A Yorum
  Acilis Sayfasi Yap Sik Kullanilanlara Ekle  

   
A yorum Kurum
iletisim
login
yayin ilkeleri...



yazi dizileri

Yazı karekteri : (+) Büyük | (-) Küçük

Kuru Otlar Üstüne

Kategori Kategori: Sinema | Yorumlar 0 Yorum | Yazar Yazan: Berna Kayra | 02 Ekim 2023 09:46:28

Çocukluğumuzdaki yazlık sinemaları saymazsak sanırım annemle sinemada birlikte izlediğim ilk film “Kuru Otlar Üstüne” oldu. Benim için her zaman apayrı bir yeri olacak. Bir cep sinemasının iki kişilik koltuklarında oturup, insan yüzlerinde, yaşadığı coğrafyanın izlerini görerek büyülendiğim ilk karede, içimden “Ahh keşke annemle Süreyya Sineması’nda bir film izleseymişiz” diye geçirdim.



İngiltere’den döndüğümde, kafayı yemeyeyim diye babamın araya tanıdıklar koyarak vakıf üniversitesinde bulduğu iş, bütün yoğunluğu, öğretileri, zorlukları ve kazandırdığı farkındalıklar açısından çok şey kattı bana. Halkın bir kesimiyle ilişki kurmak (!), reklam ve pazarlama kampanyalarında çalışmak, seyahat etme ve çok farklı insanlarla tanışma olanaklarıyla beraber, Prof. Dr. Özcan Köknel gibi hocaların psikoloji yüksek lisans derslerinden faydalanmamı da sağladı. Üstüne üstlük çalıştığım departmanda hayatıma müdirem olarak girip, “hanım”lıktan “teyze”lik mertebesine geçerek, gurbetteki anneye dönüşen, hayatıma  birçok anlamın girmesine vesile olan Bodrum’da komşum olacak kadınla tanışmamı sağlayan bir iş de oldu. Bankacılıktan sonra üniversitedeki bu işimde, ego problemi olmayan, nazik biriyle çalışmanın farkını gösteren müdirem, bana yöneticiliğin zarafetle yapılabileceğini, birlikte çalıştığın insanları, istediğin işin mantığına ikna etmenin önemini de göstermiştir. Sadece ilim irfan yuvası olacağını sandığım üniversiteden ayrılıp, öğretmen olmaya karar verdiğimde, ellerimi avuçlarına alıp, ne yapıp ne yapmamamın iyi olacağı konusunda ricalarda bulunan büyükbabamın, ilk karnemi dağıtamadan öleceğini bilmiyordum. Yanında özellikle Türk İslam felsefesi ders notlarını çalışırken, Osmanlıca, Arapça kelimeleri anlamadığımda sözlük karıştırmama gerek olmadan karşılıklarını anlatarak beni çok desteklemişti. Telefonda geçmişinden birileri ile konuşmasa, yaşamına bakarak ülkenin doğu ve güneydoğusuna dair çok fazla bir iz bulamayabilirdiniz. Tabii belli bir şive ile anlattığı, ilkel koşulları olan bir dünyaya ait anıları dışında. Analarıyla büyükbabamın dilini konuşan çocukların diyarlarından birinde geçen film, büyükbabamın çayını kar gibi kıtlama şekerle içtiğini bildiğim bir yerde, karlar, kahırlar ve yokluklar altındaki bir köyde başladı.  Bütün çocuklar, buradan bakıldığında büyükbabam gibi bozuk bir Türkçe ile konuşuyorlardı. İstanbul’un en eskilerinden olan Rumların da Türkçesi İstanbul Türkçesi değildi.  İstanbul Türkçesi kime aitse…Doğma büyüme İstanbullu, Anadolu yakasının en nezih semtlerinden birindeki devlet okulunda, çok düzgün bir Türkçe ile konuşan, oklava ile dayak atarak terbiye veren bir ilk okul öğretmeninin öğrencisi olarak büyümüş olan ben, dilin kavramsal içeriğinin en çok, yaşanan yerin özelliklerine göre oluştuğuna aydığım bir kıvamdayım. Okumanın değil, okuduklarından anladıklarının diline yansıdığını da biliyorum. Herkese kendini ifade edemeyeceğini, kimseye anlamayacağı dilden konuşmamak gerektiğini, daha doğrusu herkesin her dilden anlayamayacağını, dilinden rahatsız olduklarınla da muhabbeti kesebiliyorsan kesmenin farz olduğunu, kesemiyorsan da yargılamadan, kınamadan ayrı dünyaların, ayrı insanları olduğumuzu kabul etmek gerektiğini düşünenlerden oldum. Biraz Herakleitosçu biraz Nietzscheci olduğum, elististlikle suçlandığım, gençliğimden beri ağır varoluş sıkıntılarımla en çok da varoluşçu yazarları sevdiğim doğrudur. Bu nedenledir ki derinleşeceksem buradan yürüyeyim isteyip, lisansın üzerine yüksek lisans okudum. (Özelde Sartre hakkında uzmanlık iddiası veya maaşı yükseltmek için değil) Onu da zaten, iki kere konu değişmemi, tez yazmam gereken zamanda dondurup yabancı bir ülkeye neredeyse kaçmamı, döndüğümde okuldan atılmış olup af beklememi, üzerine süründürüp, “on günde taslağın elimde olsun” diyen hocamın (afiyette olsun canım Cengiz Hocam, delidir ne yapsa yeridir!) “başlamışken bitirip getir” demesiyle iki ayakla bir pabuca girer gibi olmamı, çalıştığım okulda sağ olsun candan öğretmen arkadaşlarımın yardımıyla yazmayı- düzeltmeyi zar zor bitirmemi hatırlıyorum da, öyle kolay yapamadım. Savunmamda görev alan genç hoca hanım da “oy birliği değil oy çokluğuyla” tezimin kabul edildiğinin altını çizerek belirtti. Sanırım Heidegger’İn antisemit olduğuna yaptığım vurgu benden hoşlanmamasının nedenlerinden biri oldu. Oysa ben o bilgiyi bir tarafımdan uydurmadığımı kaynağıyla göstermeye çalışmıştım. Bir şişe pasiflora ve kabaran saçlarımı fönle düzleştirip gitmek özgüvenim için yeter sanmıştım. Ya da bir dal parlement sigarası. Özüne güvenmenin yolu, özünden gelerek yaptıklarına güvenmekmiş. Şurup da, saçlar da hikaye oldu. Zaten ne yapsam biraz eksiktir. İmza gibi içime sinmeyen bir iz bırakırım yaptığım şeylere. Sartre’ın en baba eseri olan Varlık ve Hiçlik kitabını İngilizce okuyamamayı dil öğrenmek için göçmeme bahane yapıp gittiğim, kendimi nice işin içinde bulduğum Londra’da geçirdiğim vakitler de bahsi geçen kitabı okuyacak kıvama getiremedi beni.  O kitabı okumadan adamın felsefesini anlatmaya kalkışmıştım. Hoş sonradan çevrildi ama hala da okumadım, sanırım anladıklarım bana yetti. Onun edebiyat eserleri de bu gece izlediğim film gibidir benim için. Kahramanlarına bakıp, bir insanın iyi mi kötü mü olduğuna asla karar veremezsin. Böylece iyiliği ve kötülüğü sabit, önceden belli, sonsuza dek kalıcı olarak işlemez karakterlerinde. İyi veya kötü kişi yoktur, iyi veya kötü davranışlar vardır. Niyetleri sorgulayan yerleri kahramanın dış sesi gibi itiraflarda bulunsa da, üçüncü kişiler için hep kafa karıştırıcıdır bir sonraki adımlar. Sonucu başkalarına zarar verdiği aşikar eylemleri fazlaca seçenlerin (kötü diyerek kestirip attıklarımızın), bir gün yaptığı beklenmedik bir şeyle de şaşırtabilir sizi yazar. Ya da seçimin neden illa iyi ya da kötü diye değerlendirilmesi gerektiğini sorgulatacak bir cümle ile de. Gözlerinde insana dair her türlü cehennemi gördüğünüz kişilerin de bir zamanlar çocuk olduğunu hatırlarsınız birden. Aklını fikrini sakat bulduğunuz, duygularının iğdiş edilmiş olduğunu hissettiğiniz, sizinle aynı pencereden bakmayan veya bakamayan, kendinizden aşağıda gördüğünüz insanlar, hatırlatıverir size, sizin de tüm üstün saydığınız yanlarınıza rağmen “bir insan kadar insan olan” yönlerinizi. Nuri Bilge Ceylan hem gördüklerimden hem duyduklarımdan kalbimi ve hafızamı hafif hafif çalkalatacak şekilde, yine büyük bir ustalıkla işlemiş insana dair birçok şeyi. İki hayvanını ölmek üzereyken iyileştiren veterinerin köpeğini vuran adam için, “insandır, yapar” dedirtir basitçe. Hem askerlerin veya yasadışı örgüt üyelerinin tarafından olduğunda, hem bir taraf olmadığında yaşamanın zorluğunu anlatırken, hayatta kalmanın değerini içki masasına koyduğu bir silahla pamuk ipliğine bağlar. Dostlarıyla içki içerken katile dönen adamların haberlerini anımsayarak, yüreğin ağzında izlersin bir sonraki hamleyi.

Filmin ilk diyaloglarının, bir öğretmenler odasındaki yapmacık ilişkiler ile başlaması da manidar oldu benim için. Nerede olduğunu unutturan haller, neye emek verdiğini önemsemekten vazgeçmiş tiplerle geçen ders araları, elinden geçen insanları ve hikayelerini basit bir konu veya düpedüz dedikodu malzemesine çeviren kutsal(!) mesleğimin her gün payıma düşeni yaşadığım kadarıyla ülke gerçekleri. Özel okulların ayrı, devlet okullarının ayrı öğretmen, öğrenci, idareci, veli dörtgeni ve bu dörtgenin içindeki sorunları ile cezaevi hissi. Kulede kararları birçok rakamı yan yana getirerek tebliğler dergisine koyarak kararlar alan en üst makamından, halkanın yemekhanede önüne nimeti uzatan parçasına kadar, mesleğimin bütün zinciri şıngırdayarak içimden geçti. Sana çanta ve üst baş arattıran ve bulduklarından yola çıkarak değerlerimizi ve kurallarımızı hatırlatan, ama bu değerler ve kuralların nedenlerini bir türlü tam olarak açıklayamayan tüm toplumsal sistemleri. Aile kurumunu, din kurumunu, askerlik kurumunu, eğitim kurumlarını ve her kesimin kafa yapısını düşündüren.

Saçlarımı kazıtmak gibi beklenene aykırı isteklerimin, belki farklı olma veya bir şeylere dikkat çekme  ihtiyacımdan olabileceğini görmek yerine, sırf bunu yapmama izin verdiği için kendini demokrat gören, eşleri dostları yadırgarsa bir şey demek zorunda bile kalmayan sevgili ailem, o eşin dostun, ya hasta olmuş veya kaza geçirmiş olabileceğimi; ya da mutlaka içinden çıkamadığım bir bunalım çukurunda olduğumu düşünmelerinden rahatsız olmazlardı. Lise ile orta seviyeli okul maceram bitmişti. Bir iki seneye kalmadı çevrenin sende açtığı yaraların, imkansızlıkların neden olduğu uyumsuzlukların adı da konuldu; “Depresyon”. Felsefe mezunu Göksel’in en sevdiğim albümünün popüler şarkısına konu bile oldu, “Unutulup aldatılan, sevgilisinden ayrılmış çok yalnız kızın” depresyonda olduğunu anlatan şarkısı. Bacağını kimine göre doğru kimine göre yanlış bir dava uğruna kaybetmiş genç bir kadının hataları, bir tek kendi sorumlu olduğu ve bir yanlış ya da becerisizlik gibi görülen depresyonu nedeniyle affedilebilirdi. Depresyonun neden olduğunun üzerine düşünülmesi, para karşılığında yapılmaya başlanmıştı benim zamanımda da. Ama bununla baş eden biri olmamak, sendeki bir güçsüzlük olarak her zaman senin sorumluluğundaydı. Bir nevi senin suçundu. Kimseye küsemeyen kendine küsecekti.  İnsan bazen tiksinti ile yola çıktığını zevk aldığı şeylere dönüştürebilirdi. Zevk aldığını düşündüğü şeyler de önemsizleşebilirdi. Öpüşürken yüzünü buruşturan tek bacaklı bir kadının bu seçimlerinin ahlaken başkalarınca nasıl görüleceği önemseniyordu da, sonuçlarının kendi kendine değerlendirilmesi beklenmiyordu. İleride kuru bir ota dönüşmüş bir kadın olacak küçük bir kızın bastırılması zor doğası, normal kabul edilebilirdi de, çocuk aklıyla yaptıkları hoş görülmüyordu.

İnsan korktuklarını unutsa da korkularını hatırlayabilirdi. Babası götürülürken sadece tavanda yanan sobanın alevinin anısı kaldı sanılabilirdi. Annesinin gidişinden hafızada yalnızca kırmızı bir bavulun görüntüsü kalırken, geri kalan hayatında bavullar, seyahatin macera duygusu yerine, terk etme ve terk edilmeyi çağrıştırabilirdi.

Ve bana her şey henüz başka bir şehirde yaşama deneyimim bile olmayan genç yaşlarımda okuduğum Hakkari’de Bir Mevsim adlı kitabı hatırlattı. “O” / Hakkari’de bir mevsim, Ferit Edgü’nün öğretmen olarak mecburi hizmetle gidip, orada kaleme aldığı özyaşam öyküsünden bir kesiti anlatan kitaptı. Birçok kitabım İstanbul’da annemlerin evinde kaldığı için sanırım o kitap da kolilerden birinde. Filmden eve gelir gelmez o yaşlarımın defterlerini karıştırıp yazdığım alıntıları hemen buldum. Okuduklarım karşısında hayrete düşüp anneme yarım ağızla anlattım. Hemen hemen aynı konuları ve konuşmaları işlemişti yönetmen. Yoksa bir ilham kaynağı olabilir miydi? “Yine ne işler peşine düştün? dedi annem. Kitabın Pir’de geçen  ( Pirkanıç’tan kısaltma- Hakkari) 1977 yılına ait orijinal basımı, darbe sonrası yasaklanıp, eksik hali ile 1980'den sonra yeniden basılması sonucu, daha sonradan çekilen filmi de belli ki sansürlü çekilmiş. Hiçbir çocuğun annesiyle konuştuğu dilin duyulmadığı söylenen Genco Erkal’ın oynadığı filmi merak etti, en kısa zamanda izleyeceğim.

İsteyen istediğini düşünüp ifade etmekte hürdür. Ama keşke yaratıcı olan, sadece anlatmaya değil anlamaya da çabalayanlara biraz daha olumlu yaklaşabilsek. Merve Dizdar’ın TV dizilerinde daha iyi oyunculuk sergilediğini düşünmek yerine, uzuvları yerindeyken bile kadın olmanın bir mücadele gerektirdiği bir evrende, eksikliği yalnızca tek bacağının noksanlığıyla tescilli olmayan bir kadının hislerini hissettirebiliyor mu, ona baksak mesela.  Şu an tam olarak anladığım için yazmıyorum, anlamaya çalıştığımın heyecanıyla yazıyorum. Keşke biraz bunlara da yönelse ilgimiz. O zaman sadece Samet’in öğrencisine ne hissettiğine değil, kendisine ne kadar uzak ve yabancı yanına odaklanırdık. Kendini bilmeyenin kötüye meylini anlardık. Hem de onlardan hoşlanmamayı sürdürürken. Hayatın, bu dünyada beraber olmaktan zevk almadığımız herkesten kurtulamadığımız bir yanı olduğunu, yaşamaktan kaçamayacağımız bir gerçekliği olduğunu nasıl da keskin köşeler çizmeden sadelikle anlatıyor sanatçı.

Filmin orta yerine koyduğu perdenin dışına çıkış da gayet yakışmış o role ve o sahneye. Ferit Edgü’nün cümleleri ile ne güzel uyuşuyor: “ “O” da gerçekleri değiştirdim. Gerçeklerin değişebileceğini, insanın içinde yaşadığı gerçekleri (yaşam koşullarını) değiştirebileceğini göstermek için.” Filmin bu sahnesindeki yeni denemesi ile ilgili herkes bir yorum yapacak. Bana Hakkari’de Bir Mevsim’den / O kitabından böyle geldi. Ve edebiyatı yara bandı sanan gencecik toy bir kızken aldığım notların tamamı filmde yerini bulduğu için paylaşmak istiyorum:

“Bir çölde mi yaşıyorsun?
Bana yağmurdan söz et.

Karlı bir dağ başında mı yaşıyorsun?
Bana denizlerden, güneşin ışıdığı yaylalardan söz et.

Bir coşku yarat bende ki yenilmeyeyim günlük yaşamın çaresizliğinde.
Bir coşku yarat ki güç alayım yazdıklarından.


“O” da “olan” ile “olması” gerekeni iç içe geliştirmeye çalıştım. Olan gerçek, olması gereken düş.
….

Hakkari’deyken aldığım sayısız mektuplarının birinde sevgilim şöyle diyordu;
“Alışacaksın dağ başına, dillerinden anlamadığın, senin dilini anlamayan insanlara, oradaki yaşam koşullarına, her şeye alışacaksın. Oysa söz konusu olan alışmak değildi. Anlaşmaktı. Alışmak, hiçbir zaman hiçbir durumda istemedim bunu. Alışmak boyun eğmek demektir. Bir şeye alışan kişi her şeye alışabilir. Zindana, işkenceye, çaresizliğe, ölümlere, eşitsizliğe. Hayır, ne o insanlara alıştım; ne de içinde bulunduğum yaşam koşullarına. Yıllar sonra “O” yu yazarken yaratmaya çalıştığım coşku, işte bu anlaşamamanın sonucu.

Bir idam hükümlüsüne diyeceği son söz sorulduğunda, “Hiçbir zaman itiraf etmeyin” diye bağırmış. Bir yazar olarak “Hiçbir şeye alışmayın” diye bağırmak istedim “O”yu yazarken.”

Bana beni hatırlatan bütün üstatlara, bana bu dünyadaki yalnızlığımıza, yabanlığımıza rağmen güzel bir şeyler hissettiren yaban-cılara,  “bana sorma kızım ben o sahneyi anlayacak durumda değilim” diyen anneme, çocukken hayat değiştiren babamın bile hatırlamadığı yerlerde köklerimizin peşine düşüp tanıştığım “öğretmen dediğin döverek sever” diyen Heybet’e, bana araba kullanmayı öğreten Ömer’e, Urfa’da fotoğrafını çekmeme izin veren, süt ile dövme yapmayı dilinden anlamadığım için gelinleri aracılığıyla anlatan yüzü dövmeli teyzeye, Van’da, zorunlu hizmetini severek yapan dostumun yanına gittiğimde, “Tabağımda bir leke mi var?” diye sorunca parmağıyla silip, “bak artık yok ablam” diyen garsona, Adıyaman’da üzerindeki hırkayı beğendiğim için üzerinden çıkarıp zorla hediye eden genç kıza, Konya’da sıfırın altında donmuş ayaklarım ısınsın diye botlarımın içine kesip küçülterek koyduğu keçeye para almak istemeyen amcaya, Selanik’te çantasında ne varsa vererek herkesin ırkçı olmadığını göstermeye çalışan aslen Eyüplü madama, Londra’da işsiz ve evsiz kaldığımda memleketlimden hayır görmediğim zamanlarda evini açıp yastığını paylaşan Rum dostuma, Kahta’da soğuktan yaşlar akan gözlerimle kaleden indiğimde, oradaki taş okulun hademeliğini yapan adamın tek göz odalı evlerine davet edip, yatağında oturtup çay içiren genç karısına, İstanbul’da yaşayıp hiç deniz görmemiş, okulda sabunu ve suyu bulunca birbirlerinin başını yıkadığına şahit olmuş çocuklara  öğretmenlik yapmış arkadaşıma  ve filmi izlemek için son ders izin aldığını kulağıma fısıldayıp okuldan çıkan, filmi benden bir gün önce izleyip hakkında konuşmak için Pazartesiyi beklediğini bildiğim öğrencime saygı ve sevgimle…

Saydığım bütün bu insanlar çeşitli şekillerde bana şunu öğretmiştir, filmin en güçlü diyaloglarından da çıkarabildiğimiz gibi, bazen de arada kalırız ve sırf bunun için bile cezalandırılırız! Ama bazı insanlar için bataklıktan çıkmak da yetmez, yukarıdan mesafe koyarak bakmak da. Arada kalarak bunaltımla yaşamayı tercih ederim, yüreğime bir yakınlık hissi vermeyen temaşaya.

Kuru otları üstüne düşünün. İyi seyirler.

Facebook'ta paylaş   |   Twitter'da paylaş


 | Puan: 10 / 1 Oy | Yazdırılabilir SayfaYazdır

Yorumlar


Henüz Yorum Yazılmamış

Yorum Yazın



KalınİtalikAltçizgiliLink  
Simge Ekle

    

    

    

    







'Büyük Osmanlı Soygunu': 10 maddede Eric Adams davası…
İSTİHAB HADDİ
Türbülans vakaları iklim değişikliği etkisi mi?
Dünyanın gözü kulağı Ortadoğuda: İran-İsrail gerilimi tırmanıyor.
İsrail, Gazze'de yardım konvoyunu hedef aldı: Biri Avustralyalı 7 kişi öldürüldü

TRUMPİST BİR DÜNYADA ERTESİ GÜN
Seküler Yahudiler rahatsız: "İsrail, İran olacak"
Avusturya seçimleri: Aşırı sağ sandıktan birinci çıktı.
Avustralya binlerce vatandaşına Lübnan'ı terk etmelerini tavsiye etti.
New York Belediye Başkanı Türkiye'den rüşvet mi aldı?

Türkiye işçiler için bir cehennem
İkinci Trump dönemi: Küresel ekonomi nasıl etkilenecek?
AB, çoğunluk sağlanamamasına rağmen Çinli elektrikli araçlara ek gümrük vergisini onayladı.
Türkiye'de ekonomi politikaları konkordato ve iflasları patlattı.
Türkiye'de açlık sınırı 20 bin TL'ye dayandı

Türkiye'de Covid-19 salgını yaşam süresini azalttı.
Uzmanlar uyardı: "Uzun yaşayanlardan tavsiye almayın"
Fahri Kiamil
İki annenin başlattığı akıllı telefon karşıtı hareket çığ gibi büyüdü
Afganistan'da onlarca arkeolojik alan buldozerle yıkılarak yağmaya açıldı.

"İNEK BAYRAMI" ekitap
Dünya tarihini şekillendiren 6 içecek türü
Taş Kağıt Makas Oyunu (Jan Ken Pon)
"DUHOK KONUŞUYOR" ekitap
ENTERNASYONAL

Tokyo’dan Hasanlar’a, Kudüs’te bir mahkemeden bizim buralara…
“KADERİMİZ DIŞARDAN YAZILAMAZ - DIŞARI KADERİ BELİRLEYEMEZ…”
Niyetime İlham
KİBİRLİ GÜÇ ZEHİR - ERDEMLİ BİLİM PANZEHİR
KARARLILIK - KİŞİSEL ALTYAPI

Yarasaların azalmasıyla bebek ölümlerinin ilişkili olduğu ortaya çıktı.
AB İklim İzleme Servisi: 2024 yazı kaydedilen en sıcak yaz oldu.
Akdeniz'deki yaşam yok oluşun eşiğine gelmiş.
Su üzerindeki iklim değişikliği baskısı Türkiye'yi su fakiri olmaya sürüklüyor.
Türkiye ve Yunanistan'daki kültürel miras alanlarının en az üçte biri yükselen deniz seviyesinin tehdidi altında.

Türkiye, kişisel verileri en çok sızdırılan 19.ülke
Apple otomobili ABD'de üretime bir adım daha yaklaştı.
Yaşgünün Kutlu Olsun James Webb Uzay Teleskobu
Su ve deterjan olmadan çalışan bir çamaşır makinesi
Akıl okuyabilen robot tasarladılar

İncil'de sözü edilen mistik ağaç 1000 yıllık tohumla yeniden yetiştirildi.
Karıncaların 66 milyon yıldır tarım yaptığı ortaya çıktı.
Antik Mısır'daki popüler masa oyununun şaşırtıcı kökenleri ortaya çıktı.
At binmenin kökenine dair ezber bozuldu.
Stephen Hawking'in ünlü paradoksu çözülmüş olabilir: Kara delikler aslında yok mu?

2023 yılında Türkye’de çocukların cinsel istismarı hakkında 40.000'den fazla dosya açıldı.
Çalışanların geliri son 20 yılda azaldı.
Türkiye’den göç eden Türklerin sayısında 5 yılda %243 artış
BM: Dünya nüfusu 2084'ten itibaren gerileyecek
Dünya nüfusunun ruh sağlığı giderek bozuluyor

Madeleine Riffaud est partie
GELDİKLERİ GİBİ GİDERLER
JOYCE BLAU, 18 Mart 1932-24 Ekim 2024
HIZLANAN TARİH
DERTLİ-MİR-DÖNE

Nereden Geldi Nereye Gidiyor
Atamın Sözleri
Cumhuriyet 101 Yaşında
Kadın ve Erkek
MAZRUF

Mimar Sinan: Bir Dehanın Yükselişi ve Osmanlı Mimarisinin Zirvesi
İskandinav Göçleri ve Vikinglerin Avrupa Üzerindeki Etkisi
Hümanizm Nedir?
Osmanlı’da kahve kültürü, Osmanlı’da kahve isimleri..
Amerika’da Ayrımcı Politikalar ve Siyahi Mücadele Tarihi


kose yazarlari En Cok Okunanlar
Son 30 günde en çok okunanlar
En Cok Okunanlar










Basa git