|
|
SABİTESİZ GÖRECELİ OLABİLİR Mİ?Kategori: Felsefe | 0 Yorum | Yazan: Mustafa Alagöz | 05 Ağustos 2023 20:39:16 Kutupsallk-karşıtların birliği oluşun özü; ama öz, öz olarak görülmez, hep bir görüngü – geçici form altındadır. Dönüşümler, enerji akışları kendi halleri ile duyulara açık olmuyor, hep bir form altında dışlaşıyorlar: Denmek istenen enerji akışları zıtların birliğinin yaratıcı gücü olarak, hep beliriş ve ortadan kalkış halinde işlev görürken olumlama-olumsuzlama biçiminde mekanik tekrarlar değil yaratıcı bir değişim; varolanın özünün saklanıp korunarak, olumsuzlamanın olumsuzlanması şeklinde olabiliyor.
Her şey görünüşteki haliyle kendinde özdeştir. Ancak hiçbir “kendindelik” kendine özdeşliğini koruyamaz, potansiyellerini diğer varolanlarla ilişki yoluyla ortaya koymaktan beri olamaz. Böylece dönüşerek halden-hale geçerek, formdan- forma bürünerek varlığını sürdürüyor. Bu durum onaylama ile onaylamamanın, kabul etmekle-reddetmenin, Evet ile Hayır’ın birlikteliğinin aynı anda olmasının ifadesidir. Her olumlama bir “Evet”, her olumsuzlma bir “Hayırdır”. Ama tersi de eşit haklılıkla geçerlidir: her olumlama bir “hayır”, her olumsuzlama bir “evettir” de. Çünkü her olumlama (ne olduğunu belirleme) aynı zamanda onun ne olmadığını da söyler. Aynı şekilde her olumsuzlama yeni olanın, olması gerekenin gerçekliğini ortaya koyar. Varlık kendi sürecinde bu yasallık altında dışlaşıyor. Olumsuzlamanın olumsuzlanması yargısı öznel bir belirleme değil varoluşun geçekliğinin bir ifadesidir. “Soyutmuş” gibi gözüken bu tarz ifadeler yaşamımız için ne anlam taşıyor olabilir? Eğer kendimizi toplumsal ilişkiler içinde nasıl konumlandıracak gibi bir arayış içinde olmuyorsak elbette anlamsız olacaktır. Çünkü yaşamdan kopuk, varlığımızın anlamını ve ereğini belirleyip farkındalıklı bir yaşamın sürdürülmesine hizmet etmeyen merak ve bilgiler insana külfet olur. Günümüz yaşam olanakları yoluyla tekil özneler ve öznellikler hem çeşitlendi hem renklendi. Çeşitlilik, çok renklilik kendi doğasına bağlı olarak farklı ilişki biçimlerinin yaşanmasına, yeni nesnelerin kullanılmasına ve daha zengin deneyim olanaklarının yaşanmasını kapı araladı, dahası kışkırttı da. Özne olmaklık öznenin kendi çabaları ile kendini yapılandırması anlamına geliyor. Özne olma potansiyeli arttığı oranda bunu gerçekleştirmek için daha çok kişisel inisiyatif almayı, daha fazla çaba harcamayı da talep ediyor. Böylece bireyler dışsal bağımlılıklardan kurtulma olanağını elde ederken diğer yandan da tarihsel aidiyet (aşiret, ideoloji, parti, gelenek, inanç odakları) ortamlarının sunduğu ve kolayca erişebildiği kabul görme, korunma ve onaylanma şansının da azaldığı gerçeği ile yüz yüze geliyorlar. Öznelliğin olanaklarına erişmek bireyi kendi tekliği içinden bağımsızlığını sağlamasını “özgür” olduğu duygusunu da uyandırıp besler. Ancak özgürlük bir hissedişten daha fazlasıdır, o eylemlilikle kazanılan bir haktır. Bir şeyden özgürleşme, bir şey için özgürleşme ve kendinden özgürleşmenin yolları ve talepleri birbirinden farklı olsa da bir eylemlilik gerektirdiği açıktır. “Bir şeyden” ve “bir şey için özgürlük” toplumsal tarihsel koşulların dayattığı sorunlara karşı bireyin taleplerinden doğuyor. Doğası gereği tarihsel nitelik taşıyan sorunlar ve talepler geçicidir. Bireyin bu sorunlara karşı duyarlı olup olmaması, eylemliliğe geçip geçmemesi kendi seçimine bağlıdır, daha açık söylemle bu sorunların varlığına karşı ilgisiz de kalabilir. “Kendinden özgürleşme” sorunsalı bireyin vicdanı ile aklının, doğal arzularının baskısıyla değerlerinin, kaybetme riski ile ileri atılma cesareti arasındaki çelişkili süreçte kendini gösterir. Bu sorunsal, insanın bağrında koşullardan bağımsız olarak kendini her dem duyumsatır. Tarihsel koşullar bunun gerçekleşmesinin dışsal ortamıdır sadece. Tek tek bireyleriz, belirli bir ortamda yaşarız, günübirlik ilişkiler deneyimleriz. Bu sonsuz değişkenlik içinde sonsuzca algılara açık oluruz. Algıların zihinde bıraktığı izler bilincimizin şekillenmesine, yargılarımızın oluşmasına ve tavırlarımızın belirlenmesinde etkileri oluyor. Şu veya bu şekilde bir duruş belirlemek durumu ile karşı karşıya geliyoruz. Bireyin kendini gerçekten inşa etmesi ve kendinden özgürleşme çabası, bu yüzleşmenin talebine bağlı olarak ortaya çıkıyor. İnsan bu noktada kendi kendisiyledir, kendi başına… duruşunu, eylemini kendi belirleyecek, kararı kendisi vermek zorundadır. Bu karar verme durumu kişinin kendinden özgürleşme sorumluluğu ile yüzleştiği anlardır. Karar verilmek zorundadır, ancak karar verilmesine etki eden bileşenler o kadar çok ki; alışkanlıklar, gereksinimler, içgüdüler, hırslar, inançlar, korkular, hayaller,… Sayılan bu ve benzeri bileşenlerin her birinin talebi ve yönelimi farklı, doyum araçları kendilerine özgü, üstelik birbiriyle de çelişkilidirler. Karar vermek eylem içindir ve eylemde ikilik olamaz, yoksa eylem gerçekleşemez. Karar vermek bir üçlemenin bireşimi ile olabilir; olanaklar, kavrayış gücü ve amaç bunların birliği ile de uygulama. Harekette olma, tavır belirleme insanın önüne çıkacak zorluklar karşısındaki kararlılığı “kendini bilmesinin ve kendi olmasının” biricik yoludur. Ama bunun; suçlanmak, bedel ödemek, kınanmak, dışlanmak gibi pek çok riskleri de vardır. Evet modern yaşam özgürleşme olanaklarını arttırdı, ancak özgürleşmenin özneleşmeyle mümkün olduğunu ortaya koymuş oldu. Bireylerin hareket alanları ve olanakları arttı. Alan ve olanak genişlemesi bir yanılsamayı da doğurdu; özgürlükle keyfilik birbirine karıştırılıyor. Bireyin ortaya çıkışı özgürlüğün güçlenmesi olgunun bir yüzü, diğer yüzü ise yalnızlık korkusu. Diyalektik devingenlik bu alanda da hükmünü sürdürüyor; Özgürlük keyfilik değil. “Tek olmak” da “yalnız olmak” değildir, ama birbirinden kopuk ve bağımsız da değildir. Varlığımızın en temel gereksinimi güvenliktir. Fiziksel olarak hiçbir insan varlığını ve yaşamını tek başına sürdüremez. Toplu halde yaşamak zorundayız. Ama zorunluluk, içinde yaşanan koşulların sınırlamalarına ve dayatmalarına katlanmaktır. İnsanın istek ve arzuları sonsuzdur. İlk elden doğal gereksinimlerin sonsuzluğu ile tarihsel, toplumsal ve coğrafi koşulların sınırlılığı bir karşıtlık oluşturur. Bu karşıtlık hem tarihin oluşmasının, bilimsel, teknik, ekonomik gelişimin dinamosu, hem de öznel taleplerinin çeşitliliğinden doğan bir gerilime kaynaklık eder. Zorunlukları ortadan kaldıramayız, onları-eğip bükemeyiz, ancak keşfederek ve hükmünü onaylayarak hizmetimize sokabiliriz. Onun için “özgürlük zorunluluğun bilincidir” denmiştir. “Bilincinde” olmak “bilgisine” sahip olmanın daha fazlasıdır. Bilinç sorumluluk taşıyan ve sorumlulukla kullanılan bilgidir. Özgürlükle keyfiliğin ayrımına buradan varırız. Yine, “Tek olmakla”, “yalnız olmak” birbirine karıştırılmamalı. Tek olmak bireyin kendi yetenekleri, bilinci ve anlayışı ile kendine dayanarak yaşamasıdır. Bunları nasıl ve niçin kullandığı onun “Ahlakıdır”. Tek olmak insanın kendi yaşam kaynaklarını, enerjisini kendinden üretmesi, yaşamını dışsal uyaranlara ve ilgi beklentisine sığınarak değil eylemliliği ve üretkenliği ile paylaşarak yaşamaktır. Yalnızlık ise kısaca bunların yoksunluğudur. İnsanı ve toplumu tarihselliği yoluyla anlayabiliriz. Doğada hazır toplumsal ilişki ve farkındalıklı birey yoktur, onlar insan ve insani emek yoluyla var edilirler: Doğaya aşkın bir üst doğa, kültür yani tinsel evren. Bu tinsel evren doğa yasalarından farklı yasallıklar yoluyla devinir. İnsanın kendi var ettiği ve içinde yaşadığı tarihsel gerçeklik. Bu durumda bireysel, toplumsal, ekonomik, törel, inançsal vb. pek çok alışkanlık, çıkar ve talep çatışkıları da ortaya çıkıyor. Farklılıkların var olması karşıt çıkarların, isteklerin, alışkanlıkların olması onların birlikte yaşam kurma arayışını da doğuruyor. Adalet arayışı ve adalet ilkeleri oluşturma gereksinimi buradan doğar. Adalet arayışı nesnel ve tinsel üretimlerin ve üretme haklarının hakka bağlı olarak paylaşımını güvence altına alma, somut olarak kullanıma sunma çabasıdır. Fakat yaratıcı üretimler bireylerin tutkulu ve kararlı çaba ve emekleri ile gerçekleşiyor. Bireyin kendi iradesi ve yeteneği ile yaratıcı eylemlerde bulunması özgür ve özgürleştirici ortamla mümkün olabilir. Bu anlamda özgürlük (özü-gür) özü gürleştirmek yaratıcı eylemde bulunmaktır. Bu, her insan için doğal bir haktır. Adalet ise Bunun ortamını güvence altına alınmasıdır. Hak; adalet ve özgürlüğün birliği, Özgürlük; keyfilikle sorumluluğun, Adalet ise boyun eğmekle gönüllüğün birliğidir. Tarih, hep özgürlük ve adaletin edimselleşmesinin sahnesi olagelmiştir. Acılar, zulümler, yıkımlar; cesaretler, kahramanlıklar, tarihsel kişilikler de tarih sahnesinin dönüştürücü özneleri olarak ortaya çıkmışlardır. Tarihsel kişilikler bunlardır ve onlar tüm insanlığın evlatlarıdır; Atatürk gibi. Cumhuriyetimizin 100. Yılında , tarihsel kişilikler 100 yıllarca ölümsüzlüklerini korurlar, çünkü insana dair ezeli ve ebedi hakikatleri canlandırıp yaşama katarlar.
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|