisi olurlardı. Pertev Boyar, Harp Okulundaki atölyemize yerleşti bir süre için. Büyük bir savaş tablosu yapmak için. Onun çalışmalarını izledim; askeri ressamların çalışma tarzı bana uygun değildi, ama değişik bir ressamı tanımak bakımından iyi olmuştu. Okula gelip çalışmalar yaptığı süre içinde bir Pazar günü de Gölbaşına gidip gölden resimler yaptık; Şemsi Arel de katılmış gölden bir resim yapmıştı. Hocam Eşref Üren’in yüreklendirmesiyle 1948 yılı DEVLET RESİM VE HEYKEL SERGİSİ’ne verdiğim iki resmin, içinde Fransız ressamı Leopolde Levi’nin de bulunduğu jüriden geçip sergiye konması benim için inanılmaz bir şey olmuştu; özellikle sergi için yazılan eleştiride benden de söz edilmesi, çok genç bir resim öğrencisi için olağanüstü bir şeydi. Ben ressam mı olmuştum!!?? Ressam olmanın o denli kolay bir şey olmadığını yıllar geçtikçe insan daha iyi anlıyor! Doğadan ve Hocalarımızdan öğrenecek çok şeylerimiz olduğunu hiçbir zaman unutmamalıyız diyorum.
Yorumlarnihat ziyalan
{ 13 Temmuz 2008 21:21:38 }
HEYECANLANIYORUM
Diğer Sayfalar: 1. Cemil Eren`in yazilarini okurken heyecanlaniyorum. Sozcukler`de cikan Erhan Bener, Vus`at O. Bener yazilarinin ses getirmesini anliyorum. bahsettigi cogu ressami ismen tanidigim icin onlarin sanatlari ustune yaptigi icten yorumlar cok ilginc. bu yorumlarda BIR RESSAM YETISIYOR`un sesi, yankilanmasi var. bu ani oykuler ne zaman kitaplasacak diye merakla bekliyorum. eline saglik cemil eren. Ayorum`a katkilarin icin de cok tesekkurler. sydney`den dostlukla. nihat
Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|