|
|
TARİHSEL KİŞİLİKKategori: Felsefe | 0 Yorum | Yazan: Mustafa Alagöz | 02 Ocak 2024 00:15:23 Tarihsel kişiliğin niteliklerinin anlaşılması tarihin ve tarihsel sürecin ussal olarak kavranmasının anahtarıdır. “Dünya-tarihinin bireyleri de kafalarına taktıkları şeyi değil, doğru ve zorunlu bir şeyi istemiş ve meydana getirmiş, içlerine doğan şeyin zamanı gelmiş ve zorunlu bir şey olduğunu bilen kişilerdir... Gerçekleştirdikleri geneli kendilerinden yarattılar, ama bulgulamadılar, çünkü o hep vardır; yalnızca onlar ortaya çıkarmak onuruna erdiler.(Hegel)
Aklın yasalı-ilkeli kavrayışı, varlığın genel yasallığına uygunluk olduğu anlamada, varlığın tüm form ve mertebelerini onlar kendinde nasılsa öyle olduklarını içten kavrar. Olguyu ve sürecini içlerindeki potansiyeli oraya koymanın tutarlı yoludur. Peki!, bunun pratik yaşam açısından önemi nedir? Buna ilk elden hemen şöyle yanıt verebiliriz: Yaşamı inşa etmek, geleceği şimdiden kurmak için temel oluşturmak; “en yüksek iyiye” (özgürlüğe) giden yöntemlerin düşünsel yetkinliğini oluşturmak… “irfanı-fikri-vicdanı hür” bir anlayış yaratmak. Bu söylediklerimiz cumhuriyetimizin 100. Yılında bizi buraya taşıyan devrimleri ve onun arkasındaki yapıcı-kurucu aklı anlama-anlamlandırma çabasıdır. Amaç, Hegel’in, daha doğrusu Kurgul-Tevhidi bilincin mantıksal tutarlığının edimselleşmesinin göstergesi anlamında, bunu kendi şahsında karakter haline getirmiş Atatürk’ü ve devrimleri anlamaya yönelik bir bakış açısı sunma girişimidir. Yukarıda hegel’den yapılan alıntıya koşutluk sunan Atatürk’ün şu sözlerine kulak verirsek; “beliren ulusal savaşın tek amacı yurdu yabancı saldırganlardan kurtarmak olduğu … doğal ve kaçınılmaz bir tarih süreci idi… bu kaçınılmaz tarih akışını ilk ben de gördüm ve sezinledim. Ama baştan sona bütün evreleri kapsayan sezgilerimizi ilk anda bütünüyle açığa vurmadık ve söylemedik…. Başarı için uygun ve güvenilir her evreyi vakti geldikçe uygulamaktı. Ben ulusun vicdanında ve geleceğinde sezdiğim gelişim yeteneğini bir ulusal giz gibi kendi vicdanımda saklayarak yavaş yavaş bütün toplumuza uygulamak zorundaydım.” “Zor”, tarihte dönüştürücü bir işlev görür. Engels’in dediği gibi; “Zor, yeni bir topluma gebe olan her eski toplumun ebesidir”. “Zor” kavramı sadece şiddet olarak görülemez, ama öz olarak bir dayatma olarak kabul edilebilir. Eskinin köhnemiş, yozlaşmış, çürümüş, tarihsel olarak yok olma noktasına gelmiş kurum, düşünce, inanç, gelenek gibi kalıntılar direnç göstermekten geri kalmazlar. Yeni doğan dünyanın kazanımları henüz yaşama yansımadığı ve onlar yeterince kurumsallaşmadığı için bir “Araf” sürecinden geçmek tarihsel bir zorunluk olarak kendini dayatır. Kaygan bir zemin olan bu aşama kendinde uygun kahramanı doğurur da. Bu önderlik çürümüşlükten yeniden doğuşa; köhnelikten sağlamlığa, bağnazlıktan ve zorbalıktan çıkıp özgürlüğün, bağımsız ve onurlu bir yaşamın temelini kurarlar. Dönüşümün yönlendirici iradesinin kararlı ve tutarlı tutumları da “en üst ereğe; özgürlük ve bağımsızlık idesini ilke edinmiş olmaları bunun koşuludur. “Dünya -tarihinin bireyleri gerçekte insanların gönlünden yatan şeyin yolunu çizmişlerdir… ama onların durumunu ayrı tutmak gerekir. İlerleyen büyük bir kişilik, yolunun üzerindeki bazı suçsuz çiçekleri ezer, ezmek zorundadır da.” (HEGEL) Tarihe ve insana özgü özsel belirlenimler, toplumsal sürecin ve sosyal bir varlık olarak insanın anlaşılmasının da ölçütü olurlar. Özne olmak beşerlikten insanlığa sonsuz bir yolculuktur. Bu yolculuk her bireyin kaçınamayacağı bir yolculuktur; tekil her beşer kendi insanlaşma serüvenini kendisi yaşar ve kendisini var eder, fakat hazır bulduğu toplumsal koşullar içinde. Herkes kendi bireysel yaşamının kahramanıdır, ama tarihsel kahramanlar (bireyler) yaşadıkları dönem içinde tüm toplumun bireylerinin iradelerini ve özlemlerini kendi şahsında birleştirmiş ve onu karakteri kılmış olanlardır. Onlar yaşadıkları dönemin seviyesine uyum sağlamaz, tersine o tarihsel koşulları kafalarına koymuş oldukları hedefe taşımak tutkusuyla davranır ve yaşarlar; bu yolda zor uygulamaktan çekinmezler, çünkü ayakta kalma şansını kaybetmiş bir hayatı tüm çöplüğü ve yıkıntıları ile ortadan kaldırmak zorundadırlar: bu aşamada herkesi ikna etmek ve rızasını kazanmak gibi bir ikircime düşmezler. Hakikat zamana ve mekâna aşkındır, onun için farklı söylem biçimleri ya da düşünce disiplinleri üzerinden de kendi kendini ortaya koyar. Dostoyevski “Suç ve Ceza” adlı eserinde bir kahramanını şöyle konuşturur. 31 Ekim 1922 günü, Osmanlı egemenliğinin kaldırılmasının zorunlu olduğu üzerinde görüşmeler yapılırken; Anayasa, Diyanet İşleri ve Adalet Komisyon arasında anlamsız çekişmeler üzerine söz alır, şöyle; “Diyanet Komisyonları hoca efendiler… Halifeliğin Padişahlıktan ayrılamayacağını savundular… Biz, çok kalabalık olan bu odanın bir köşesinde tartışmaları dinliyorduk. En sonunda Komisyon Başkanlığından söz aldık. Önümdeki sıranın üstüne çıktım. Yüksek sesle şunları söyledim. Efendiler, egemenlik hiç kimsece, hiç kimseye, bilim gereğidir diye görüşmeyle, tartışmayla verilmez. Egemenlik güçle, erkle ve zorla alınır. Osmanoğulları zorla Türk Ulus’unun egemenliğine el koymuşlardır. Bu yolsuzluklarını altı yüz yıl sürdürmüşlerdi. Şimdide Türk Ulusu bu saldırganlara artık yeter, diyerek bunlara karşı ayaklanıp egemenliği eylemli olarak kendi eline almış bulunuyor. Bu bir olupbittidir. Söz konusu olan Ulus’a egemenliği bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız sorunu değildir… Bu ne olursa olsun yapılacaktır. Burada toplananlar, meclis ve herkes sorunu doğal bulursa sanırım uygun olur. Yoksa, gerçek yine yöntemine göre saptanacaktır, ama belki birtakım kafalar gidecektir.” Tarihte devrimsel nitelikli dönüşüm yapanlar, tutkularını “özgürlük-bağımsızlık” gibi evrensel idelere bağlayarak ulusal sorunları ussal yöntemlerle kavrayıp günün gerçeklerine uygulamakla yıkılmaz bir direnç kazanırlar. Ereğe ödünsüz bağlılık, cesaret, başeğmez kararlılık, olabilecek her türlü özveriyi göze olmak tarihsel kişilerin karakteri haline gelir. Bu noktada onlarda herhangi ikircim, sarsıntı ve umutsuzluk olmaz. “Halkın egemenliğinin elinden alınması dış şiddete bağlı gözükür. Ancak bu dış şiddet görünüştedir: Hiçbir güç, halk-tini zaten kendiliğinden canlılığını yitirmiş, ölmüş olmadıkça, ona kendini onu yıkarak kabul ettiremez.” (Hegel) 1919 yılında Atatürk’le görüşen Amerikalı General Harbord sorar: “Ulus, düşünülebilen her türlü girişim ve özveride bulunduktan sonra da başarı elde edilemezse ne yapacaksın? Yanıt çarpıcıdır: “Bir ulus varlığını ve bağımsızlığını korumak için düşünülebilen girişim ve özveriyi yaptıktan sonra başarır: Ya başaramazsa demek, o ulusu ölmüş saymak demektir. Öyle ise, ulus yaşadıkça ve özverili girişimlerini sürdürdükçe başarısızlık söz konusu olamaz. Marks da şunu söyler: “bilinç kitlelere mal olduğunda maddi bir güce dönüşürler” Uluslar yarattıkları kültür ve uygarlık değerleri, geleceğe yönelik umutları ile vardırlar. Kendi değerleri, varlıkları tehlikeye girdiği zaman, ya da yaşamları dayanılmaz ölçüde katlanılmaz hale geldiğinde, kurtuluş için onları yenilmez kılan umut, özgürlüğe ve bağımsızlığa olan bağlılıklarıdır.
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|