|
|
Tokyo’dan Hasanlar’a, Kudüs’te bir mahkemeden bizim buralara…Kategori: Felsefe | 0 Yorum | Yazan: Berna Kayra | 12 Eylül 2024 08:57:22 Şehrin meydanındaki anıtın üzerine yazılmış sloganlar boya ile kapatılmış. Üçerli beşerli çocuklar çantaları ile okul yolunu tutan robotlar gibi ruhsuz yürüyorlar. Dağların çayırların önünde, insanoğlunun kurduğu dünyanın makineleşmiş yapma doğasında, ruhların içinden geçen trenler, gökyüzüne duman saçan fabrikalar var. İnsanı bir yerden bir yere ulaştıran yollar, bağlayan köprüler kimi zaman da ayırıyorlar. Sevdiklerimize ulaşırsak birlikte mutlu olacağımıza inanıyoruz. Ya da dünyada hiç çocuk ölmediğinde. Bir çocuğun ölümünün ardından beyazlarımızın yeterince beyaz olduğundaki mutluluğumuz anlatılıyor.
Hayatımızı kolaylaştırsın diye icat ettiğimiz bütün nesnelerin en iyilerine sahip olduğumuzda tamamlanacağımızı sanıyoruz. İyi bir araba, pahada yüksek evler, eşyalarla, duvarlarımıza astığımız eşi benzeri olmayan o resimleri neredeyse kanıyla boyamış ressamların tablolarıyla, hayatlarımızı süslemeye çalışıyoruz. Farkında olmadan kölesi olduğumuz dünyada ya üreyerek ya model olarak yeni nesiller eğitiyoruz. Kültürlenirken toprağımızdan, iklimimizden devşirdiğimiz maneviyatla huzur bulmaya çalışıyoruz. Fransız filozof “Kültür Eleştirisi ve Toplum" makalesinde Adorno, "Auschwitz'den sonra şiir yazmak barbarcadır" demiş. Bir acıyı estetik bir hazza dönüştüren ve bunu alışkanlık haline getirerek normalleştiren her şey bana bu ifadeyi de hatırlatıyor. Derin travmalardan sonra sanat bile etik açıdan sorgulanırken, acıların paylaşım şekli ahlaken büyük risk taşır. Orman yangınlarının önünde çıplak bir “şifacı” kadın fotoğrafı hatırlıyorum…Çok mu yargılayan bir mercekten bakıyorum, üzüntümden bilemiyorum. Ama estetik eylemin travmatik olaylardan sonraki dönüştürücü gücü tartışmaya açık bir konu. Hannah Arendt’in, ‘Kötülüğün Sıradanlığı’ adlı kitabında, kötülüğe dair düşüncesi, Amerikan askerlerinin Irak işgali sırasında insan hayatı ve onuruna karşı yaptığı muameleleri düşündürdü. 2003-2004 yıllarında, bir gün arabada giderken radyoda savaş suçlusu olarak mahkemeye çıkarılmış yirmi yaşında bir ABD askerinin ifadesini duyduğumda kenara çekip birkaç dakika soluklanmam gerekmişti. O hafta esirlere yaptıkları işkencelerin fotoğraflarına bakarken kendimi kasmaktan boynum tutulmuştu. Başlarına kese kağıdı geçirilerek çırılçıplak fotoğrafları çekilen kadınlar erkekler, üzerlerine işeyen ABD’li askerler, buna gülerek poz veren kadın askerler, cinsel taciz ve tecavüz fotoğrafları… Genç er, yargıcın mahkemede on üç yaşında bir kız çocuğuna tecavüz edip, sonra öldürüp ölüsüne yeniden tecavüz etme nedeni sorduğunda, şaşkınlıkla “Biz onların insan olduklarını bile düşünmüyorduk” dedi. Değil bir sülale bir köyün kötülüğe karşı susmasına, topluluk halinde sistematik bir şekilde yapılan kötülüğe karşı bile duyarsızlaşabiliyoruz. Arendt, kötülüğün sıradanlığını düşünmemekle ilişkilendirdiği için bazı Yahudi cemaatleri tarafından eleştirilmiştir. Bu eleştiri, onun Adolf Eichmann gibi Nazi yetkililerinin 'sadece emirleri yerine getirdiği' savunmasına odaklanarak, onları düşüncesiz olarak nitelendirmesine yönelik bir tepkidir. Ona göre kötülük adiliktir. Sıradan bir adilik. "Kötülüğün köklü olduğunu düşünmek yanlış olur; o yalnızca yüzeyde var olabilir. Kötülük radikal olamaz, yalnızca aşırı olabilir, çünkü hiçbir derinliği, hiçbir şeytanî boyutu yoktur. Kök salan yalnızca iyiliktir, ve yalnızca iyilik derin olabilir ve köklü bir şekilde büyüyebilir" der. Düşünen insan, kendini, değerlerini, varlığının amacını, başkalarının varlık hakkını sorgulayan insan bunları yapabilir mi? Onun cevap verdiğinde anlaşılmadığı bu sorulara ben hiç cevap veremem maalesef. Ben ancak sorularımla boğuşuyorum. Hayat senin yerine seçiyor, ananı, babanı, kardeşini. Onların üzerindeki etkisini sen mi seçiyorsun, araştırma konusu oluyor. Camille Claudel taşı oyup heykelini yapıyor, sistemde gücü elinde bulunduranlar onu otuz yıl akıl hastanesine kapatıyor. Başka biri müziği ile kendini ifade ediyor, kimisi de kendine veya başkalarına zarar vermeyi seçiyor. Gözlüğü takınca, aynayı silince daha iyi gördüğümüzü sanarak bakıyoruz da kimse çıplak gerçeği görmüş olmuyor. İnsan bir çocuğa “Büyüyünce ne olacaksın” demeye utanıyor. İnsan ömrü kadar bir süredir, nineler dedeler, “Ben görecek kadar yaşar mıyım” diyemiyor. Savaş bazen ülkenin gerçeği oluyor, bazen bir ailenin yapısının. Bazı çocuklar annelerine, gülümseyerek “Her zaman yapacak bir şeyler vardır, değil mi?” diyecek kadar büyüyemeden anneleri kendini asmış oluyor. Bazı babalar eve ekmek getirdikleri hatırlanacak kadar ortalarda olmuyor. Tolga Karaçelik’in Kelebekler filminden sonra, Yosujiro Ozu’nun Tokyo Hikayesi’ni izleyip aile konusunda düşündüm. Aile bir dostumun da dediği gibi hem bir kuyu hem kuyulardan çekip çıkaran bir ip olabilir. Hayat bilgisi dersinde ailenin toplumun en küçük yapı taşı olduğunu öğrettiler. Yapıları ayakta tutacak taşlardan oluşturacak ilmi veremediler. Filmler Kelebekler, Tokyo Hikayesi, Hannah Arendt
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|