Köyevindeydik. Mayıs ayıydı. Havalar güzeldi. Bahçeye diktiğimiz ilk meyve ağaçı olan kiraz mayıs ayında, “Le Temps de Cerises” ( Tükçeye “Kiraz Zamanı” biçiminde çevirmek daha yerinde olacak sanıyorum) gelince, cömertçe meyvesini sunuyordu. Her yıl on-onbeş kilo kiraz. Dolgun, kıpkızıl, bordo, neredeyse siyah, hatta simsiyah kiraz-lar. Ağzınıza layık. (Naci tam senlik, bidakka konuya giriyorum, meraklanma, acele etme. Bir ricam da olacak zaten.)
Bir gün önce bahçede ağaç turu yaparken tadına baktığım kiraz şekerli, yenilmeye (yemekten) hazırdı. Eşime toplayalım mı dedim. Yarına kalsın dedi. Pekiledim.
O akşam üstü, akşam serinliğinde, köy kilisesinin çatısının bize bakan yüzünün tamamı serçelerle doluydu. Ne oluyor, ne var? Bir parça pirelendim. Genel kurul yapıyorlar sanki, aptala malum olur, bir şeyler (ama ne?) hazırlıyorlar diye içimden geçirdim.
Akşam yemeğinde eşime yineledim. Bu akşam güneş çekilmeden toplayalım kirazları dedim bir daha. Yine hayır dedi. Tek başıma toplamak mümkün değil. Kiraz ağacı dev, dal budak gökyüzüne tırmanıyor.
Ertesi gün öğlen yemeği öncesinde şeytanın ittirmesi üzerine kilise çatısına bir göz attım yeniden, serçe sayısı artmış sanki. Komşu köy, kasaba, orman ve mormandan koşan pardon uçan gelmiş.
Kiliseye ve köye bir sessizlik çökmüştü.
Komşumuz emekli dede, deneyimi derya, düşünmekle zamanı geçiren, yani sözüne güvenilir demek için, geçmiş yıllarda serçelerin Şato’nun kirazlarını nasıl bir öğleden sonra, birkaç saat içinde bitirdiklerini anlatmış, bu iş sanki bir “razzia” (tepeleme yağma) gibiydi ve “Mösyö Güzel bunu bir yere not edin” demişti. Not ettim ve işte burada size de aktarıyorum. Not etmek sırası sizde. Serçeleri es geçmeyelim.
Eşime gel güzelim alışveriş için kasabaya gitmeden önce kirazları toplayalım sonra süpermarkete gideriz dedim.
Yine hayır cevabı üzerine eşime Büyükelçi’nin anlattığı hikayeyi hatırlattım.
“Paranoyak” damgasını yedikten sonra küstüm. Somurttum.
Saat14.30’da otomobile atladık kasabaya alışverişe gittik... Alış-veriş, sosyolojik incelemeler, siyasi ve tarihi irdelemeler ve daha birçok vesaireden sonra, iki belki üç saaat sonra döndük. Aptala malum olur-bis, otomobilden inince çantaları eve taşımadan önce kiraz ağacına koştum:
Gerçek bir talan bu. Tek kiraz kalmamış. Yeşil kirazlar ağacın dibinde göz yaşı döküyor. Serçeler ise ortalıkta görünmüyor. Kilisenin çatısında da tek serçe yok. Hepsi dağılmış. Toplu firar sanki.
Peki helal olsun. Ama serçeleri bir noktada, temel ve tayin edici bir noktada eleştiriyorum:
Paylaşmayı bilmemeleri noktasında.
Oysa behçemizde herkese yetecek kadar her şey var: Üç elma ağacımız var bahçemizde, altı-yedi erik, bir kayısı, bir şeftali. Elmaları, kaysıları, erikleri, şeftalileri paylaşıyoruz: Böçeklerle, karacalarla, sincaplarla, tavşanlarla... arılarla, karıncalarla, köstebeklerle, her türlü fare ve mare ile, yılanlarla, ve en başta serçeler de dahil bütün kuşlarla...
Bazen hediye niyetine misafirliğe gittiğimizde de götürüyoruz: Ramo’lara, Naci’lere, Deniz’lere, Aykut’lara, Fayo’lara, Zülo’lara, Selahattin’lere, Mehmet’lere... Kimse tanımaz diye Fransızları, Almanları, Belçikalıları, İngilizleri, İspanyolları, Afrikalıları saymıyorum. Ama hepsinden rica ediyorum: Serçelere paylaşmayı öğretin.
Şimdi tam sırasıdır işte. Sizden de rica ediyorum: Serçelere paylaşmayı öğretiniz. Başka çaremiz kalmadı çünkü. PAY-LAŞ-MAK dışında.
“Kiraz Zamanı” yaklaşıyor. Yeniden. Evet yeniden ve umutla. Haydi hep beraber. Paylaşmak ve paylaşmayı öğretebilmek, kalıcılaştırmak üzere.