![]() |
|
![]() |
![]() |
![]() |
|
BULUT ATLASI – BAĞ-LAN-TI
Birine acımak bazen kendine acımanın meşru yoludur. Bağlantı, bir gece baykuşların öttüğü sessizlikte, korkularımı savmaya çalışırken geldi. Hayallerini bile ele geçiren bir geçmişle yaşarken, satılan her şeyin rıza ile alındığına inandırıldığın bir pazar yerinde; hayal kurmanın kendisi bile hayal olabiliyor. Dibimdeki sahile “düzensiz göçmen” adını yakıştırdıkları ölü adamlar vurmuştu. Sabah servis beklerken, ambulans önümüzden, helikopter üstümüzden geçerken ne olduğunu anlayamadık.Sabahın erken saatlerinde evden çıkmadan önce kulaklarım bir erkek çığlığındaki acıyla doldu. O anlaşılmaz sesleri çıkaran, ağlıyor ya da yardım istiyor gibi bağıran adamlardan biri, artık yalnızca bir sayıdan ibaret olan ölülerden biri değildi. ![]() Ölenler sessiz ölür. Birer sayıyı ifade eden her bir adam, hazin bir şekilde ölerek — başkalarının haklarını gasp ettiklerine inananlara karşı bedel ödediklerinden dolayı — affedilmek suretiyle bir üst basamak olan acınma mevkiine ulaşabilir oldular. Muhtemelen çığlıkları koparanlar, insan onuruna yakışmayan bir ölümün şahitleriydi. Ya da bana öyle geldi… Bizler bir taraftan çocuklarımıza doğum günü pastaları kesip, diğer yandan zamanında İstanbul’da beddua ettiğimiz caddelerin yağmurla çöktüğü haberlerini okuyorduk göz ucuyla — hemen ertesi gün. Evimin kıyısında ölenlere ağlamadım. Üzüntüm sıradanlaşıyor. Korkunç şeylere şahit olmak duyguları köreltiyor. İnsan, gerçeğin acı yönüne alışıyor. Ama bu gerçeklik tek gerçeklik mi? Kaç hayatın iç içe geçtiği, kaç bağın zayıfladığı, koptuğu ya da kesiştiğine yönelik düşüncelerim, samanyolu’ndaki yıldızların ve sahildeki kum tanelerinin sonsuzluğu içinde dağılıp gidiyordu. Bulut Atlası’nın film müziklerini dinlemek için durdum. Wachowski kardeşlerin Alman yönetmen Tom Tykwer ile birlikte senaryosunu yazıp yönettikleri filmde; 19. yüzyıldan bir, 20. yüzyıldan iki, günümüzde bir ve gelecekte iki olmak üzere toplam altı hikâye iç içe geçirilerek işleniyor. David Mitchell’in aynı adlı romanından uyarlanan filmi geçmişte iki kez daha izlemiştim. Bu kez biraz farklı oldu açıkçası. Pencereme doğru öten baykuşun anlattıklarından veya rüyalarımı daha fazla dinlediğimden olabilir. “Hayatlarımız sadece bize ait değil; beşikten mezara kadar diğerlerine bağlıyız. Geçmişten geleceğe…” İki bakış açısı arasında düşüp kalkıyorsun. Ama hiç oyundan vazgeçme isteği gelmiyor. Bir Japon atasözüydü sanırım: kaçıncı kez düşersen düş, yeniden ayağa kalkıp dizlerini silkeleyip yürümen içindir. Düşmek daha iyi yürütür mü? Düşmemeyi öğretir mi? Hiç düşmesek daha iyi olur muydu? Sanırım artık bu sorular bende bir yankı uyandırmıyor. Filmde insanların zekâlarını gölgede bırakan bir açlıktan söz ediliyor: hep daha fazlasına duyulan açlık. Bu açlık, aslında güç içinse, kimisi gücü somut kaynaklardan, kimisi bilgiden sağlıyor. Yaranın sebebini bilmek, ona o anda pansuman yapmıyor; bir daha yaralanmaması için tüm çabayı da kendi sorumluluğu zannettiriyor. “Hayatımın bu anında anladığım tek şey; bu dünyayı da kalbimizi döndüren güçlerin döndürüyor olduğudur.” Buna ben de inanıyorum. Hikâyem seçimlerimi etkiliyor, seçimlerim hikâyemi yaratıyor. “İnanç, korku ve aşk gibi olguları izafiyet teorisi ve belirsizlik ilkelerini anladığımız yollardan anlamaya zorlandık. Bu olgular, hayatımızın rotasını belirliyor.” Filmde, başka zamanlarda geçen altı hayat hikâyesinden birinde adam, Carlos Castaneda’nın söylediklerine “zırvalık” diyor. Castaneda okuyan, karma ve önceki hayatla ilgili yeni şeyler getiren eski sevgilisine gülmekten kendini alamadığını, filmin esas kadın kahramanına anlatıyor. “O kapıyı açıp seni ilk gördüğümde açıklayamayacağım bir şekilde…” Önceden kesinlikle tanıdığı birini görmüş gibi hissettiğini söylemeye gerek duymadan cümlesini yarıda kesiyor. “Dün hayatım bir yöne doğru ilerliyordu; bugün farklı bir yöne. Bugün yaptıklarımı dün yapmamın ihtimali dahi yok.” ![]() Dün yapamadığım şeyler o zamanki algı ve gerçekliğimin, bugün yaptıklarımsa anca bu kadar görgü ve ilmimin sonucu. Film, çabamıza inandırıyor bizi. Kaderimizi tek başımıza yazmasak da, birçok elin işbirliğinde şekillendirdiğimize inandırıyor. Yaşamımız ve tercihlerimiz, kuantum yörüngelerinin de tarif ettiği gibi, her karşılaşma ve her kesişmede farklı bir istikamette ilerleyecektir, diyor. “Zamanı ve mekânı yeniden yapılandıran bu güçler, daha biz doğmadan başlayacak ve öldükten sonra da devam edecek şekilde, olmak istediğimiz kişiyi değiştirebilir ve şekillendirebilir.” Film bize şunu anlatıyor: • Hayatlarımız sadece bize ait değil; beşikten mezara kadar diğerlerine bağlıyız. • Gürültü ve ses arasındaki sınır bile geleneklerden ibarettir. • Tüm sınırlar, aşılmayı bekleyen birer gelenektir. • Herhangi bir geleneğin geride bırakılması için, öncelikle birinin onu aşması gerekir. • Hayatlarımız, kendi sınırlarımızın çok ötesine uzanır. • Her tercih, her karşılaşma birine olası yeni bir yön sunar. • Kendimizi ancak başkalarının gözünden tanıyabiliriz. • Ebedi oluşumuzun doğası, sözlerimizin ve eylemlerimizin bir sonucudur. • Etkisi devam ederse, bu etki zamanın sonuna kadar gider. • İşlenen her suç ve yapılan her iyilik, geleceğimizi yeniden şekillendirir. “İnsanları bağlayan tek bir kural vardır: Tanrı’nın yarattığı bu yeşil dünyadaki bütün insanları yöneten ve ilişkilerini açıklayan bir ilke — The weak are eaten and the strong do eat.” Peki biz hâlâ neden aynı hataları tekrar tekrar yaptığımızı konuşuyoruz bazen? Bağlantıyı görmekten aciz olduğumuzda takılı kalıyoruz galiba. Hiçbir bağlantıyı hissetmeyen adam seviyesinde, gerçekten herkes herkesin yemi olabilirdi. Birinin beni yem olarak gördüğü bir yerde, bağlarımıza inancım zayıflayabilirdi. O zaman Nietzsche’nin dediği gibi, “Beni öldürmeyen her darbe elbette bir iz de bıraksa beni daha da güçlendirir.” Bu güç, incinmez olmakla ilgili değil. Yaralanmamış olmakla ilgili değil. Kayıplarımız olmasaydı nasıl daha iyi olabilirdik ile ilgili hiç değil. Bu, dışımda olanları içimde nasıl karşıladığımla ilgili. Kırbaçlanan siyahi kölenin, onu izleyen beyaz adamın gözlerindeki dostluktan güç almasıyla ilgili. Bu, vicdanın toplum standartlarının ötesinde olabilirliğiyle ilgili. Bu, şefkatin sınırlı olduğu bir evrenle değil, sonsuz olduğu bir kaynakla ilgili. Daha önce de an be an hissettiğim — ve filmde de söylendiği gibi — ayrılık, gerçekten sadece bir yanılsama. Zamanın bir noktasında, evrenin bir yerinde “katil frekansında” kendini gerçekleştirmeyi seçen adam; “Ne yaparsanız yapın, uçsuz bucaksız bir okyanustaki küçücük bir damla olmaktan öteye gidemeyeceksiniz.” dediğinde, siyahi kölenin işkence edildiği bir sahnede onunla göz göze gelip köleleri özgürleştirmeye kendini adamayı seçen adam, tüm bilinmezlere rağmen bildiği incinebilirliğe meydan okuyarak cevap verir: “Okyanus dediğiniz nedir, birkaç damladan ibaret değilse?” Bulut Atlası’nın semamda açtığı vizyonda; Cennet veya cehennemin belki de sadece birer kapı olduğunu, Yangından çıkarken biri kapandığında, eşiğinde sevdiğinin beklediği başka bir kapının açıldığını, Ve cehennemden geçmeden cennetin anlaşılamayacağını söyleyebilirim.
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() |
![]() |
![]() |
![]() |