|
|
KİBİRLİ GÜÇ ZEHİR - ERDEMLİ BİLİM PANZEHİRKategori: Felsefe | 0 Yorum | Yazan: Mustafa Alagöz | 11 Nisan 2024 07:57:37 İki artı iki kaç eder sorusuna dört eder dışında, çok sayıda yanıt verilebilir; ancak “dört eder” dışındaki tüm yanıtlar boştur. Matematiksel bir gerçeklik yoruma açık değildir, başka bir ifadeyle matematiğin yöntemi ve vardığı sonuçlarda “sana göre-bana göre” esnekliği yoktur; çünkü matematiğin kullandığı sayılar, simgeler ve şekiller duyusal nesneler değil. Duyusal olmayan ögelerin algısal karşılığı yoktur; burada algıdan kasıt, duyu organlarımızın uyarısı ile zihnimizde oluşan imgelerdir. Algılarımızın oluşmasında hiçbir hükmümüz yoktur. Şöyle ki; kırmızı bir rengi gözüme yeşil gör diyemem, kulağıma bir kuş sesini aslan kükremesi gibi duy diyemeyeceğim gibi.
Algılarımızı zihnimizde oluşan imgeleri ilişkilendirmeye başladığımızda aklın işlevi devreye girer. Zihnimizde oluşan imgeleri düşünce yoluyla birliğe getiririz. Bu aşamada duyusal algılar aşılmış olurlar. Algı çokluğunu bilinçte birliğe getirmek her insanda aynı olamaz. Çünkü her insanın kendine göre kavrayış ve gözlem derecisi farklıdır; ayrıca önyargılar, beklentiler, ilgi alanları ve amaçları başka başkadır. İnsanlar arasında “sana göre-bana göre” ölçüleriyle değerlendirmelerde bulunmalarının nesnel temelini bu ve benzeri etkenler oluşturur. Nesnel (doğa) bilimleri ve istatiksel verilerle çalışan sosyal bilimler bu “görecelilik” ölçüsüne belirli alan açar. Doğa bilimleri deney-gözlem-ölçü yöntemiyle, sosyal bilimler ise istatistiksel veriler yoluyla ortak bir kanı oluşturma gücüyle bu “göreceli” yaklaşıma sınır koyar. Tinsel alanda durum böyle olamıyor; felsefe, sanat, hukuk, politika, adalet, hak, güzellik, iyilik gibi kavramları sayısal olarak ta, laboratuvar deneyleriyle de ölçümünü yapamayız. Herhangi bir şeyin varlığından söz etmek, onun kendine özgü nitelikleri, diğer şeylerden ayrımları, ilişkileri ve dirençleri var demektir. Bunu yapabilmemiz bizi gündemimize aldığımız nesne ve olguların bilgisine götürür. “Bilmek yapabilmektir”; insan böylece kendini ve dünyasını yapılandırma sorumluluğunu yerine getirebilme gücünü elde etmiş olur. Sorumluluğu ancak özgür irade sahibi olan üstlenebilir. Her şey doğal-zorunlu- yasallıkların hükmü altında varlıklarını sürdürür. İnsan doğal zorunluklardan bağışık değil, ancak zorunluğun bilinciyle “zorunlu” alanın olanaklarını kullanarak doğada olmayan, doğaya aşkın bir dünya kurabiliyor. Bu durum insanların ve toplumların; keyfi olarak yanlışı, haksız olanı, kötüyü, zulmü ve yıkımı da yaşatmasına olanak sunuyor. Tarihsel süreç, olgular ve biriken deneyimler zamanla “iyinin”, “hakkın”, “doğru olanın” hep kendi karşıtını doğurarak gerçekleştiğini, kötü olanın üstesinden gelmenin yollarını bulduğunu gösteriyor. Hak olana, doğru ve iyi olana alan açtığı gibi kazanımlarını da güvence altına almanın kurumlarını oluşturuyor. Elbette eşitsizlikler, haksızlıklar, kötülükler yeryüzünden silinmeyecek; fakat bunların nasıl önleneceğinin, yayılmasını engellemenin yolu bulunuyor. İnsanın doğasında bulunan yenilmez ve yok edilemez özgürlük tutkusu ve onun edimselleşmesinin zorunlu itkisi bunun garantisini veriyor. Bunun en güçlü kanıtı, kurtuluş savaşı ve onun ürünü olarak bize armağan edilen bağımsızlığımız, evrensel değerleri kendine rehber edinen cumhuriyetimizin verdiği özgüven ruhudur. xxx Son dönemlerde ülkemizin gerçeklerine bu bağlamda bakarak yaşadığımız kötü, tahripkâr süreci değerlendirebiliriz. Türkiye, Erdoğan liderliğinde geçirdiği 20 yılı aşkın bir sürede cumhuriyetimizin, demokratik kazanımlarına karşı, intikamcı heveslerin dirençleri ve saldırılarıyla yüz yüze geldi. Tarihte yeni bir hayata yol açan kazanımlar, kazandığı mevzileri sağlam zeminlere oturtmada gecikirse, geçmişin kötücül kalıntıları çatlaklardan tekrar içeri sızabiliyor. Son yıllarda ülkemizin her alanda yaşadığı tahribat, çöküntü ve yozlaşma sadece güncel haliyle değil tarihsel olguları anlamlandırabilmemiz için bolca malzeme verdi. Bu sürede bilimden ve akıldan uzaklaşmanın toplumda her alanda ne kadar derin tahribatlara yol açtığının kanıtları ile dolu. Bilim ve bilimsel kurumlar toplumun aklı, hukuk ve hukuksal kurumlar toplumun vicdanı, siyaset ise toplumun iradesidir. Toplumsal alanda ne kadar akılcı ve gerçekçi ilkeler belirlenirse belirlesin bunların yaşama aktarılması organize örgütlü bir gücün iradesiyle olur, söz konusu bu güç ise sistemleşmiş kurumlar bütünü olan devlettir. Kurumlar, elinde onu kullanma yetkisi olan sorumlular tarafından kullanılır, yani iş tutar. Kurumların ve onu kullanan sorumluların denetlenebilmesi demokratik ve uygar bir yaşam için vazgeçilmez bir koşuldur. Bunun yolu şeffaf, hesap verilebilir, bedel ödetilebilir yönetsel mekanizmaların varlığından geçer. Eğer böyle olmazsa; her türlü çürümenin, yozlaşmanın, haksızlığın kapıları sonuna kadar açılmış olur. Bir başka çürüme kaynağı da ideolojikleşmiş zihinlerin yönetsel gücü ele geçirmesidir. Böylesi bir anlayış, yaşamın güncel ve geleceğe dönük taleplerini, yaşamın kendi doğasına göre değil, ideolojik takıntıları ve dayatmalarıyla sorunları çözmeye çalışır. İnsanların ve toplumsal gelişmelerin talepleri, ideolojik kalıplarına uymadığı zaman yönetici otorite dayatmalara, baskı ve yasaklara başvurmakta sakınca görmez; zorbalıklarını tartışmasız olarak onayladığı, kutsadığı ön kabulleri üzerinden acımasızca dayatmaktan çekinmez. Hukuksal düzenlemeler, ekonomik uygulamalar, yönetsel kararlar, “ben talimat veririm uyulur, emrederim yapılır” biçiminde olursa, bizi bugüne getiren tahribatlar, yoksulluk ve yolsuzluklar batağına düşmekten başka yol olamazdı elbette. xxx Erdoğan “kültür alanında iktidar olamadık dedi, eğitime el attı: Üniversiteleri kayyum yönetimine hapsetti, dindar nesiller yaratacağız dedi, köşe bucak cami yaptırmakla ahlaki değerlerin yükseleceğini sandı. Peki, insanların birbirine karşı özen ve saygıları mı gelişti? Doğaya, hayvanlara karşı duyarlılıkları mı arttı? Tarikatlarda küçücük çocuklara cinsel istismarlar mı önlendi? Öldürülen kadın sayısında düşüş mü oldu? İmam hatiplerin sayısını çoğalttı…. Peki sonuç? Tam bir tahribat; deistler çoğaldı diye feryatlar yükseldi, üniversite sınavlarında Türkçe okuduğunu bile anlayamayan nesil ortaya çıktı, üniversitelerde bilimsel makale üretimi giderek azaldı vb. Akla ziyan ekonomik kararlarla ülkeyi her alanda derin bir krize sürükledi. “Faiz sebep enflasyon neticedir” gibi deli saçması bir söylemle ülkeyi yoksulluk çölüne çevirdi. “Nass var nass, sana bana ne oluyor” diyerek kararlarına karşı çıkanları azarladı. (Nas; Kuran’ın son suresidir. Nass: bilinen, açık ve kesin olan, ilahi emirmiş gibi kabul edilen anlamında) Enflasyon-faiz ilişkisini böylesine “dahice” bir iddiasını uygularken şöyle haykırdı: “faiz düşerse enflasyon da düşer”. “Bu can bu bedende olduğu sürece faizlerin yükseltilmesini benden beklemeyin”. Ama ekonominin de kendine göre evrensel yasaları, pratik uygulama biçimleri var. Bu saçma, akıl dışı uygulama “ben ekonomistim” boş iddiasını gülünç duruma düşürdü, böyle olacağı ayan-beyan belliydi. Bütün çıtaları kırarak yükselen faiz oranları, denetimden çıkmış enflasyon artış oranları, utanç verici yoksulluk koşulları gibi sorunlar her şeyi bilen kibirli hal, “nefsini ilah edinmiş” Erdoğan’ın kucağında bir ateş topu, yoksulluğun ve açlığın ağır yükü de milyonlarca insanın sırtına yüklendi. Yükselen döviz fiyatlarını dizginlemek adına merkez bankası döviz rezervleri kamu bankaları üzerinden arka kapı satışlarıyla eritildi. Yetmedi davullu-zurnalı kutlamalarla sokakta sevinç gösterileri ile kur garantili döviz mevduatına geçildi: KKM (KeKeMe). Daha önce denenmiş, 1974’te denenmiş 1978 bitirilmiş olan DÇM’ın (dövize çevrilebilir mevduat) bir kopyası olarak devreye sokuldu. 1989 yılında Turgut Özal bu uygulama için “bilgisizlik vesikası” demiş, devamında da “inşallah gençlerimiz bundan ders alır. Bir daha böyle hesapsız, kitapsız hatalar yaparak, gelecek nesilleri zor taşınan yük altına sokmaz”, diye uyarmıştı. Ülkenin aklı başında bütün ekonomistleri tekrar tekrar uyardılar, ama heyhat elini göğsüne vurarak “ben ekonomistim” diyen Erdoğan, ışıltılı gözlerle ve “epistemolojik bir kopuşla heteredoks” ekonomi üstadını bakan yaptı. Her şey daha da beter olunca bu sefer, İngiliz ajanı diyerek meydanlarda yuhalattığı Mehmet Şimşek’i geri çağırdı. O can o bedende duruyor ama faiz-enflasyon-döviz kuru döngüsündeki belirsizliğin henüz önüne geçilemedi. Bunlar hepimizin bildiği, yaşayarak deneyimlediği gerçekler. Bilimi umursamayan, akıldan uzak, ehil insanların fikirlerini ve deneyimlerini küçük gören “hep ben bilirim” hayaline kapılan bir anlayışın varacağı yer burasıdır. Farklılıklara şans tanımayan, eleştirel düşüncelere katlanamayan bir anlayış giderek kaskatı kesilir. Tarih; aklın ve bilincin genel olarak tinsel dünyamızın sahnesi gibidir. Bu sahnede hep özgürlük ve hak arayışının direnişlerini görürüz. Uzak ve yakın geçmişe bakmadan edemiyoruz. Bu ilgi geçmişte olup bitenlerden haberdar olmak için değil, geleceği inşa etmek adına evrensel değerler bulmak sorumluluğu ve tutkusuyla olmalı. Olması gereken oluyor; yine özgürlük tutkusu, hak arayışı, hakkın ve adaletin mutlaka üstün geleceği ilkesi kendini gerçek kılar; ülkemizdeki son politik gelişmeler bunu kanıtlıyor.
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|