|
|
TARİHSEL İNSANKategori: Felsefe | 0 Yorum | Yazan: Mustafa Alagöz | 01 Ocak 2024 12:57:05 Hiçbir insan doğada tek başına kendi varlığını koruyamaz, yaşamın devamlılığını sağlayamaz; Bireysel-doğal donanımı buna yeterli olmadığı için toplu halde yaşamak zorundadır. Birlikte yaşamak farklı çıkarların, ilgilerin, amaçların olduğu bir ortamdır. Farklılıkların olduğu böylesi bir ortam ne denli çatışmalar, çekişmeler, karşılıklı kıyımlarla dolu olsa da bir arada olmak zorunluğu ortadan kalkmaz. Hem çatışmalı-çekişmeli, hem de zorunlu birliktelik olumsuzmuş gibi görünse de özünde devindirici-dönüştürücü bir tarihsel enerjidir de…
Her şeye rağmen birlikte yaşamak, yaşamın ayakta kalması, devamlılığı ve güvenliği için birtakım kuralları, gelenekleri, ahlaki değerleri ve bunları belirli ilkelere dönüştürüp kurumlar eliyle uygulamayı da zorunlu kılar. Kişisel, geleneksel, kurumsal, vd. her türlü ilişki birden fazla ögenin varlığını gerektirir. “İlişki bağımsızlığın olmsuzlanmasıdır “; bu, tarafların yok edilmesi değil, kurulan bağlantının yapısına ve düzeyine uygun olarak varkaldıklarını söyler. Bireyler arasında kurulan en sade ilişkiler bile kendi düzeylerine göre tinsel bir ilişkidir, çünkü düşünsellik taşır. Düşüncenin olduğu yerde öznel seçimler, keyfi davranış ve eylemler de olanaklıdır. Nüfus artışıyla, gereksinimlerin çeşitlenip derinleşmesiyle birlikte yaşamın kendi içinden düzenlenmesi de yeni yeni kurallar, ilkeler ve kurumların oluşturulmasını gerekli kılar. Bunlar doğada bulunmazlar, ancak düşünsel belirlemeler, iradi kararla tasarlanmış amaçlarla var edilirler; tinseldirler, süreklidirler. Hep birlikte yaşamın zorunluluğu bu sürekliliğin tarihsel bir süreç olmasının temellini oluşturur. Süreçler dizgesel bağıntılar ve aşamalar bütünüdürler; her aşamanın birikimlerinin evrensel olanlarının bir sonrakine aktarılması şeklinde tarihsellik kazanmış olurlar. Bu, tarihin kendisidir. Ancak tarihin temel dönüştürücü enerjisi nedir, sorusu da insanın özsel yanı nedir sorununda olduğu gibi verilen yanıtlar da çeşitli olagelmiştir. Bu soruya doyurucu yanıt Kurgul (tevhidi) düşünceden gelmiştir. “Tarihe us kurgul düşünceyle girmiştir”: tarih tinin kendini gerçekleştirdiği sahnedir. Tarihi ve onu yaratan özneleri anlamak tinin doğasını anlamakla mümkün olabilirdi: “tinin tözü özgürlüktür” ki, merkezinde düşünce bulunur. Bu belirleme tarihi ussal olarak anlamamızın yolunu açmıştır. Yakından bakıldığında insanlık tarihindeki düşünsel, inançsal, bilimsel, teknolojik çabaların ereğinde özgürlük olduğu görülür. Tarih tinin kendini sergilediği sahnedir, ama sahnede edimselleşen de özgürlüktür. Tin kendi içsel tohumunun meyvesini özgürlük olarak ortaya koyar. *** Tarihsel özneler de özgürlüğü, adaleti kendi vicdanlarında duyumsayıp hayata geçiren kişilerdir, tarihin yaratılmasının önderliğini yapan kişilerdir. Tinin evrensel değerlerinin vücut bulmuş somutluk kazanmış halleridir. “Tarihi anlamak demek insanların dehalarını, etkin yetilerini ortaya sermek demektir. .” Daha yüksek geneli kavrayan, onu kendilerine amaç yapan, tinin daha yüksek kavramına karşılık olan ereği gerçekleştirenler, dünya tarihindeki büyük insanlardır. Bu açıdan bu bireylere kahramanlar denilmelidir.”(Hegel.) Burada özsel olan “büyük insan” değil, onların büyüklüğünü oluşturan temelin, “daha yüksek genelin” kavranmış olması ve ona karşılık gelen ereğin ilke edinilip gerçekleştirilmiş olmasıdır. Hiçbir hakikat ehli hakikatten, hiçbir tarihsel kahraman onu büyük kılan erdemlerden daha önde değil; onları büyük, kahraman, özel ve özgün kılan şey hakikatleri, erdemleri kavramış, sorumluluğunu vicdanlarında duyumsamış kısaca bu nitelikleri karakterleri haline getirmiş ve bu sorumlulukla insanlığın önüne çıkmış olmalarıdır. Hakikatler tinin özsel gücü, bireysel tutkular ve eylemler yoluyla hayat bulurlar. Tinin en yüksek geneli (mutlak özgürlük idesi) kendi kahramanlarını bulur, kahramanlar hakikate, tinin yüksek ilkelerine hayat verirler, gerçeklik kazandırırlar. Tarihi ve tarihsel kişilikleri anlamaya çalışırken bu karşılıklı bağıntıya dikkat çekmek önemsenmeli. Neden? Tarihsel dönüşümlere, genel olarak hangi alanda olursa olsun insanlık değerlerine katkı sağlamış, onu yükseğe taşımış bireyler toplumca değer görür ve saygıyla anılırlar. Ancak onların O olmasını sağlayan değerler ikinci dereceye düşürülürse buradan kişi kültü, onu ilahlaştırma tutumu doğuyor. Onların anlayışlarını, fikirlerini, insanlığa sunduğu tinsel mirası anlamanın yolunu kesiyor. Giderek bir düşünsel donukluğa ve kalıpçı, ışıltılı ama içi boş kopya söylemlerin çoğalmasına alan açıyor. Bireysel yüceltmelere gömülmüş akıllar, o akıl sahiplerini yani yücelticileri kendi yetilerini ve akıllarını kullanma gayretinin bir yana bırakıp “İlahına” biat etmeye, iradesini başkasına teslim eder duruma düşürüyor. Atatürk’ten: “Bir adam ki büyük olmaktan bahseder, benim hoşuma gitmez. Bir adam ki memleketi kurtarmak için evvela büyük adam lazımdır der ve bunun için bir de kendine örnek seçer, onun gibi olmayınca memleketin kurtulamayacağı kanaatinde bulunur; bu, adam değildir.”. Büyük odur ki hiç kimseye iltifat etmeyeceksin, hiç kimseyi aldatmayacaksın, memleket için hakiki ülkü ne ise onu görecek, o hedefe yürüyeceksin, herkes senin aleyhinde bulunacaktır, herkes seni yolundan çevirmeye çalışacaktır. İşte sen bunda mukavemeti yok eden olacaksın, önüne sonsuz engeller yığacaklardır, kendini büyük değil, küçük, zayıf, vasıtasız, hiç kabul ederek, kimseden yardım gelmeyeceğine inanarak bu engelleri aşacaksın. Ondan sonra sana ‘bu yüksek’ derlerse, bunu diyenlere de güleceksin! (a.g.e:. Cilt 3, S.28. Hatıra defterinden.) Hz. Muhammed ;“Ben de sizin gibi bir beşerim”; Atatürk “elbet benim naçiz vücudum da bir gün toprak olacaktır… bilmek benim fikirlerimi bilmektir”; Newton “ben benden önceki kahramanların omuzları üzerinde yükseldim”, dediler. Onlar hakikati kendilerine mal etmeyen, onların ilkeselliği altında onlara hizmet edilebileceğini bilenlerdir. Tinin evrensel değerleri-tarihsel gerçekler-tarihsel kişiler nesnel ve somut bir varlık olarak insanlığın mirası ve önderleri olurlar. *** Evrenseller salt düşüncelerdir, ama keyfi değil zorunluluk içerirler; öyle soyutlukta kalamazlar, soyut içeriklerini somut nesnellik olarak edimeselleştirmeleri gerekir, yoksa anlamsız boş söylemler halinde kalırlar. Bu halleriyle, yani soyutlukları ile kendi içerikleri tarihsel koşullara bağlı olarak uygulanmazsa dönüştürücü güçlerinin gösteremezler. Bir ilke soyut olarak önce düşüncede belirir ve bu anlamda evrenseldir. Ancak evrensel olan kavram olma doğasını da taşır, zorunlukta içerdiği için. Zorunluktan kasıt; edimselleşmesi, nesnel olgu haline gelmesi, herkes için geçerli genellik taşıyor olmasıdır. Evrensel ancak bu yolla edimsellik karakterini gerçek kılar ve yaşama yol açıcı olabilir. Öte yandan, zorunluk ve edimsel yasallık bağından koparılan evrensel “düşünce, ilke ve tasarımlar”, koşullara uyarlanarak gerçekleştirileceğine koşullara kendini dayatmaya döner. Çünkü burada uygulamaların koşulları göz ardı edilir, yaşamın aşamalı bir süreç olduğu görülemez. Bu tarz uygulamalarının acı deneyimlerini insanlık yaşadı, hem de milyonlarca insana zulüm ve ölüm getirerek. Evrenselin soyut söyleminde kalmak, yaşamın gerçekliğine değil soyut söylemlerin hayalinde yaşar; kabul görmeyince bağnazlaşıp dayatmaya, giderek baskı ve zulüm uygulamakta sakınca görmez: onun ‘kutsal’, ama içeriksiz “düşünce ve önyargılı varsayımları”, kendini haklı göstermenin her derde deva hazır, sihirli, ama giderek ıstırap veren ilacını kullanır; bir zamanlar zulme karşı dururken gücü ele geçirince bir zalime dönüşür Stalin’inin 1920’li yılların sonunda başlattığı kollektifleştirme uygulaması, Mao’nun 1950’li yılların sonlarına doğru topluma dayattığı “İleri Doğru Hamle” … başarısızlığa uğrayınca bunun bedelini milyonlarca insan canıyla ödedi. İdeolojik ilkeye bağlılık; günümüzde ise demokrasi ve insan hakları gibi demagojik ikiyüzlülükler de sözüm ona o boş “Evrenselliğin” nelere yol açtığını bize gösterdi: Tarihsel deneyim olarak.!
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|