|
|
Bir Şaşkının Şampiyona GünlüğüKategori: Yaşam | 2 Yorum | Yazan: Neslihan Acu | 14 Mayıs 2008 15:05:18 Lafa küt diye gireyim. Ben futbol maçı seyretmeyi severim ama erkeklerin futbol için neden öyle delirdiklerini bir türlü anlamam. Geçtiğimiz cumartesi gecesi (Yani Galatasaray'ın şampiyon olduğu gün), kader rüzgarlarının da arkadan ittirmesiyle, şenliklerin tam ortasına düştüm ve orta çaplı bir ruhi sarsıntı geçirdim.
Hala da tam düzelmiş sayılmam, zaten düzelmiş olsam böyle bir yazı yazmaya kalkışmazdım hiç. Anlayın halimi. Olay Levent’te başladı. Birkaç arkadaş yemek yemiş, sonra da bir dondurma faslı yapmak üzere Nispetiye Caddesine çıkmıştık, gece 10 civarında. Ve fakat, o neydi? Cadde alev alev yanıyordu. Sarı kırmızı bayraklarla kaplanmış arabalar caddeyi işgal etmişti ve insanlar arabaların tepelerinde, ellerindeki devasa meşaleleri sağa sola sallıyor, ortalığı ateşe ve dumana veriyorlardı. Aklıma Attila İlhan’ın “İstanbul Ağrısı” şiiri geldi o an. “Ulan İstanbul, uğruna ateşler yakmadık mı, Mohikanlar gibi sana tapmadık mı?” diyen şiir hani. Gerçi Attila İlhan’ın bahsettiği Mohikanlar bunlar değildi ama olsun, bunlar da İstanbul’u ateşe vermeye niyetliydiler. Kararlıydılar hatta. Polis güçleri bu ateşetaparların çevresinde bir halka yapmıştı, mutlu mesut olayları izliyorlardı. Yüzlerinde öyle bir ifade vardı ki, biz sıradan insanları bu futbol fanatiklerinden değil de, fanatikleri bizlerden korumak için orada bulunduklarını şıp diye anladım. Ve aynı anda, o gece sokaklarda sürtmeye devam edersem başıma gelecekleri de anladım. Derhal tüymeliydim bu ateşli ortamdan. Tavuk kanadı gibi kızarmayı hiç istemezdim doğrusu. Ara yollardan 4.Levent metro girişine kaçmayı başardım ve yeraltına indim. Taksim’e sağ salim ulaşırsam oradan bir dolmuşa biner ve Bağdat Caddesine atardım kendimi. Heyhat! Metroda mutluluk sadece 1 durak sürdü. 1. Levent’te sarı kırmızı renklerden oluşmuş bir güruh “oooouuuuuuaaaaaaaavvvvggghhhhhh” şeklinde tarif edebileceğim, tuhaf bir uğultuyla metroya bindi. Ve biz “normaller” ayvayı koçanıyla yedik. Bu güruhun terminolojisinden anladığım kadarıyla, futbolda şampiyon olan takım “şampiyon” olduğu için sevinmiyor. Asıl sevinci, diğer takımı “becermiş” olmaktan kaynaklanıyor. Ben futboldan pek anlamam dedim ya… Sarı kırmızılı taraftarlar “aslan fener aslan fener” şeklinde tezahürat yapmaya başlayınca, önce çok duygulandım. Vay dedim, ben bu ülke insanına haksızlık ediyormuşum meğer… Aslında ne kadar da hassas, ne kadar da olgunmuş bizim insanımız… Baksanıza, şampiyon olan takımın taraftarı, ikinci olanı “onore” ediyor, “aslan Fener!” şeklinde. Ve fakat lafın gerisi, “kuyruğun nerede?” şeklinde gelince hafif bir duraklama evresi geçirdim ben. Yan kompartıman bu soruyu sorarken, bizim kompartımandaki futbol aşıkları, “kuyruğum yok kuyruğum yok!” şeklinde başlayan ve kuyruğun nereye sokulduğunu el ve kol işaretleriyle de anlatan, hararetli bir cevap yetiştiriyorlardı yandakilere. Sanırım bu koro, çok hoşlarına gitti. Çünkü aynı tekerlemeyi, “yengeç fener yengeç fener kıskacın nerede?” ya da “kurbağa fener kuyruğun nerede?” formlarına da sokup epey eğlendiler. Bense kendimi sosyolojik bir gözlem yaptığıma ikna etmeye çalışarak ve fakat beynimin kuytu köşelerinde acayip tırsmış bir vaziyette, “nasıl etsem de tek parça halinde bu metrodan çıkmayı başarsam” şeklinde ince hesaplara takılarak, yerimde ööööyle kaskatı bir vaziyette oturuyordum. Derken zıplamaya başladılar. “Zıpla zıpla, zıplamayan fenerli” şeklindeki tezahüratla tüm erkekler aynı anda zıplamaya başladı. Böylece Mecidiyeköy durağına metromuz bir kanguru gibi zıplayarak girdi. Yan tarafımda oturan Koreli olduğunu sandığım genç çiftin yüzleri tam bu aşamada beyaza kesti. Acaba onlar da benim gibi, vagonların ne tarafa devrileceğini mi hesaplıyorlardı, emin olamadım. Neyse efendim, Taksim’e tek parça vardık varmasına ama yeraltından yerüstüne çıkmak mümkün görünmüyordu. Neşeli taraftarlar yürüyen merdivenlerin üstüne salkım hevenk saldırınca, tüm yürüyen merdivenler felç geçirdi, öylece kalakaldılar. Böylece o 80 derecelik merdivenleri, dillerimiz bir karış dışarıda, ağır ağır çıkmak zorunda kaldık. O arada taraftarlar önlerine çıkan her şeyi (turnikeleri, duvarları, merdivenleri) şevkle tekmeliyorlardı. Metroda tek bir güvenlik görevlisinin dahi olmadığını o anda fark ettim ve ortamdan acilen sıvışmam gerektiği bir kez daha kafama dank etti. Ama kolay değildi. Taksim’e çıktığımda Taksim meydanının da alev aldığını gördüm. Ulu Manitu, daha iki hafta önce sineklerin bile uçmadığı meydan mıydı bu? Bu ne şenlikti yarabbi! Tüm arabalar vaaaaaarttlıyorlardı, her araba camından bir meşale çıkmıştı (karanlıkları aydınlatmak üzere). Ve taraftarlar, her köşede, neyi (yani, fenerin kuyruğunu) nereye, nasıl soktuklarını el kol işaretlerinden de destek alarak yedi cihana ilan ediyorlardı. Etap’ın önünden sıvışmaya çalışırken, bizim sazcının orada olduğunu gördüm. Sivrisinek kılıklı, yaşlıca bir adamdır bu sazcı. İstiklal’de amfileri dayayıp elektronik kemençe, saksafon vs ile ortalığı inletenlere inat, akustik takılır. Kendi çalar kendi duyar yani. O sırada da, o cümbüşün ortalık yerinde, sanki sessiz bir yaylada saz çalıyormuşçasına kendinden geçmiş, huşu içinde telleri tımbırdatıyordu. Ona bir teklik atmak isterdim ama durursam ezilme tehlikesi vardı, o yüzden yoluma devam ettim. Neyse… Kendimi Bostancı dolmuşuna attığımda dertlerimin bitmediğini, yeni başladığını fark ettim. Zira taraftarlar tüm yolları kapatmışlardı. Taksim’den çıkacak delik yoktu. O esnada bir ambulansın çaresizlik içinde vık vıkladığını gördüm. İçindeki şaşkın hastaya çok kızdım. Tam şampiyona gecesi kalp krizi geçirilir mi be adam? Burası İstanbul. Her şeyin bir sırası var, her işin bir adabı var. Lafı uzatmayayım… Şoförümüzün çılgınca manevraları sayesinde Gümüşsuyu’na tersten dalarak, ortalığı tampon tampon yararak, bir şekilde Beşiktaş’a varmaya ve yaklaşık 1 saat sonra da köprüye girmeye muvaffak olduk. Bu esnada saatler gece yarısı 1’e geliyordu. Köprü de tıkalıysa, kahvaltıya giderim artık eve diye düşünüyordum. Neyse ki köprü açıkmış. Anadolu yakasına ayak bastığımızda, o “tuhaf sessizliği” fark ettim. Havada bir uğursuzluk vardı sanki. Fenerbahçe stadyumuna yaklaştığımızda minibüsümüz bir polis ekibi tarafından durduruldu. Sanki komünizm çökmeden önceki günlerdeydik ve Bulgaristan sınırından geçiyorduk, öyle bir hava vardı ortalıkta. Polisin aşırı ciddi ifadeli yüzü, camdan içeri sarktı ve biz yolculara şüpheyle, tek tek baktı. Sonra çok ciddi bir ses tonuyla “yanınızda Galatasaray flaması, forması falan varsa, saklayın onları” dedi. Tanrım, evet! Öyle ya! Düşman topraklarına, yani Fenerbahçe cumhuriyetine girmiştik. Nasıl da uyanamamıştım duruma! İçim buz kesti birden. Ya sabah evden çıkarken sarılı-mavili ya da sarılı-kırmızılı bir şeyler giymiş olsaydım? Hangisini giyersem giyeyim, İstanbul’un bir yakasında paralanmam kaçınılmaz olacaktı. Sarı mavi giyinseydim metroda parça pinçik olacaktım. Sarı kırmızı giyinseydim Anadolu yakasında cinayete kurban gidecektim. Sabah giydiğim siyah tişörtüme sevgiyle baktım. Hayatımı kurtarmıştı bu tişört. Ama bir gün intihar etmeye karar verirsem bu yöntemi denemeye karar verdim. Öbür tarafa kestirmeden gitmenin en iyi yolu buydu, belli ki. Feneryolu’nda polis bir kez daha durdurdu. Ve aynı ciddi suratla, aynı uyarıları tekrarladı. Sarı kırmızı flama yok, gassaray diye tezahürat yok, o yok bu yok! Hepimiz uslu uslu başımızı salladık. Şoför, tamam abi dedi, uysallıkla. Sorumluluklarımızın bilincindeydik. Omuzlarımızda ağır bir yük taşıyorduk. (!!!) Sonunda eve vardım. İçeri girerken, kafamda çeşitli düşünceler kelebekler misali uçuşuyordu. 1 Mayıs’ta tanklarıyla toplarıyla meydanı koruyan, içeriye solcu bir sineği bile uçurmayan, biber gazı takviyeli polis gücümüzü düşünüyordum mesela. Oysa aynı polis, futbol fanatiklerine karşı ne kadar hassastı, ne kadar uygardı ve adeta AB normlarındaydı. Demek ki dedim içimden, sendika isteriz hak isteriz hukuk isteriz şeklindeki gösterileri, futbol şenliklerinin içine saklamak, yani “embedded” yapmak lazım. Bizi kurtaracak olan budur işte: Embedded protestolar. Seneye 1 Mayıs’ı, futbol formaları giyerek kutlamayı öneriyorum. Sendikalara duyurulur. Tek yol futbol! İleri!
Yorumlarnihat ziyalan
{ 15 Mayıs 2008 09:05:43 }
AYORUM`A HOSGELDIN
degerli neslihan acu sanki bizim eve konuk olmussun gibi sevindim. hosgeldin. romanlarindan sonra medyatava`daki yazilarini da keyifle okuyorum. simdi de ayorum. umarim ayorum kanaliyla seni melbourne`da, sydney`de kitaplarini imzlarken gorurum. eline saglik. keyifler getirdin. sydney`den dostlukla. nihat ziyalan Ümit Köreken
{ 15 Mayıs 2008 05:41:26 }
Sayın Neslihan Acu,
Diğer Sayfalar: 1. Yazınızı kahkahalar içinde okudum. En çok da huşu içinde sazının tellerini tımbırdatan adama güldüm. Onun futbolla sizin kadar bile ilgisi yok sanırım. Şampiyonluk kutlamalarının olduğu gün biz evde film izliyorduk. Birden bir gürültü, temaşa, uğultu, bağırış, çağırış duyduk. Böyle zamanlarda pencereden bakmaya korkuyoruz. Bir kaza kurşunu falan isabet edebilir malum. Yalnızca uğultu şeklinde gelen seslerden ve araba kornalarından anladık kutlama yapıldığını. Yazınızı okumaya başladığımda hemen 1 Mayıs geldi aklıma. Hani şu her gösteriyi provoke eden karanlık adamlar şampiyonluk gösterilerine hiç dokunmuyorlar nedense. Demek şampiyonluk provoke edenler için de dokunulmaz bir olay. Ben de Ankara'da böyle bir olayın tam ortasında kalmıştım. Sakarya caddesindeydik. Ellerinde bayraklarla kalabalık bir grup gırtlaklarını dibine kadar zorladıkları ses tonlarından anlaşılır bir vaziyette, bağırarak yanımızdan geçtiler. Ardından -bize göre- hiçbir nedeni yokken bir aracı ters çevirdiler. Araç 34 plakaydı. Taraftarlar bir Ankara takımının taraftarlarıymış ve bir İstanbul takımına yenilmişler. İlginç bir yanı var futbolun. İdeolojilerin ayrıştırdığı insanları bile birleştiriyor. Gündüz kavga eden adamlar bir bakıyorsunuz gece kol kola halay çekiyorlar. Ayrıca iyi ki Beşiktaş şampiyon olmamış. Yoksa üzerinizdeki siyah tişört sorun olabilirdi. Selamlar. Ümit Köreken
Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|