|
|
DERTLİ-MİR-DÖNEKategori: Makale | 0 Yorum | Yazan: Mustafa Alagöz | 23 Ekim 2024 09:55:55 Bir botanik uzmanı bir çiçeği yapraklarını, kimyasal özelliklerin, yaşam sürecini ve tohuma varmasını inceler. Bir jeolog dağı, taşı jeolojik yaşıyla, katmanların yapısıyla, taşların mineral yapısıyla ele alır. Diğer bilimlerde nesnelerinin doğal yapısıyla araştırır ve onlara dışarıdan keyfi bir belirlenim vermeden, kendine göre yorum yapmadan nesnel olarak ortaya koyar.
Nesneler, araçlar, tabiat olayları kendi doğal varlıklarından soyutlanarak insanın içselliğinin sonsuz çeşitliğinin imgesi olarak değerlendirilebilir: acıların, özlemlerin, sevinçlerin, yalnızlıkların, tutkuların, hayallerin ifade edilmesinin araçları olarak işlevli kılınır. Öyküler insanın iç dünyasını görünmezliğini duyular önüne getiren özgün bir yazın türüdür. Nesne, olay, olgu ve görüngüler bulundukları halleriyle bilincimize konu edinilir. İnsan dışında her şey olduğu haliyle olduğu gibi kendini ifade eder. Bu anlamda bütün varlıklar, süreçler bir ifadedir; insan ise ifadenin ifadesidir. Canlı-cansız tüm varlıkların her biri diğerinden ayrı durur ya da sınırdaş olarak bağımsızca oradadır. Her nesne görünüşü, rengi, dirençleriyle başka varlıklarla etkileşime girer. İnsan dışındaki tüm varlıkların her birisinin kendini ortaya koyması aynı zamanda onun kendini ifade etmesidir. Bilimi, Dış dünya ve İç Dünya olarak iki bölüme ayırabiliriz. Dış Dünya bilimi deney-gözlem-ölçü yöntemiyle işlevlidir; nesnesi ve konusu bellidir. İç Dünya dediğimizde insanın duygularını, hayallerini, korkularını, tutkularını, hırslarını, kısaca “Kendini Bil” çağrısına uydukça mümkün olan belirsiz bir süreçte yol almasını anlarız. Bu sürecin yönü, nesnesi, yöntemi elde hazır bulunmaz. Hazırda bir “Kendin” yoktur. Bilinecek olan yapıp etmeler, çabalar, ortaya konan deneyimler ve bu deneyimlerle form kazanacak olan özgün bireyselliğidir. İnsan yaratıcı yetilerle yüklü “geleceğe atılmış” bir varlıktır, ama başıboş bırakılmış değil. Tanrının “kendi suretimde yarattım ve ruhumdan üfledim” dediği sorumlu bir varoluş. Sorumlu olmak hep arada olmaktır; eylemleri ile sonuçları, aklıyla duyguları, bulunduğu an ile tasarımları, tutkularıyla yetileri, hayalleri ile olanakları arasında; Berzahta. Yaşam bu kutupsallığın gerilimi ile akıp giden bitimsiz bir süreçtir. Arada olmaklığın belirli düzeyleri, aşamaları ve biçimleri ortaya çıkar. Bunları nasıl yaşadığı insanın kendini var etmesi, benliğine bir form vermesi anlamına gelir. Böylece başlangıçta olmayan, zamanla şu veya bu şekilde bir form kazanan, ancak sonlanmayan bu süreç “Kendi” dediğimiz kavramı oluşturur: Bu aynı zamanda kendinin ifadesidir de. Bir şeyi biliriz, ama bildiğimizi de biliriz ve ifade ederiz; ifademizin bizzat kendisini tekrar kendimize konu edinerek, yeni hayaller, tasarımlar, imgesel, varsayımsal duygu ve düşünceler ortaya koyabiliriz. “İnsan ifadenin ifadesidir”den kast edilen bunun bir gerçeklik olduğuna işarettir. Gözlemlerimiz, içsel sorgulamalarımız, duygulanımlarımız genel olarak tanıklıklarımız üzerinden, tanık olana tanıklık etmek “ifadenin ifadesidir”. Sanatsal yaratımlar, bu arada öyküler de varoluş kaynaklarını bu zeminden alır. “Arada Kalmış Yaşamlar”ın ilk öyküsü “Dertli” buna bir örnek oluşturuyor. Kahramanlar üzerinden yazılmış her öykünün kendine özgü bir rengi, konusu, coğrafiçevresi, kültürel karakteri var. İçe kapanık, kendini bir türlü dışa açamayan, hüzünlü, hep dertli halde yaşayan bir insanın giderek kendi gizemli iç dünyasında kaybolması; Antep’in Fransız işgaline karşı direnen okur yazarlığı bile olmayan bir kadının yaşam öyküsü; her yerde sohbetleri ile insanlara ferahlık veren gariban bir halk bilgesi; bir ayağı köyde bir ayağı şehirde gençlik coşkusunu yaşayan kızın benliğini bulma çabası; gönülden birbirine bağlı dostların ölümsüz dayanışması; okul yüzü görmemiş, “görücü” yöntemi ile evlenen kızların gittikleri yerde benliklerinin nasıl baskılandığı gibi renkli ve özgün yaşamlar hikayeleştirilmiş. Öykülerin adını veren kahramanların yaşamı anlatılırken onların çevresinde özgün bir ortam, gelenekler, coğrafi özellikler, kullanılan üretim araç-gereçleri yerel sözcükler çeşitliliği ile tarihi bir aşamayı bütün boyutları ile etkili biçimde sergileniyor. Edebi diğer sanatsal ürünler gibi öyküler de sezgi gücümüzü uyarması, çağrışımlara yol açması, hayal gücümüzü canlandırması, en önemlisi bilincimizi sorgulama yapma yönünde tetiklemesiyle yaşamımızın kopmaz bir parçası olarak hep işlevlidirler. Her öykü başlığı, öyküye konu olan kahramanın adını taşıyor. Ama anlatıma konu olan her şey; insanlar, iklim koşulları, coğrafi ortam, gelenekler, yerel kültür dengeli, uyumlu bir bütünlük içinde anlatılıyor. Böylece bir kahraman üzerinden onu o yapan içinde bulunduğu özgün-yerel dünyaya da tanık olunuyor. Her birimiz ne söylersek söyleyelim ne okursak okuyalım ne etkinlik yaparsak yapalım hep kendimizi ortaya koyarız; söylediğimiz, okuduğumuz, yaptığımız hep kendimiziz. Kendimiz derken bunu çoğul kipi anlamında kullanmak gerekiyor: hiç kimse kendi başına var olamaz, var kalamaz. Bir bütünün bileşenleriyiz, onun hem öznesi hem de nesnesiyiz. Bu süreçte konumumuzu biz belirleriz, ama hazır bulduğumuz koşullar içinde. Evrensel-duyusal, tikel tümel, bir-çok, özgürlük-zorunluluk diyalektiği düşünce tarihinin hep sorunsalı olagelmiştir. Bu karşıt kutupsallık Doğa Bilimlerinde, dinsel söylemlerde, sanatsal ifadelerde ve öyküsel anlatımlarda da hükmünü sürdürür. Görüngülerden, tekil olgu ve olaylardan bu evrensel yasallığını yansımasını bilincimizde bulur, onu değişik formlar ve disiplinler halinde dile getiririz. Düşüncenin üretimleri; keşifleri, tasarımları bilim diliyle, mitolojik-dinsel söylemlerle, öyküsel anlatı ve yazılarla, sanatsal imgelerle ortaya konulur. Hangi disiplinle, yöntem ve araçlarla olursa olsun bu evrensel varoluş ilkesi bir ruh olarak tüm süreçlerde görünmez bir el gibi hep işlevlidir. “Kavram edimseldir”, “fail olan Allah’tır”, “hakikat tek gerçek çoktur” gibi özlü ifadeler buna işaret eder. Ancak bu ilkesel düzeyde evrenseller kendi başlarına bir anlam ifade etmezler, bunlar sadece tek tek bireylerin edimleri ile gerçek olurlar. Hayata alan açıcı bir amaç gütmeyen her eylem amacının tersi noktasına varır. Hegel’in bu konuda şu söylemi dikkate değer; “evrensellik bireysellik yoluyla edimselleşir”. Evrensellik zorunluluk içermeli ve özgürleştirici girişimlerin ilkesi oldukça Evrenseldir. Eğer böyle olmazsa insan ilişkileri içgüdüsel, keyfi ve rasgele olur. ilişkiler araçsallaşır; anlık, geçici çıkar ve beklentiler üzerinden yaşanır: “Ancak menfaat kadar insanı diğer insanlarla çabuk kaynaştıran tutkal azdır. Gerçi son derece hafif, uçucu ve geçici bir tutkaldır bu.” (MİR:S.69) “Söz kadar ağır ve etkili ne var bu âlemde? Ya her sözün yapıtaşı olan kelimelere yüklenen farklı anlamlar?” (ÇİLOV: (S.178) “Şimdi anlıyorum ki bu hayatı güzelleştiren şeylerden biri, kimin faydalandığını hiç umursamadan ve bilmeden insanların önlerine çıkabilecek taşları ve engelleri ortadan kaldırmaya çalışan ve çabalayanlardır.” (S.226) Kitabın yazarı kendisiyle yapılan bir söyleşide şunları söylemiş. “Hiç alakasızmış gibi görünen bir taşra köşesindeki “küçük” ve “önemsiz” insanların günlük hayatındaki duygularından evrensel dersler ve değerler devşirmek neden mümkün olmasın”. Edebi eserler romanlar, öyküler vd. kendilerine rağmen kendi sınırlarının ötesine taşan etkiyle yüklü düşünceler ve duygular içerirler. Onları kendi sınırlarının ötesine taşıyacak olan okuyuculardır. Okuyanların hissettikleri, algıları ve kendi iç dünyalarında neleri tetiklediğini fark etmeleridir.
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|