|
HAYATIN PENCERESİKategori: Nalına Mıhına | 0 Yorum | Yazan: Metin Atamer | 10 Aralık 2024 12:16:14 Ankara Radyosu’nda çalışmadan önce de Türk sanat müziğini çok severdim. Üniversite yıllarımda, ders çalışırken yanımda radyo hep açık olurdu. Son on beş yıldır koro çalışmalarına katılıyorum. Aslında her bir şarkının güftesinde bir hikâye yattığına inandığım için beş yıl boyunca uzun araştırmalar yaptım. Hikâyelerin kaynaklarını araştırıp Nağmelerin Öyküleri adlı bir kitap yayınladım. Bu kitabın yayınlanmasından sonra, bazı bilinen güfte hikâyelerinin eksik olduğunu söylediler. Onları da derleyip mevcut kitaba ekleyerek Şarkılardan Fal Tuttum adlı yeni bir kitap hazırlayıp yayınladım.
Bu nedenle bazı Türk Sanat Müziği korolarına davet edildim. Ben de bu davetlere icabet ettim. Korolarda, koro şeflerine herkes “Hocam” diye hitap eder. Sazendeler ve hanendelerle bir bütün olan bu korolar, koro şefinin yönetimiyle ahenk içinde icra yapar. Her şarkının mutlaka bir hikâyesi olduğunu söylemiştim. Bir olay, bir hüzün, hatta bir sevinci dile getiren bu sözler, melodiyle birleşerek ortaya bu musiki çıkar. Kimi zaman tek başına terennüm edilir, kimi zaman iki solist veya koro tarafından icra edilir. Korolarda hanendelerin bir araya gelip söyledikleri parçaların büyük keyif verdiği bir gerçektir. Böyle konserleri kaçırmamaya gayret ederim. Çocukken evimizde AGA marka bir radyomuz vardı. O zamanlar radyonun düğmesini açıp lambalarının ısınmasını beklerdik. Bir süre sonra tatlı nameleri dinlemeye başlardık. Şarkı ve türkülerin anlamlarına o dönemde pek dikkat etmezdik. Daha sonraları bu ezgilerin hikâyeleri ilgimi çekmeye başladı. Yarım asırdan fazla bir zaman önce Muzaffer Sarısözen’in, kasaba köy demeden Türkiye’yi dolaşıp ezgileri toplayıp notaya dökmesini hayranlıkla dinlemiştim. Bugün Sarısözen’i rahmetle anıyoruz. Şarkıların kaynaklandığı konuların özüne inmenin doğru olduğunu düşünüyorum. Şarkılar, bazen toplumun bir kesitinin aynası, bazen de bir hayal ürünü olup nağmelerle dinleyiciye duygularını aktarır. Bazı ezgileri anlamak oldukça güçtür. Hani türküde denir ya: Manda yuva yapmış söğüt dalına, yavrusunu sinek kapmış gördün mü. Burada mandanın söğüt dalına yuva yapması, hatta yavrusunu sinek kapması yöresel bir deneyimi aktarır. Söğüt dallarına yayılan mandayı tarif eder bu sözler. “Yavrusunu sinek kapması” ise ufak fakat acı veren bir sineğin manda yavrusunu ısırmasını ifade eder. Bu türküleri ilk dinlediğimde “ne kadar yanlış cümleler” diye düşünmüştüm. Ancak şimdi bu ezgileri daha dikkatli dinliyorum. Yakın tarihimizde ülkemizde öylesine siyasi oyunlar oynanıyor ki, bunlar şarkı, türkü hatta opera konusu olabilecek derecede karmaşık. Türkiye’de bazı siyasi oyunlar o kadar aleni bir şekilde oynanıyor ki, ekranlarda sunucuların “Aklımla alay etmeyin” demek zorunda kaldığını görmekteyiz. Geçtiğimiz hafta çok sevdiğim bir dostumla konuşurken, mahkemelerin bazı davalarda verdikleri kararları, TÜİK’in Türkiye’deki enflasyon değerleriyle kıyasladığını söyledi. Dünyada demokrasilerde hür insanlar fikirlerini serbestçe dile getirir. Ancak faşist idarelerde fikirlerin daima yönetenlere bağlı olduğunu biliyoruz. Örnek verecek olursak: Dokuz genç, Türkiye’nin İsrail’le ticarete devam ettiğini, gönderilen malların Gazze’ye değil Hayfa’ya indiğini bir toplantıda yüksek sesle dile getirdikleri için tutuklandılar. Ayrıca, onlarca insanı depremlerde kurtaran Nasuh Mahruki, Avrupa’da yapılan bir ankette seçim güvenilirliği konusunda Türkiye’nin sondan ikinci sırada olduğunu söylediği için ifadesi alınarak tutuklandı. Türkiye’de gün geçtikçe halkın silahlandığını, işlenen cinayetlerle anlayabiliyoruz. Halkın elindeki silah, sıradan bir aksesuar gibi görülmekte. Kafası kızan, silahına sarılmakta. Tıpkı 1800’lü senelerde Amerika’da Texas’ta olduğu gibi, halk elindeki silahı kullanarak, kızdığı kişiye kestiği cezayı kendisi infaz etmekte. Uyuşturucu baronlarının mesken tuttukları İstanbul şehri, Vahşi Batı’da olduğu gibi kanunsuz yaşamın sürdüğü, hukukun çalışmadığı güzel bir şehir. Aklıma bir Rumeli türküsü gelir böyle durumlarda. Mustafa Kemal Atatürk’ün de çok sevdiği bir türkü vardır, ancak bunun hikâyesini çok aradım fakat bulamadım: Pencere açıldı Bilal oğlan, piştov patladı, varın bakın kanlı da Bilal yine kimi hakladı. Bu türküdeki Bilal oğlanın, beş tepede yaşayan Bilal oğlanla alakası olmadığı aşikâr. O Bilal’in vakıf adı altında başka piştovlar patlatmakla meşgul olduğu söylenir. Hepsinin bir kurgunun ötesinde olduğu, ülkemizi parçalamak için hesaplar yapan ülkelerin var olduğu aşikârdır. Aksini söyleyenler aklımla alay etmeye çalışmaktalar. Ülkemde ise ortaklığa soyunmuş bir tüy sıklet pehlivanın, baş pehlivandan icazet almadan “Hodri meydan” deyip peşrev çekmesinin abesle iştigal olduğu muhakkak. Baş pehlivanın onayı olmadan küçük pehlivanın konuşması, arenada danışıklı dövüşün kuralına aykırıdır. Ekranlarda küçük ortağın ne zaman görünse ve söz söylese, ülke gündemini değiştirmeye çalışmakta olduğunu görüyoruz. Sakın aklımla alay etmeye çalışmayın, halk bu adama bir dönem daha tahammül edemez. Devletin bir sabah beş tepeden pencereyi açarak, seçim haberini patlatmayacağını kimse garanti edemez. Mutlaka siyasi kurumların sine-i millete gitmede çekindikleri başka anket hesapları vardır diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|