|
|
"DUHOK KONUŞUYOR" ekitapKategori: Kültür/Sanat | 0 Yorum | Yazan: M. Şehmus Güzel | 03 Eylül 2023 22:00:43 Bizler, Mardin, Paris, Rouen, Roma, Viyana, Berlin, Gottingen, Amsterdam, Upsala, Alma Ata, Exeter, Cookville, Cleveland, İstanbul ve Kürdistan Federe Bölgesi’nin bütün üniversite kentlerinden gelen iki yüze yakın uzman, 30 Nisandan 4 Mayıs 2011’e, Duhok Üniversitesi’nde mükemmel biçimde düzenlenen “Kürdoloji 2. Konferansı” vesilesiyle birçok şeyi bizzat yerinde gördük, dinledik, duyduk, anladık. Hem güldük, hem ağladık. Kürt halkının ve kadim dilinin geleceğine umutla baktık.
Dönüş için 4 Mayısta Hewler’den/Arbil’den/Erbil’den uçağa bindiğimizde hemen önümüzde genç bir ana ve baba ile iki kızları da yolcuydular. Hatta en küçük kız çocuğu hostes hanımların verdiği oyuncaklarla vakit geçirmek yerine, Hamid Bozarslan ile, “boyu boyuma huyu huyuma uygun” diye mutlaka, şirin bir sohbet yapmayı tercih etti. Ve anladığımız kadarıyla bu ilk uçak yolculukları da değildi... Daha birkaç saat önce Erbil’de Bölge Hükümeti binasındaydık. Çıkışta fotoğraflar çektirdik. Rektör yardımcısı bir yandan, birkaç kişi de öbür yandan “Haydi ! Haydi !” deyince, fotoğraf çekme seansına son verildi ve Başbakanlık binası önüne kadar ge(tiri)lmiş olan minibüslerimize atladık, yeniden yola çıktık. Bu paranoyak ve çok sıcak ortamdan çıktık ve derin bir nefes bile alamadan lokanta yoluna düştük. Lüks otelin lokanta yönündeki girişinde sivil korumalar var. Sivil giyimli ama tabancası, pantolonunun arkasında ve çıplak, görünen görevli epey bir fiyakayla yanaştı. Rektör yardımcısı yine bir şirinlik yapmak için indi, ayıp olmasa, ne olursun Abdilwahab inme, diyeceğim ama misafiriz olmaz diye sesimi çıkarmıyorum, evet yine indi ve fiyakalı görevliye bir şeyler söyledi, koruma, onun yüzüne bile bakmadı ve sadece şöförle konuşup yolu açtı. Girdik. Uzaktan Kendal’i gördük. Tamam. Vardık. İndik. Lokantaya girdik. Dekor harika. Ama zaman yok. On beş dakikada yemekler yendi (!!!) Yıldırım hızıyla tekrar çıktık. Ama bu kez şöförler yok. Onları bekledik. Resmen koşturmaca. “Panic attack !” Minibüslere binilmeden önce orada kalacak birkaç kişiyle daha vedalaştık. Biz, ABD’ye gideceklerle, Viyana, Berlin ve Paris yolcuları iki minibüsle Havaalanı yolundayız nihayet. Vardık. Minibüs şöförümüz bunalmış vaziyette. O da neler neler çekti sabahtan beri. Bilemiyoruz. Dahası koşturmaca da henüz bitmiş değil. Bunun faturası da olacak elbette : Havaalanı sahasına ilk girişinde birinci check-point’te üniformalı görevli, şöförümüze, “Buradan değil yan taraftan gir, şu aletle (dedektörle) minibüsü altından kontrol edeyim” dedi. Ben anladım, ama şöförümüz, “out” durumda olmalı ki, anlamadı, minibüsü aldı yayaların giriş yaptığı kapıya yanaştırdı. Olan bitenden habersiz bizim takımın as oyuncularından Celile Celil ve Birgit Ammann, hemen çanta ve bavullarını alıp inince diğerleri de onları izledi. Ben de mecburen büro çantamı ve yol çantamı alıp, indim. Yayaların giriş yaptığı birinci kapıda kuyruğa girdik : Gereksiz yere kemerleri çöz kemerleri bağla, valizleri aç kapa, pabuçları çıkar pabuçları giy, yakından vücud denetimi, falan filan, denetimi geçtik. Ama denetimler bitmedi daha. Bu aradaki karambol içinde Birgit Ammann cep telefonunu orada bir koltuk üzerinde unutmuş, bunun farkına uçağa binmek üzereyken vardı ama artık çok geçti. Yeniden minibüslere bindik. Asıl binaya kadar minibüslerle götürüldük. Artık herkes bunalmış durumda o bir veya iki kilometreyi minibüs kapısı açık gittik kimse oralı bile olmadı. Biri bize o sırada saldırsa, bıçaklasa kanımız akmayacak. Donmuşuz yaz günü. Nihayet ana binaya vardık. Duhok’ta bize hizmet eden üç şöförümüzden ikisi bizimleydi onlarla vedalaştım en önce. Çok zahmetimizi çektiler çünkü. Üçüncü şöförü, hani sadece bir defa binmek olanağı bulduğumuz klimalı minibüsün şöförünü göremedim, o ortalıkta yok bugün, dolayısıyla ona veda edemedim. Duhok Üniversitesi sorumlularına tek bir tavsiye yapacak olsam onlara o sıcaklarda yollarda kavrulmamak ya da erimemek için klimalı minibüs ve otobüs sayısını artırın derim. Ana binadayız artık ve ilk polisin pasaport denetimden geçmek üzere kuyruktayım. Birdenbire üstümde beni tepeden tırnağa süzen bir bakış hissediyorum. Başımı kaldırıp bakıyorum : Pasaportları inceleyen ve denetleyen polisin hemen arkasında, biri sırtını duvara yaslamış, diğeri onun solunda ve ayakta, iki yüz : Altlarında şık görünüşlü, iyi kesim ve tiril tiril şalvar. Üstlerinde ipekten yelek ve beyaz gömlek. Gömlek yakasının sadece tek düğmesi açık. Bunlar yüzde yüz İstihbarat’ın adamları. Sivil giyimli ama bakışlarından ve giysilerinden belli. Sivil giyindiler diye polisin polis ve istihbaratcının istihbaratcı olduğu anlaşılmaz mıymış ? Şalvarı çekmişler ama o güne kadar Duhok’ta hiç şalvarlı görmedim, Erbil’de gördüğüm bir iki şalvarlının şalvarları ise ş’sı gitmiş ı’sı kalmışlardandı. Dahası ne yolcuya benziyorlardı, ne pilota, ne havaalanı emekçilerine. Sivil giyimliydiler, herkesin ve neredeyse her şeyin hareket içinde olduğu, kıpır kıpır kıpırdadığı bir mekanda hareket etmeden duvara yaslanmış, geçenleri dikizliyorlardı. O sırada pasaportumu alıp yakından inceleyen, sıkı denetleyen üniformalı polis bir şeyler soracak oldu, belki varışımızdaki tatsızlığı bir daha yaşamayalım diye bizimle oraya kadar gelen Kendal Nezan hemen müdahele etti “Paris gurubu içinde dedi”, genç polis anladı, ve geç dedi. Şimdi uçak biletimizi denetimden geçiriyor, koltuk numaralarımızı alıyoruz. Aldık. Bu da tamam. Sonra yeniden denetim : Bu kez gümrük denetimi. Kemerleri çöz, ayakkabıları çıkar. Kemerleri bağla, ayakkabıları giy. Geçtik. Yok denetimlerin tümü henüz bitmemiş. Baklava üstünde fıstık ezmesine ne dersiniz? İstemem diyemezsiniz çünkü konuşan genç bir polis : -Çantanı aç ! Açtım. Polis bu işleri iyi bilenlerin el ustalığıyla, bizzat kendi elleriyle koymuş gibi küçük tuvalet çantamı buldu ve bulur bulmaz çıkarıp bir çırpıda açtı, bu defa çantanın içinden yine sanki eliyle koymuş gibi el kremimi çıkardı. Paris’te bizim mahallenin suyu kireçlidir, çok kireçlidir ve bir günde enaz elli defa el yıkama “hastalığım” olduğundan parmaklarımın uçları pötür pötür dökülüyor diye aile doktorumuzun reçeteyle aldırdığı el kremi bu. -250 gram, geçmez ! -Yahu ne 250 gramı, aylardır kullanıyorum (tam iki aydan fazla, hesabını daha sonra yaptım) elli gram bile kalmamış. -Yok kanun var, kanun 250 gramlık “likit” şeyleri geçiremezsiniz, diyor ! -Bu likit değil, dahası Paris’ten getirdim, Paris’e götürüyorum, birçok gümrükten geçti buradan neden geçmesin ? -Kanun var ! Anlaşıldı. Genç polis memuru ya çaba gösterisi/işgüzarlık yapıyor, ya da yavuklusuna sözü var. Aslan genç polis memuru kremime el koydu. Pes deyip geçtim. Bu kaçıncı pes ? Ama çok üzgünüm, şoke olmuş bir haldeyim. Joyce, “Haydi kalkıyor uçağımız” deyince yeniden kuyruğa girdik. Bu defa Avusturya Cumhuriyeti polisi pasaportlarımızı lütfenli mütfenli mersili tersili denetliyor. Ben Ladin öldürüldü diye her yerde bombaların peş peşe patlayacağı sanılıyor. Havaalanlarında panik havası var. Geçiyoruz. Bu polis çantalarımıza bakmıyor artık. Sonra uçakta en arka sıraya oturuyor ve bizimle Viyana’ya kadar kitap, gazete okuyarak geliyor... Uçak havalanıyor. Uçakta ülkeye bakarak ayrılıyoruz Güney Kürdistan’dan. Görkemli manzaralar geçiyor. Zap Suları muhteşem. Gözlerimin önünden akıp giden son karede Büyük Zap var : Büyük bir U veya büyük bir V biçiminde kıvrılarak dağları sarmalayan Büyük Zap. Renkler var sonra... Uçuyoruz işte. Uçarken Diyarbekir’in üstünden geçiyoruz ve aniden bir ses duyuyorum : Bu Anam’ın sesidir. “Geri dön Şehmus geri dön !” diyor. Sonra araya kardeşlerimin sesleri karışıyor. Sonra babam Hasan Güzel’i görüyorum : Yıl 1962. Ergani’den İstanbul’a Kurtalan-Haydarpaşa Ekspresi, nam-ı diğer “Anadolu Ekspresi” ile yola çıkmışım : İstanbul’a bu ikinci gidişim, ilkini birlikte yaptığım Babam bu kez beni Ergani’den Maden’e kadar yolcu ediyor. Orada trenden iniyor ve vedalaştıktan sonra ben pencerede kalıyorum, babam garda. Akşam güneşinde babamın mübarek yüzü manzarada silinene kadar bakıyorum. Zaman geçiyor ve sonra yine bakıyorum. Hasan Güzel yine orada. Anam da yanında. Nenelerim ve dedelerim de. Yurdumuz atalarımızın yaşadığı topraklardır sonuç itibariyle. Ve bunu kimse bizden koparamaz. Biz biz olmasak bile. İşte nihayet Diyarbekir surlarını görüyorum, sırrını bizim için ve bize saklayan surlarını. Diyar-ı Bekir’in ve her kentin halkları vardır, halkları ve hakları. Kadim Amed iki gözüm, kavimler kalesi, halklar toplamı, canım, canımıniçi, bir tanem bunu en iyi sen bilirsin. Amed’imin taşları vardır : Konuşur sırası gelince. Hele çok konuşanlar susunca. Evet her kentin halkları ve surları vardır. Bu kentte ve bu ülkede kardeşlerim her halk kendi dilini konuşur. Kendi dilinde yırlar. Kendi dilinde okur ve yazar. Okur ve yazar evet. Kendi oyunlarını oynar, diğerleriyle halaya kalkar. Bu kentte ve bu ülkede kardeşlerim halklar birlikte türküler söylerler. Kaçak tütünü birlikte sarar, birlikte tüttürürler. Birlikte çiğ köfte yoğurur, ayranı birlikte içerler. Şarabı, kaçak rakıyı da. Kahveleri de. Daldalarda ve artık kendilerine sahip çıkan kentlerimizin ve kasabalarımızın kıraathanelerinde. Köylerde. Bizim kent, kasaba ve köylerimizde iki gözüm. Ve bir kahvenin kırk yıl hatırı vardır. Bilisiz. Demli çaylar birlikte içilir. Kaçak tarafından demli çaylar. Hilafım yoktur. Bize başkası da yakışmaz kurban. Kadan belanı alam. Demli çaylar dört duvar(lar)ı anımsatır. Çünkü kardeşim bu halkların kaderinde dört duvarı tanımak ta yazılıdır. Tarih bilir, notunu düşmüştür kara kaplı kitaplara, arşivlere. Açılmak istenen arşivler kederden yüzünü kapar. Gözyaşlarını saklayamaz ama. Tarihçiler de, namuslu tarihçiler de elbette, ağlar. “Aghet” der, evet “Aghet” der. Unutma. Bir, iki, üç, beş kez, on kez, “iyi saatte olsunlar” anlayana kadar yineler. Yineler. Yineler... Coğrafyamız çizilidir. Ortak hafızalarımızda. Ağustos 2023’te YENİ SUNUMU yapılan Duhok Konuşuyor başlıklı ekitabımdan aktarıyorum ; ekitap.ayorum.com sitesinde karşılıksız edinebilirsiniz. Hediyemizdir. Link : http://ekitap.ayorum.com/sehmus-DUHOK.html İÇİNDEKİLERSunu
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|