
Hani sorsalar “Hangi şair daha fazla vatanını sever?” diye, aklıma iki isim gelir: Biri Tevfik Fikret, diğeri ise Namık Kemal. Yanlış anlamayın, Nazım Hikmet’in ismini telaffuz etmek istemedim, çünkü onların yaşadığı dönemler farklıydı. Osmanlı Devleti’nin ülkeyi parsel parsel satmasına haykıran iki önemli şairdi onlar. Namık Kemal 1840’ta, Tevfik Fikret ise 1867’de doğmuştu. Aralarında 27 yıl gibi büyük bir fark olsa da, aynı ideolojiyi benimsemiş iki kıymetli şairdi. Namık Kemal’in hayatı beni çok etkilemişti, eserlerini okurken çok duygulanmıştım.
Vatanını canından çok seven insanlar vardır ya… İşte Namık Kemal de böyle bir kişilikti. Hatta Kıbrıs’a ilk gittiğimde doğruca Magosa’ya, onun sürgüne gönderildiği hücreyi görmeye gitmiştim. Siz gördünüz mü bu hücreyi, bilmiyorum. Ama ben onun 38 ay yaşadığı o daracık yerde neler düşünmüş olabileceğini hayal etmek istedim. Gözyaşlarıma hâkim olamadan birkaç saat geçirdim orada. Böyle bir hücrede 38 ay yaşamak hiç de kolay olmasa gerek.
Peki, niçin böyle bir hücreye kapatıldı Namık Kemal? Düşüncelerini ve gördüğü yanlışları topluma yansıttığı için… Osmanlı Sarayı, onun fikirlerini kabul etmiyor, susturmaya çalışıyordu. Saray’ın tek hedefi, padişah koltuğunu ne pahasına olursa olsun korumaktı. “Emri Hak vaki oluncaya dek” Padişah’ın keyifle oturmasını sağlamak için her şeyden feragat ediyorlardı.
Osmanlı halkının yoksulluğu, yaşamındaki zorluklar, Padişahı hiç ilgilendirmiyordu. Ülke borç batağındaydı, alacaklıları hep Avrupa devletleriydi. Onlar da Osmanlı’yı ekonomik dar boğaza itmekten büyük mutluluk duyuyorlardı. Belki de tarihsel bir kuyruk acıları vardı. Çünkü Osmanlı orduları, Avrupa kapılarına defalarca dayanmış, ülkeleri haraca bağlayıp geri dönmüştü.
Yüzyıllarca pek çok Avrupa ülkesi, hatta Amerika bile Osmanlı’ya haraç vermekten kurtulamamıştı. Ama gün geldi, Osmanlı’yı köşeye sıkıştıran devletler, Anadolu’nun kültür hazinelerini de söküp götürdüler. Osmanlı buna göz yumdu, hatta teşvik etti. “Bizde bu taşlardan çok var, alın götürün” dedikleri tapınaklar bugün başka ülkelerin müzelerini süslemekte.
Namık Kemal misali hayran olduğum diğer şair Tevfik Fikret’e gelince. Her ne kadar aralarında 20 yaş fark olsa da, Fikret şiirleriyle ün yapmış, Batı kültürüne yakın görüşleriyle tanınmış bir ozandı. Mekteb-i Sultani’yi bitiren Fikret, yalnızca şiirde değil, edebiyatın her alanında çalışmıştı. Servet-i Fünun’un başına geçerek genç nesil edebiyatçılara yön verdi. Bu nedenle kendisini çok severim. Belki de çok yönlü olmasından dolayı, benim için en büyük “vatan şairi”dir.
Onun en çok sevdiğim şiirlerinden biri “Rubab’ın Cevabı”dır. Beyitlerin tamamını buraya yazmama gerek yok ama bazı dizeleri sanki bugün için yazılmış gibidir:
Hicran biter mi, girye-i hicran diner mi hiç?
Bir lahza önce neydi o feryad-ı muhtelic?
Sendin kalb-i derbeder gibi tel’in eden beni!
Sendin başımda zâr ü sitemkâr inildiyen;
Lerzemle şimdi ürperiyor, titriyor musun?
Sen zanneder misin benim hep elemlerim?
Heyhat! Ben nevâib-i eyyamı inlerim.
Tevfik Fikret’in bir diğer önemli şiiri ise “Sis”tir. Bu şiir adeta bir Silivri destanını andırır.
Abdülhamit’in istibdat yönetimi altında, derin bir yalnızlık ve umutsuzluk içinde yazılmıştır.
Aşiyan’daki evinde polis gözetiminde yaşayan şair, bir Şubat günü İstanbul’a çöken yoğun sisin içinde bu ruh hâlini kelimelere dökmüştür:
Lakin sana layık bu derin sütr-i muzlim,
Layık bu tesettür sana, ey sahn-ı mezalim.
Bu şiirde anlatılan sisin kendisi değildir. İstanbul’un kuleleri ve sarayları şahsında, istibdat idaresinin üzerine çöken gayrimeşruluğun, haksızlığın, hukuksuzluğun, ahlaksızlığın, çapsızlığın, beceriksizliğin, fitnenin, riyanın, çirkefliğin, çürümüşlüğün ve çöküşün yansımalarıdır.
Bir de bugünün Silivri’sini düşündüğümde, tarihin nasıl tekerrür ettiğini görmek bana derin bir hüzün verir. Devri Osmanî’nin Tevfik Fikret’e yaşattığı “Sis” misali, günümüz yönetiminin çürümüşlüğünü görmekteyiz, diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına, hem mıhına.