![]() |
|
![]() |
![]() |
![]() |
|
Polis için Sendika, Toplum için Güvence
Değerli Büyüklerim, Dostlarım, Kardeşlerim… Bugün birçoğunuzun farkında olmadığı çok önemli bir toplumsal konudan bahsetmek istiyorum. İlk önce kısaca bir tarihsel girizgah yapacağım sonrasında asıl konuyu haykıracağım. Türkiye’de polis teşkilatının kökleri Osmanlı Devleti’ne uzanır. 1826 yılında Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasının ardından devlet, asayişi sağlamak için yeni bir güvenlik yapılanmasına ihtiyaç duydu.Bu çerçevede 10 Nisan 1845’te İstanbul’da ilk polis teşkilatı kuruldu. Bu tarih, bugün hala Polis Günü olarak anılmaktadır.Şimdi ise asıl mühim mesele gelelim… Ama o sessizliği korumak için, uykusuz gözler nöbet tutar. İşte orada başlar asıl hikaye: POLİS Bir baba, evine ekmek götürmek için fazla mesaiye kalır. Bir anne, çocuğunun ateşiyle boğuşur ama mesleği onu evden çeker. Bir genç, geleceğini kurmanın hayalini kurar; fakat kurduğu gelecek, bitmek bilmeyen vardiyaların gölgesinde silinir. Ve bütün bu insan hikayelerinin ortak noktasında, tek bir soru asılı kalır: Polis, ne ister? Sadece yaşamak. Sadece insan kalabilmek. Sistemden gelen beklentiler açıktır: Devlet disiplin ister, toplum güvenlik, amirler itaat, makine sonsuz fedakârlık. Ama fedakârlığın sınırı yoktur. Çünkü bu düzende polis, yalnızca görevini yapan değil, adeta kendi varlığını tüketen bir dişliye dönüşür. Kafka’nın labirentine benzeyen bu dünyada, polis hem var, hem yoktur. Hem görünür, hem siliktir. Hem kahramandır, hem unutulmuş bir gölgedir. Teşkilatın yükünü saymakla bitiremeyiz: Uyuşturucu operasyonları, organize suç çeteleri, çocuk ve kadınlara yönelik suçlar, terörle mücadele, insan ve silah kaçakçılığı, siber saldırılar, çevre suçları, trafik güvenliği, kayıp vakaları, uluslararası suç örgütleri… Her dosya, her vaka, ardında bir yaşam bırakır. Toplum istatistikleri alkışlar: “Şu kadar operasyon, bu kadar gözaltı…” Ama o sayılar ardında yorgun, yalnız ve çoğu zaman borç içinde yaşayan polisler vardır. Düşünün: Kaç meslek grubunda, resmi raporlarda “yıllara göre intihar sayısı” diye bir başlık bulunur? İşte bu tablo, bireysel bir trajedi değil; toplumsal vicdanın kararmış aynasıdır. Ve şimdi kulak verelim: Twitter’da binlerce paylaşım #PoliseHaksızlık etiketiyle dolaşıyor. “12 saat çalışanla 300 saat çalışan aynı maaşı alıyor. Bu adalet mi?” diye soruyor bir polis eşi. Başka biri yazıyor: “24 saat nöbetten çıkan eşim, borcunu ödemek için ikinci iş arıyor. Bu mudur devletin vefası?” Bu sesler birer fısıltı değil; susturulmuş bir korodur. Emniyet Birlik Platformu’nun çağrıları ise daha örgütlü: “Polise sendika hakkı verilmiyor, ama eşlerimiz üzerinden sendika kurabiliriz.” Bu, hakkın dolaylı yoldan arayışıdır; var olan yasağın absürtlüğünü ifşa eden bir çığlıktır. Bir toplumda güvenliği sağlayanların, kendi haklarını ancak dolambaçlı yollarla talep etmesi — işte tam da bu, Kafka’nın yazacağı türden bir ironi değil midir? Bugün öğretmenler sendikalarıyla, sağlık çalışanları meslek örgütleriyle, işçiler sendikal mücadeleleriyle haklarını savunabiliyor. Bu doğaldır. Çünkü sendika, demokratik bir toplumun temelidir. Ama toplumun huzuru için canını ortaya koyan polisin sendikasız bırakılması, sadece bir çelişki değil; demokrasi adına bir utançtır. Çünkü hakları elinden alınan polis, aslında güvenliği zayıflatılmış bir toplum demektir. Çünkü emeği değersizleştirilen bir teşkilat, adaletin kendisini aşındırır. Bugün sessiz kalırsak, yarın başka bir polis çaresizlikten hayata veda edecek. Bugün görmezden gelirsek, yarın güvenliğimizin temelleri daha da çatırdayacak. Polis sendikası kurmak, yalnızca bir mesleki düzenleme değildir. Bu adım, insanın kendi değerine sahip çıkmasıdır. Atılmazsa, absürd bir trajediyi yaşamaya devam edeceğiz: Toplumu koruyanların kendi varlığını koruyamaması. Polis teşkilatı, modern devletlerin omurgalarından biridir. 19. yüzyılda Londra Metropolitan Police’in kuruluşuyla simgesel bir model doğdu; kısa sürede Avrupa’dan Amerika’ya, Asya’dan Afrika’ya yayıldı. Zamanla polis yalnızca düzeni koruyan değil, aynı zamanda toplumsal barışın, adaletin ve modern yurttaşlığın teminatı oldu. Bu süreçte Batı demokrasilerinde polis, yalnızca görev sorumluluklarıyla değil, sendikal haklarıyla da güçlendirildi. Almanya’da GdP (Gewerkschaft der Polizei) 1950’lerden bu yana polislerin maaş, çalışma saatleri ve emeklilik haklarını savunuyor. Fransa’da Alliance Police Nationale, grev hakkı olmasa da kitlesel yürüyüşlerle kamuoyu oluşturuyor. İspanya’da SUP (Sindicato Unificado de Policía), 1980’lerden itibaren mesleki demokratikleşme için kritik rol oynadı. ABD’de Police Benevolent Association (PBA), 1890’lardan bu yana binlerce polisin sesi olarak toplu sözleşmelerde ciddi kazanımlar sağladı. İskandinav ülkelerinde polis sendikaları, fazla mesailerin düzenlenmesi ve psikolojik destek mekanizmalarının kurulmasında öncülük etti. Kafka’nın cümlesini hatırlatır gibi: “Bir mahkeme var ama kimse bilmiyor nerede.” Biz de biliyoruz: Bir hak var ama polis bilmiyor nerede. Son söz şudur: Polisimizin emeğini teslim etmek bir lütuf değil, devletin bekası için zorunluluktur. Sendika hakkı verilmeden, adalet yerini bulmuş olmayacaktır. Sosyal medyada yankılanan çığlık, Emniyet Birlik Platformu’nun çağrısı, intihar raporlarındaki kara sayılar… Ya hakla insanlaşacağız, ya suskunlukla yok olacağız. Kaynakça
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() |
![]() |
![]() |
![]() |