Henüz çocukken, zaman zaman gittiğim ve oturduğumuz evin karşısında bulunan minaresi çift şerefeli bir cami vardı. Bu camiyi her zaman hatırlarım. İmam ‘Ali Hoca’, bu caminin minaresindeki ilk şerefeye her namaz vaktinden evvel aflaya puflaya çıkar, iyice soluklandıktan sonra bir eliyle şerefenin küpeştesini tutar, diğer elinin başparmağını kulağının memesine bastırarak ezan okumaya başlardı. O yükseklikte belki insanın başı döneceği için mi bilmem, şerefenin kenarına sıkı sıkıya tutunurdu.
Her beyiti ve tekrarını ilk önce doğu yönüne doğru söyler, sonra ikinci beyit için şerefenin kuzey yönüne gelir, orada ikinci beyiti ve tekrarını söylerdi. Daha sonra üçüncü beyit için batıya yönlenir ve tekrarını da burada okurdu. Güney yönüne dönmeyi pek sevmezdi, ama kural gereği onu da okumak zorunda kalırdı. Kışın devamlı kuzeyden esen rüzgar nedeniyle paltosunu iyice kapatır, kuzeyde okunacak beyiti hızla bitirip tekrar batıya yönelir ve ezan görevini sona erdirirdi. Hızlı bir şekilde minarenin döner merdiveninden çabucak inerdi.
Her bir yönde söylediği cümlelerin ve sesinin, kulaklarıma her gün çok defa dinlediğimden iyice işlendiğini düşünmekteyim. Her ezanda bu merdivenleri çıkar ve ezanı okuduktan sonra caminin içine gelir, cemaatin önüne geçip o namazı kıldırırdı.
Her namaz ezanı ayrı bir makamla okunurdu. Sabah ve akşam namazının ezanını çok severdim. Saba makamında okunan ezan, hâlâ bana her zaman uhrevi bir haz vermektedir. Her gün beş sefer bu işlemi yapan Ali Hoca, yatsı namazından sonra caminin bahçesinde bulunan küçük, tek katlı müştemilatta istirahate çekilirdi. Eşini hiç görmezdik; kendisi boş zamanlarında caminin bahçesinde sebze ve meyve yetiştirirdi.
Caminin karşısında terzi Kayhan’ın dükkanı vardı. Ezanla beraber elindeki işi bırakır, gerekirse lavaboya yönlenir, ellerini, yüzünü, kollarını yıkar, kulaklarını temizler, ellerinin tersiyle ensesini siler, alın ve yukarısını ıslatır, ayaklarında bulunan mestlerinin üzerini de temizlik amaçlı ıslak eliyle siler ve doğru namaza giderdi.
Ezan sesi zaten mahalleye has olurdu ve namaz için o camiye gelecek olan mahalleli, zamanını bilir ve namaz vakti gelirdi. Caminin diğer bir yanında yaşlıların gittiği bir kahvehane vardı. Bazı yaşlı mütedeyyinler namazdan sonra kahvehaneye gidip bir sonraki namaz vaktine kadar burada zaman geçirirlerdi. Kahvehanede çay ve kahve içip, kimi zaman kağıt oynarlar, vakit geçirirlerdi. Ne de olsa o tarihlerde, bugünkü kadar önemli konular, enflasyon, geçim sıkıntısı, mülteci istilası, pahalılık hissedilir şekilde yoktu.
Bilhassa ramazan aylarında evimizde iftar için sofra kurulur, evdeki yiyecekler masaya yerleştirilir, çay demlemeye bırakılır ve evimizden görünen caminin minaresinde Ali Hoca’nın şerefede boy göstermesini beklerdik. Ali Hoca zamanı gelince ezanı o kadar hızlı okurdu ki, kendisinin de aç olduğunu anlardık ve hızlı bir şekilde evine yetişmek için minarenin merdivenlerini üçer beşer atlayarak indiğini düşünür, sofrasına yetişip birkaç lokma ile orucunu açtığını tahayyül ederdik. İftardan sonra camiye gidip Ali Hoca’nın cemaati beklediğini görürdük.
Bugünlerde her yöne ayrı beyitlerin okunduğu, ezan sesinin yalnız mahalle halkına hitap eden ses şiddetinde bir namaz çağrısı olmasını özlemekteyim. Minarelere çıkılmadan, oturdukları yerden bir banttan dinletilen ezan, zaman içinde üretilen ses yükselticiler ve hoparlörler vasıtasıyla her yöne tüm beyitlerin okunması şekline dönüşmüş durumda. Hatta ses şiddetinin sonuna kadar açılarak kilometrelerce uzağa dinletilmesini üzülerek seyretmekteyiz. Hoparlör seslerinin bağırtılarak ezan okunmasının, ezanı ulviyetten uzaklaştırdığını düşünmekteyim.
Kimi camilerin her tarafına konulan onlarca hoparlör marifetiyle ezan, dine karşı olumsuz hislerin doğmasına neden olmakta; dinden uzaklaşıp ziyadesiyle gürültüye dönüştüğünü düşünmekteyim.
622 yılında ilk ezanı Medine’de, Habeşistanlı bir köle ailenin çocuğu olan ‘Bilal-i Habeşi’’nin, İslamiyet’i ilk kabul eden 7 kişiden biri olduğu için Hazreti Muhammed’in isteği üzerine, dört ayrı yöne, dört ayrı beyit olarak okuduğunu bilmekteyiz.
Kurtuluş’taki caminin müdavimlerinden ayakkabı tamircisi Seyfi Dayı vardı, o kimi zaman “Hey Gidi Günler Hey” diye geçmişi hep anardı. Benim ise bugün ezanı ulviyetinden saptıranları seyrederken, “Hey Gidi Günler Hey” diye bir sözüm geldi, söyledim hem nalına hem mıhına.