|
|
Gül Parmaklı ŞafaklarKategori: Ayorum Güncel | 4 Yorum | Yazan: A Yorum | 15 Mayıs 2008 07:31:57 20 Nisan - 3 Mayıs Erzurum Sanat Güncesi: Bir mektubumuz var. Erzurum'da amatör tiyatro çalışmalarını sürdüren Ümit Köreken ve Nursen Çetin Köreken'in sanatla iç içe yaşamlarından öykü tadında bir günce... Sevgili Ümit Köreken'e bizlerle paylaştığı için teşekkür ederiz.
“Canım Anneciğim” oyununu bir kere daha ertelemek zorunda kaldık. Haziran ayının ortalarında sergilemeyi düşünüyorduk oysa. Çalışma arkadaşlarımızdan biri –Madam’ı canlandıran- provaları bırakmak zorunda kaldı. Aşırı yorgunluktan kansızlık belirtileri başlamış. Dinlenmesi ve ilaç takviyesi yapması gerekiyormuş. Aslında yerine birini bulabilirdik. Fakat üç aydan bu yana yaptığımız çalışmalarla madam rolünü tamamen oturtmuştuk. Bir ayda yeni birini yetiştirmek zor görünüyordu. O kadar prova yap, birdenbire boşluğa düş… Amatör tiyatroların kaderi bu… Oyunu çıkarsak bile en fazla dört kez sahneleyebilecektik. Yine de insanın hevesi kursağında kalmıyor değil. “Canım Anneciğim”i Nihat Ziyalan’ın “Canım Annemciğim” öyküsünden yola çıkışla yazmıştım. Beş yıl önce Adam Öykü dergisinde okuyup oyunlaştırmaya karar vermiştim. Nihat Ağabeyle tanışmamıza da bu öykü aracı olmuştur. Oyunun yazılma süreci apayrı bir yazı konusu… Neyse ki boş zamanlarımızı değerlendirecek aktiviteler bulmakta zorlanmıyoruz. Üniversite öğrencilerinden oluşan on – on iki kişilik grupla her hafta bir film izliyoruz. Öğleden sonra “Little Miss Sunshine” –Küçük Gün Işığım- filmini izledik. Bir yolculuk filmi… Birbirinden sorunlu aile bireylerinin ailenin küçük kızının katılacağı güzellik yarışması için eski bir minibüsle yolculuğa çıkışlarını anlatıyor. Filmi uzun uzun anlatmayacağım. Yolculuğu çok özlediğimi yeniden hatırladım, tek söyleyeceğim bu… Kostüm atölyemizde yıl sonu gösterileri için hazırlıklarımız devam ediyor. Hayvan kostümleri, çiçekler, rakamlar, pullu, rengârenk dans kıyafetleri… Çocuklar bu kıyafetler içinde nasıl görünecekler kim bilir… Yoğun bir çalışma var. Nursen’in annesi –Feriha Hanım- ve dikişçimiz Ayşe makinelerin başından kalkmıyorlar neredeyse. Yemeklerini bile oturdukları yerde yiyorlar çoğu zaman. Şarlo’nun bir filmi vardı. Adını hatırlamıyorum. Şarlo bir fabrikada işçidir. Patronları ondan daha çok verim alabilmek için çeşitli yöntemler araştırırlar. Yemeğini çalıştığı makinenin başında yedirmek de bu yöntemlerden biridir. İşte böyle bir durum bizimki de… İşleri yetiştirebilmek için oturdukları sandalyeden kalkmıyor Feriha Hanım ve Ayşe. “Çaylarını yetiştir!” “Bisküvi de ister misiniz?” “Soğuk bir su doldur!” On iki gün kaldı! Ha gayret! 23 Nisan günü bir anaokulunun gösterilerini izlemeye gittik. Ayakkabılarımızı çıkarıp havasız, yapış yapış bir salona girdik. Program, Atatürk’ün günümüz Türkiye’sine yazdığı varsayılan mektubun seslendirilmesiyle başladı. Ata’nın nutkundan ve sözlerinden derleme yapılıp, günümüze uyarlanarak yazılmış bir mektuptu bu. Yarım yamalak duyabildiklerimizden o kadarını anlayabildik. Salonda büyük bir uğultu vardı. Mektup okunup bitince çat pat alkışlar duyuldu. Ardından çocukların vals gösterilerini izledik. Sonra halk oyunları, şiirler, müzikli şarkılı oyunlar… Ve en sonunda belki de hayatım boyunca aklımdan çıkmayacak o gösteriyi izledik: Bir grup polis üniforması giymiş çocuk çıktı sahneye. Karşılarında da bir grup normal giyimli çocuk. Çocuklar polise kağıttan yapılmış taşlar atıyorlar. Polislerden biri karşı taraftan birine şöyle sesleniyor: "Neden bize taş atıyorsunuz? Biz sizi korumak için varız." Taş atanların neden taş attığı belli değil. Neyse aralarında konuşup anlaşıyorlar ve birlikte dans ediyorlar. Şahit olduğum bu sözüm ona dramatizasyonda bana ilginç gelen devletin öğretmeninin olaya bakış açısı ve bu gösteriyi 23 Nisan gibi bir çocuk bayramı için hazırlamış olmasıydı. Öğretmenin bayan olduğunu öğrendiğimde şaşkınlığım iki kat artmıştı. Bir öğretmen 23 Nisan için neden böyle bir gösteri hazırlar ki? Daha barış dolu günler için mi? Otoriteye boyun eğen bireyler yetiştirmek için mi? Aynı öğretmen polisi coplarken gösterseydi ve göstericiler: "Bizi neden copluyorsunuz. Sizin haklarınızı savunuyoruz." deseydi... Başına ne gelirdi dersiniz?... Gösteriler bitip de anaokulundan çıktığımızda yağmur çiseliyordu. Havasız, yapış yapış salonun içimde bıraktığı sıkıntı bir anda kayboldu. Derin bir nefes aldım. Arabaya binip eve doğru yol alırken yağmur biraz hızlandı. Yolun sağından ağır ağır ilerledik. Yağmur içimize yağıyor, arabamızla birlikte bizi de yıkıyordu sanki… Eve vardığımızda hala dinmemişti. Yemekten önce mutfak penceresinin yanında birer kadeh rakı içtik. Yağmur diner dinmez portakal rengi bir güneş asıldı gökyüzüne. Bulutlar küme küme dağıldılar. Gezip dolaştığım hiçbir yerde bulutların bu kadar güzel olduğunu görmemiştim. Birazdan kar yağarsa şaşırmayacağız. Erzurum’da hava olaylarına şaşırmamayı öğrendik. Yıl sonu gösterileri yaklaşıyor. Kostümlerin üçte biri ancak bitti. Nursen kara kara düşünüyor. Çok gergin bu günlerde. “Şu kostümler bir yetişseydi!” deyip duruyor. Cuma gecesi on bire kadar çalıştık. Baktık olmayacak sabahlayalım bari dedik. Sabaha karşı ikide ben uyuya kalmışım. Nursen boş olan odaya minderleri sermiş, üstüne kostüm dikmek için aldığımız polar kumaşları yaymış, bana kuş tüyü gibi bir yatak hazırlamış. Sabah beşte uyandığımda harıl harıl çalışıyorlardı. Beş buçukta evin yolunu tuttuk. Feriha Hanım benim yerime yattı. Ayşe çalışmaya devam ediyordu. Çok ısrar ettiysek de uyumadı. Alışıkmış sabahlamaya. Sokağa çıktığımızda sabahın tatlı serinliği vurdu yüzümüze. İlyada Destanı’nda “Gül Parmaklı Şafak” diye söz eder Homeros sabahın bu saatlerinden. Ben de ne zaman şafak vakti uyansam o benzetmeyi hatırlarım. Taze ekmek kokulu birkaç fırının yanından geçerek eve vardık. Kapıdan girer girmez kendimizi yatağa attık. Uyandığımızda saat on birdi. Evden zeytin, peynir, domates, salatalık, kaşar aldık yanımıza. Erzurum’un ünlü Altın Pastanesi’nden de açma, poğaça, simit… İş yerinin kapısını sessizce açtık; eğer uyudularsa uyandırmayalım diye… Ama nerde! Feriha Hanım ve Ayşe makinelerin başındalar. O saate kadar durmaksızın çalışmışlar, kostümlerin oranını üçte birden yarı yarıya çıkarmışlardı. Vallahi helal olsun! Güzel bir kahvaltıyı en çok onlar hak ettiler. Hep birlikte neşeli bir kahvaltı yaptık. Ben minderleri toplayıp uyuduğumuz odayı o günkü sinema gösterimine hazırlarken onlar kostüm odasına geçtiler yeniden. François Truffaut’nun “Fahrenheit 451” adlı filmini izledik. Ben filmi yaklaşık on yıl önce izlemiştim ve en az şimdiki kadar etkilenmiştim. 1964 yılında çekilmiş bir bilim kurgu filmi. Truffaut bu filmi çekerken hangi yılları düşünmüş bilinmez. Günümüzü ucundan da olsa hatırlatmıyor değil… Kitapsız bir dünya... Televizyona bağımlı insanlar… Kitap okumak hatta bulundurmak bile yasak. İtfaiyeciler yangın söndürmek için değil kitap yakmak için çalışıyorlar. 451 Fahrenhayt da kağıdın yanma sıcaklığı. ... “Montag iş dışında neler yapar?” “Çok bir şey yapmaz, efendim. Çimleri biçer.” “Peki ya kanun bunu yasaklarsa?” “Sadece büyümelerini izler, efendim.” … “Anne, bak! İtfaiyeciler. Ateş yakmaya gidiyorlar.” … “Onlar kitap. Her biri. Erkekler ve kadınlar. Her biri hafızasını kullanarak bir kitap hâline gelmiş.” … Bizim çocuklar biraz sıkıldılar filmden. Oflar, poflar, göğüslerde bağlanan kollar, aniden düşen kafalar… Sıkılsalar da, patlasalar da izlemeye devam ettik. Çünkü bu filmi hep hatırlayacaklarından ve şimdi olmasa bile zaman içinde anlayacaklarından eminim. Bir çocuk oyunu yazmaya başladım. Dört altı yaş grubu için kısa bir oyun bu. İki anlatıcıyla başlayacak. Tercihen anlatıcılar Palyaço olabilirler. Çocuk oyunu yazmak zor bir alan. En önemlisi de yazmaktan çok hangi yaş grubuna hitap edeceğini tespit edebilmek. Dört-altı yaş grubu için kavramsal bir oyun yazmaya çalışıyorum. Teması: Diş fırçalamanın önemi… Eğlenceyle ve müzikle yoğrulmuş, seyirciyi de içine katan bir oyun olacak… Oyunu Mayıs ayı sonunda dört beş anaokulunda sahneleyeceğiz. İyi de kostümler?! Nursen’e sordum. “Yetiştiririz.” dedi başını önündeki işten kaldırmadan. Ahh onun bu azmi yok mu?... Kostümleri yetiştirme telaşı devam ediyor. Neredeyse bitti sayılır. İnce ayrıntılar kaldı. Süsler, başlıklar, kemerler… Bu gece de on ikiden önce eve giremedik. Komşularımız halimize şaşırıyor olmalılar… “Canım Anneciğim” için yeniden umutlandık. Bir arkadaşımızı madam rolünde denedik. Olmadı. Aslında olabilirdi fakat en az iki ay çalışmamız gerekiyor. Oysa önümüzde yalnızca bir ay var. Üniversite kapanmadan sergilemek zorundayız çünkü. Erzurum’da tiyatro izleyicisi genelde öğrencilerden oluşuyor. Öğrenci yoksa bir taşra şehrine dönüşüyor burası. Boş sokaklar, kapalı dükkanlar… Seneye her ne pahasına olursa olsun bu oyunu sergilemek istiyoruz. 3 Mayıs akşamı gösterimiz var. Bugün 1 Mayıs. Kostümler henüz hazır değil. Nursen gösteri için kiralanan salonda çocuklara genel prova yaptırdı. Geldiğinde çok gergindi. Yüzündeki çizgiler derinleşmişti sanki. Prova berbat geçmiş. Kostümler de sanki uzadıkça uzuyor… Tam bir sinir harbi yaşadık. Gazeteler dövülen insanların, yaralı yüzlerin, biber gazı soluyarak fenalaşanların haberleriyle dolu. Geriye fotoğraflar kaldı. Ve acımtırak hikayeler… Polis-gösterici dramatizasyonu yaptıran öğretmenin kulakları çınlasın. Gösteriye bir gün kaldı. Kostümler bir türlü bitmiyor. Gerginlik had safhada. Nursen bir kere daha prova yaptırdı çocuklara. Giderken sekiz on paket sakız aldı; güzel yapanı ödüllendirmek için. Gözleri gülerek döndü. Her şey yoluna girmiş. Şimdi tek derdimiz kostümler. Karagöz Hacivat kostümleri kesilmedi bile. Altı tane ağaç dikilecek. Meyvelerden ve hayvanlardan eksikler var. Anlaşılan yine sabahlayacağız. Akşam saat sekizde gösterinin müziklerini seçtik. Bilgisayarda tek tek dinleyip ayarladık. Hazırlanan sunumları ve tanıtım filmini gözden geçirdik. Tanıtım filminin montajı istediğimiz gibi olmamış. Bazı yerlerine fon müziği eklemek gerek. Feriha Hanım ve Ayşe makinelerle bütünleştiler. Nursen bir benim yanımda bir onların. Gece saat iki. İş bitmeyecek gibi görünüyor. Kahve üstüne kahve içiyoruz. Tanıtım filmini neredeyse bitirdim. Ağaç kostümü için kesim yapıp yapamayacağımı sordu Nursen. Kesim, dikim işlerini pek sevmem ya, “Olur.” dedim. Dört tane ağaç kestim(!). Süngerleri, astarları, gövdeleri… Saat sabahın beşi. “Gül Parmaklı Şafak” kendini gösteriyor. Bir ara kendimi ikili koltuğa attım. Koltuğa düşmeden uyuyakalmışım. Uyandığımda saat altıya geliyordu. Üzerime üşümeyeyim diye kestiğim ağaç gövdelerinden örtülmüştü. Ne gece ama!... Altı buçukta evin yolunu tuttuk. Feriha Hanım ve Ayşe’nin ne yaptığını söylememe gerek yok sanırım. Eve girer girmez dar attık kendimizi yatağa. Saat ona kadar deliksiz uyumuşuz. Apar topar kalkıp iş yerinde aldık soluğu. Hala çalışıyorlar ve hala yetişmeyen kostümler var!!! Bu arada kestiğim ağaçlar Feriha Hanım’ı krize sokmuş. Çok kıvrımlı kestiğimden dikmekte zorlanıyor. Ayşe uyku sersemi. Tek kelime konuşmuyor. İşe kilitlenmiş adeta. Saat ikide sahne arkasında bize yardımcı olacak arkadaşlar geldi. Nursen kostümleri yaş gruplarına göre bölüp tek tek paylaştırdı, görev dağılımını yaptı. Bu sırada ben tanıtım filmini ve sunumları son kez gözden geçirdim. Kostümler!… Hepsi yetişti. Eksiksiz hem de. Arabayla iki seferde ancak taşıyabildik gösteri yapılacak salona. Ayşe saat dörtte gitti. Gitmedi uçtu sanki. Gözleri kapanmak üzereydi. Feriha Hanım evin yolunu tuttu. Uyuyup dinlen dediysek de dinletemedik. Duş alıp gösteriyi izlemeye gelecekmiş. Gösteri yapacağımız salondayız. Yaklaşık iki yüz izleyici var. Sahne gerisinde koşuşturmaca başladı. Giyilip çıkarılan kostümler, mızmızlanan çocuklar, bağırış, çağırış, panik, son kez tekrarlanan roller, ezber edilen dans figürleri… Ben müzik, ses ve ışık sistemini yöneteceğim. Hepimiz heyecanlıyız. Bir ara sahnenin kenarından seyirciye bir göz atıyorum. Feriha Hanım beni görüp el sallıyor. Gösteriye üç beş dakika kaldı. Sahne gerisine geçiyorum. Nursen çocuklara: “Hazır mısınız?” diye soruyor. “Eveeet!” diye hep bir ağızdan bağırıyor çocuklar. Nursen yeniden ve öncekiden daha yüksek bir tonda soruyor. Çocuklar aynı tonla karşılık veriyorlar. Kulise açılan merdivenin başında durmuş ona bakıyorum. Fark etmiş olacak. Göz göze geliyoruz. Gülümsüyoruz. Gözlerindeki ışık içimi aydınlatıyor. Öyle kararlı, ılık, dingin, pırıl pırıl ki… Mayıs 2008 Erzurum
Yorumlarygyt
{ 28 Ekim 2008 16:00:12 }
hiç de güzel olmamış
murat
{ 17 Temmuz 2008 08:24:56 }
sevgili arkadaşlarım sizleri böyle güzel işlerle uğraşıyorken görmek beni çok mutlu ediyor. Elinize, yüreğinize sağlık. Saygılar sunuyorum. İstanbulda görüşmek üzere bekliyorum.
şenol
{ 04 Haziran 2008 07:21:01 }
her şeye rağmen direnişinize, inatla ayakta duruşunuza ve terinize sağlık
nihat ziyalan
{ 17 Mayıs 2008 15:16:54 }
NE SOYLESEM AZDIR
Diğer Sayfalar: 1. BU GUZEL INSANLAR ICIN NE SOYLENSE AZDIR. ALINLARINDAN DEGIL ELLERINDEN OPERIM ONLARIN. OMRUNUZ UZUN OLSUN ARKADASLAR. SYDNEY`DEN DOSTLUKLA. NIHAT
Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|