|
|
SEYİRCİSİYLE YILMAZ GÜNEYKategori: Makale | 0 Yorum | Yazan: M. Şehmus Güzel | 24 Ağustos 2024 09:55:50 Yılmaz Güney film çevirmeye başladığı günlerde “çirkin” bulunuyordu ve benim diyen yönetmen veya “sinemayı iyi tanıdığını iddia eden” iyi saatte olsunlar, sıkı eleştirmenler “bu adamdan aktör maktör olmaz” diye ahkam kesiyorlardı. Öngörüye bakar mısınız? Madem ki Yılmaz Güney Adanalıydı, Anadolu çocuğuydu, yakışıklı değildi. Bunu kadınlara anlatmamız zor ama gerçekten diyelim Ayhan Işık’la, Fikret Hakan’la, Ediz Hun’la Yılmaz Güney erkek güzeli yarışmasında herhalde aynı takımda oynayamazlardı.
Dahası herkesin gördüğü ve bildiği gibi tuzu kurulardan değildi. O günlerde İstanbul bir köyden farksızdı ve sinema dünyasındaki bütün gezegenler ve gezemeyenler birbirini çok iyi ve çok yakından tanıyordu. Oysa bu “çirkinlik”, yoksunluk ve delikanlılık onu seyircilerine sevdiriyordu. Seyircisi onu kendine yakın, hatta kendisi gibi buluyordu. Yılmaz Güney filmlerindeki rolleriyle sürekli olarak yoksul, kimsesiz, bir gecekonduda oturan zar zor geçinen anasından başka dayanacağı dalı olmayan bizden biriydi. Kendi halinde yaşamını sürdüren, kimsenin köpeğine hoşt demeyen yiğit bir efendi, kendi yağında kavrulan kendisi de anası gibi kara kuru bir delikanlıyı oynuyordu. Ama dikkat dalına basılmayacak/basılamayacak bir delikanlıyı. Filmlerinde hep kimsesizlerin, yoksulların, fakirlerin yanındaydı. Onları, öksüzleri, sakatları, dulları korumak için ve genellikle kendisini hiç ilgilendirmeyen bir meselede mücadeleye dalıyordu. Tek başına ve ölümüne. Evet tek başına ve ölümüne. Filmlerinden birkaçının isimlerini anımsamamız yeter: İkisi De Cesurdu, Her Gün Ölmektense, Yaralı Kartal, Üçünüzü De Mıhlarım, Kan Gövdeyi Götürdü, Kahreden Kurşun, Bana Kurşun İşlemez, Çirkin Kral Affetmez (aynen), Silahların Kanunu, At Avrat Silah, Yiğit Yaralı Olur, Korkusuzlar, Zımba Gibi Delikanlı, Kasımpaşalı Recep, Ben Öldükçe Yaşarım... Her filminde son karede seyircilerini perperişan eden biçimlerde ölüyordu. Nenelerimize, analarımıza ve bacılarımıza mendil yetiştiremiyorduk. Böyle bir şivana bir de geçmiş te “Mezarımı Taştan Oyun”, “Söyleyin Anama Ağlamasın” filmlerinde ağlamıştı nenelerimiz, analarımız ve bacılarımız. Güney’in çizdiği karakterin “öncülü/babası” “Abdo Bey”li filmlerin yaratıcısı diyebileceğimiz Hüseyin Peyda’dır. Yılmaz Güney’in Hüseyin Peyda ile birçok benzer ve ortak noktası vardır. Hüseyin Peyda filmlerinin en iyilerini Atıf Yılmaz’ın çektiğini de anımsamalıyız. Böylece Güney’in sinema dünyasındaki “ailesinin” bir kolunun Mersin’e, bir kolunun Urfa’ya, Diyarbakır’a uzandığını görüyoruz. Hani Yılmaz Güney’e de bu yakışır: Adanalıdır, Mersin’e komşu. Siverek ve Diyarbakır ise baba memleketidir. Güney Hüseyin Peyda’lı filmlerin neden o kadar iyi iş yaptığını çok iyi biliyordu ve kendisi de nasıl bir “tiplemeyle” sinemaya renk katacağını ölçüp biçmişti. Evet sinemaya adım atmasından itibaren ne yaptığını, neden yaptığını çok iyi biliyordu. Beklediğinden fazlasını da buldu. Bu onun bu konudaki analizinin ne kadar sağlam ve yerinde olduğunun ispatıdır. Kadın ve erkek, genç ve çocuk yurttaşlarını ve ülkesini iyi tanıyordu. Öte yandan iyi oyuncuydu Güney. Örneğin onun kadar iyi ölen az bulunur sinemamızda. Bütün bu belirleyicilerin sonucunda Güney’in seyircisi Yılmaz’la bütünleşiyordu, onunla bir daha ayrılmamacasına kenetleniyordu. Artık varsa yoksa Yılmaz. O kadar ki filmlerinde kötülerden biri Güney’e arkadan yaklaşıp haince vuracak gibi olunca seyirciler ayaklanıyor, “Abi arkana bak”, “Abi bu adamın niyeti kötü” diye bar bar bağırıyor, ortalığı velveleye veriyorlardı. Tabancasını şalvarının cebinde taşıyan ya da allı pullu kemerinin ortasında bir yerde “yatırmış/unutturmuş” Kekolar ise çıkarıyor çakar almazını ve beyaz meyaz dinlemeden o “Allahsız Kitapsız” perdeyi delik deşik ediyordu. Yılmaz Abiyi sahipsiz mi sandınız lannnnnn! Seyircisiyle böylesine bütünleşen kaç oyuncu vardır? Toplumsal kategorilerin tamamına yakını ve siyasi yelpazenin 0’dan 180 derecesine kadar herkes te “tutardı” Yılmaz’ı. Kaç mahkum çıkmıştır Yılmaz’la yattığı hapishaneden ve “Ben Yılmazcıyım” demiştir : Yani bir parça devrimci, iki dirhem silah külah işleri uzmanı, ve katıksız delikanlı demektir Yılmazcı. İşte Yılmaz Güney’in tutulmasındaki sihirli formül. Adanalılar hangi siyasi cepheden olursa olsunlar Yılmaz’ın hiç bir filmini kaçırmazlardı. Gerektiğinde ona Allahına kadar da sahip çıkarlardı. Aidiyet mi diyelim, kimlik bütünleşmesi mi? Artık nasıl uygun görürseniz. Küçük Yılmaz’ın sünnet düğününe Ferdi Tayfur bile gelmiştir davet mavet olmadan, “Adanalıyık” diyen dünya kadar insan da. İşte böyle bir Yılmaz’dır seyircisinin bağrına bastığı: Adana, Siverek, Mersin, İzmir, Ankara, İstanbul, Muş, Urfa, Diyarbakır ve ülkemizin tüm illerini kapsayan ve sınırlarını da aşan bir katılımla. Bu da herkese nasip olmaz.
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|