|
|
Tutunarak kalmak mı? Bulanmadan donmadan akmak mı?Kategori: Felsefe | 0 Yorum | Yazan: Mustafa Alagöz | 30 Ocak 2025 14:05:24 Güvenlik kaygısı, varlığımızın ve varoluşsal sürecimizin her aşamasında ve alanında dirimsel etkisini gösterir. Canlılar evreninin tüm birimlerinde içsel bir yaşam gücü, varoluşlarının özünde işlev gören bir dürtü olarak bulunur. Organik varlıkta devindirici kudret olan bu işlevli süreç doğal yasallık altında etkili olur, alışılmış bir ifadeyle söylersek içgüdülerin hükmünden söz etmiş oluyoruz. Beslenme, üreme ve korunma sarmalında devinen bir evren. Beslenme ve üreme doğanın kendiliğinden akışında ortaya çıkar, ama ‘korunma’ diğer ikisinden nitelik olarak farklılık gösterir, çünkü organizmanın varlık bütünlüğünü güvence altında tutmak, dış tehditlere karşı bir savunma ve saldırı yapmak için “iradi” bir tepki gerekir.
Varlık bütünlüğünü dış tehlikelere karşı koruma gereği, içsel olarak korkuyu ortaya çıkarır; korku ‘hayatı koruyucu’ etki olarak canlılığın verili bir dürtüsüdür. Korku korunma gereksiniminden doğan bir sakınma eylemi, ancak saldırganlık eğilimi ile de yüklüdür. Bu süreçte her canlının iradesi, zekâsı ve belirli ölçüde aklı da vardır. Bunların tümü insanların dışındaki canlı evrende içgüdüsel dürtüler olarak organlarının ve formlarının hükmü altındadır. İradeleri var, ama özgür irade değil; önceden belirlenmiş kaderlerinin (içgüdüsel donanımlarının) kapsamı dışına çıkamazlar. İnsan da canlıdır, ama bedensel varlığının ötesinde, ona aşkın bir varlıktır; var olanlarla birlikte bir arada bulunur, ancak varlığın içinde, varlığa açık, onunla ilişki içinde ona cevap olarak dururken dış dünyanın uyarıları karşısında da bir muhataptır. İnsanı diğerlerinden ayrıksı kılan, bu ‘açıklık ve cevap verme halinde’ bilinç ve farkındalık sahibi olan olarak duruyor olmasıdır. Farkındalık fark edenle fark ettikleri, ayrıca fark edilenlerin de kendi arasında ayrım yapılabilmesidir. Fark ediş kıyas yapabilmeye; kıyas ise seçim yapabilmeye olanak sağlar. Bunların birlikteliği ile etkinliker ortaya koymanın yolları bulunur. Etkinlikler, gereksinimlerin uyarı ve talepleri sonucu oluşan kaygı, merak ve düşünsel yönlendirmelerle gerçekleştirilir. Tinsel kaygılar ve merak duyguları birer düşünce tohumları olarak filizlenmek ister, eylemler bu isteklerin baskısıyla tohumun bir açılımı olarak ortaya çıkarlar. Korunma kaygısından doğan korku kendiliğinden koruyucu bir sığınma gereksinimi doğurur. Buradan bağlanma ve tutunma arayışı ortaya çıkar ve tinsel düzeyde özdeşleşme olarak kendine bilinçte yer eder. Tinsel derken kastedilen; bireyin kendine nasıl bir anlam yüklediği, diğer insanlar karşısında nasıl konumlandığı, toplumsal alanda kendine ne gibi roller biçtiği, başkaları tarafından nasıl görüldüğü sorunsalları ile yüz yüze gelmesiyle kendine dönmesidir. Bu düzlemde dirimsel, bitimsiz bir akış halinde hem korunma-tutunma hem de tüm bunlardan kopmaya zorlandığı gerilimli bir süreçle karşılaşır. Seçimler öncelikle düşünsel birer öncüllerdir ve bir dizi eylemler aracılığı ile gerçeklik kazanıp olgusal formlara bürünmüş olurlar. İnsan anlam varlığıdır; anlam anlamlı edimlerle yaratılır. Bunun gerçekleştirilmesi ve sınanması, hayata aktarılması bireysel-toplumsal ilişkiler içinde mümkün olabilir. Onanmak ve kabul görmek, bireyin bir değer olduğunun doyumunu bulma talebidir; benliğine bir form vererek kişilik oluşturma, somut bir bireylik kazanma çabasıdır. (HEGEL’İN, efendi-köle diyalektiği incelemesine konu olan sorunsal) Tinsel anlamda varolma kaygısı bireyin kendine bir belirlenim verme çabası hem içsel hem varoluşsal, hem yaşamı boyunca etkisini gösteren bir itkidir. Bu kaygı hem ürkütür hem de bu kaygıyı aşma cesareti gösterme sorumluluğu ile yüz-yüze getirir onu. Kaygıdan doğan tedirginlik insanı düşünsel düzeyde özdeşleşmeye, başka bir ifadeyle tutunup tutunduğunda kalma, onun içinde erimeye götürür; tutunma özdeşliğin tavrıdır. Her birey belirli bir toplumsal kültürel ortamda bulunur, söz konusu ortamın değerlerini ve olanaklarını kullanır. Ancak bunu idrak derecesine, arzularının dürtüsü, yeteneklerinin gücüne göre; öte yandan amaçlarının, hayallerinin ve beklentilerinin yönlendirmesi altındaki çabalarıyla gerçekleştirebilir. Bu bileşenleri hangi düzeyde, hangi yönde işlevli kılacağı onun emeğinin ürünü olacaktır. Bu bağlamda her tekil birey kendi emeğinin ürünü olarak kendini yapılandırıp var kılar. Koşullar değişken, arzular çok yönlü, hayaller sonsuz, kısaca ‘kendini var kılma’ serüveninin tüm bileşenleri karmaşık halde bir arada bulunurlar. Değişen bileşenlerin odağı, taşıyıcısı bireyin kendisi, değişmeden kalan da “Özne olandır”, içsel sabite anlamında; öz-bilinç. Değişen koşulları değişken ögelerle yorumlayıp duruş belirleme; alışkanlıklar, düşünce biçimleri, inançlar, gelenekler, sahiplenmeler, anlayış ve ideolojilerle ve bunların karmaşık birliğinin belirli bir amaca yönelik uyuma getirilmesi yoluyla oluşturulur. Bunlardan herhangi birini öne çıkarıp tutunmak “özdeşleşmedir”; Özdeşleşme bütünü görmezden gelip bütünü bütünün bir parçasına indirgemeye zorlayan anlayıştır. Bu anlayıştan doğan düşünce ve tutumlar değişimlere karşı direnmek, varoluşa ayak uyduramamak, hayatın doğurganlığına engel olmaktan başka bir şey yapamaz. Bu durum bilinçsizce değişimlerin evrensel akışına kafa tutmaktır. Doğanın zorunluklarına, tinsel dünyanın törel değerlerine, bireysel ve toplumsal ilişkilerin temel ilkesi olan hakka bağlılık ve adalete (ki bunlar da toplumsal yaşamın zorunluklarıdır) ters düşmektir. İnsan dışında hiçbir varlıkta böylesi bir tutum görülmez. Başta da söylediğimiz gibi çünkü onlarda özgür irade yoktur. Zorunluk taşımayan; kötü, haksız, yıkıcı eylem yapmak, akıl-mantık dışı düşünceler edinmek gibi olumsuz seçim yapabildiği içindir ki ‘irade özgürlük’ özelliği taşır. Kısaca iyi ile kötüyü, haklı ile haksızı ayırt etme yetisi onda verili olarak bulunur; bu ayrımı yapabildiği ve seçim kendisine ait olduğu için özgürdür ve sorumludur. “Emaneti…. İnsan yüklenmiştir. Şüphesiz o çok zalim, çok cahildir”, dendiği gibi. (Azhap:72) Sorumluluk, bireyin kendi düşünsel gücüyle karar verip kendi bilincinin yönlendirmesiyle yaşamasıdır. İster içten ‘ilah’, ister dıştan ‘Rab’ edinerek yaşamak olsun kaçınılmaz olarak bireyi kendi olmaktan uzaklaştırır, onu sığınma arayışına sürükler. Özdeşleşme hali bu sığınmanın ve sığınılan şeye tutunmanın sonucu olarak oluşur, ya da tersi. Aidiyet, sığınma, özdeşleşme aynı insani halin görünüşleridir, sanal bir güvenlik duygusu verir, ama bir yandan da teslimiyettir. Teslim olan, kendi varlığına dayanarak yaşamayan kimse tedirgin, kaygılı, huzursuz, öfkeli, cahil kalır ve potansiyel bir zalim olur ki, başka hiçbir canlıda bu özellikler bulunmaz. Aslında her şey her dem hem kendine özdeş hem de değildir: var kaldığı sürece özdeş, değişime uğrayarak özdeşlikten çıkar. Özdeşlikten her çıkış bir değişimdir, ama bu kez değişmiş olarak var olur ve yine kendisidir. Bir alegori olarak ışığın doğası gibi hem nokta hem dalga. Noktadır çünkü kendine özdeştir, dalgadır çünkü dönüşür. Bunları zincirleme, art arda bir diziliş gibi düşünmemek gerekir, çünkü aynı anda olmaktadır. Bu gerçeklik düşüncede de kendini gösterir: sorgulama ve tefekkür dalga, yargı ise noktaymış gibi. Bu kutupsallık bilincimizde de her zaman vardır: inançlar, gelenek bağımlılığı, ideolojik kaskatılık, kuralcılık, alışkanlık bağımlılığı özdeşleşmenin bireyde görünen biçimleridir. Toplumsal bağlamda ise inançsal bağnazlık, etnik kökene taparlık, milliyetçi kibir, evrensel ilke ve kuralları kutsallaştırma ve ideolojikleşmiş düşünce biçimleri halinde görülür. Dinsel metinlerde “ellerinizle yaptıklarınıza tapmayın”, “kendinize ilahlar edinmeyin” bu sakıncalı duruma dikkat çeker. İlah edinen ilahının kölesi haline gelir. Böylesi bir duruma gelmiş bilinç kaçınılmaz olarak öfkeli, saldırgan, yıkıcı, zalim ve dayatmacı olur. O, güç peşinde koşar. Bu, onun “özdeşlik” mağarasının hem koruyucu kalkanı hem saldırganlığının kılıcı olur; farklı olan her düşünce, talep, gözlem katlanamayacağı bir tehdit gibi algılanır; öte yandan “ilah” edilen, yücelttiği değer, kişi, kurum, ideal her ne ise onun uğruna fedakarlığı, tehlikeyi göze alabilir şiddeti, zulmü kendi vicdanında meşru kılabilir; çünkü edimlerini yücelttiği değerleri, davaları, ideolojsi, ülkesi, …vd. için yapıyordur. Aslında burada olan aklını, vicdanını, düşüncelerini dondurmasının sonucu olan öfke, korku ve yıkıcı duygularının verdiği huzursuzluktan kurtulma çırpınmalarıdır. Ancak hakka bağlı olmayan, düşünce ve eylemlerinde mutlak iyiliği, özgürlüğü ilke edinip yaşama alan açmayan hiç kimse ne yaparsa yapsın içsel huzuru bulamaz. Hiç kimse kendi olma sorumluluğunu başkasına devredemez, hiç kimse de bir başkasının kendi olmasını sağlayamaz, ama deneyimler, düşünceler ve gözlemler paylaşılabilir. “Kendini bil” çağrısı her insanın kendinden kendine yüklediği bir sorumluluk olmalı. Bunun düşünsel ilkesi “bilimsel tutum, felsefi anlayış”, eylemsel ilkesi hayata alan açıp güven veren, özgürleştirici, gönüllü sorumluluk üstlenerek eylemler ortaya koymaktır. Bu değerler tarihin evrensel törel tözleridir; Bireyin kendinde kendini bulup var etmesinin ve toplumsal yaşamın özgürlük, adalet ereğine doğru durdurulamaz akışının sönmeyen ateşi, kurumayan yaşam kaynağıdır.
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|