|
|
ÇocuklarKategori: Felsefe | 0 Yorum | Yazan: Berna Kayra | 21 Mart 2023 15:25:33 İnsanlık tarihinde çocuk; öyle şimdiki gibi göz hizasına inerek, eşit bir seviyeden konuşulması önerilen, can kulağı ile dinlenip, sözcüklerle ifade edemediklerine de açık olunan, tüm duyguları gözetilip, her duyguyu yaşamasına izin verilen bir varlık değildi. Hoş şimdilerde de pek öyle olduğu söylenemez. Çoğumuz kendi çocukluğumuzdan bahsederken ya “vur kafasına al ekmeğini” tarzında görülen bir tip olduğumuzdan ya da “dayakla, kötekle bile uslanmayıp, ele avuca sığdırılamadığımızdan” dem vururuz. Her türlü şiddeti terbiyenin ana unsuru olarak gören nice kültürler vardır.
Öyle bir zamandayız ki, bilenle bilmeyen, bildiğini uygulayamayanla, yaptığını doğru sanan birlikte yaşıyor. Maalesef akıl ve ahlak seviyemiz çocuklara nasıl muamele edilmesi gerektiğine erecek durumda değil. Kendine emanet edilen çocuklara karşı suç işlemeyi göze alanlardan bahsetmiyorum sadece. Toplumun en küçük birimi olan ailede ebeveynlerin sorumsuzluğunun neden olduğu arızaları -kendimi de katarak- düşünüyorum. Evet anne babalık müessesesi hassas ve tartışmalı; ama çocuğa, devlet politikaları nasıl yaklaşıyor, onları ve çıkarlarını korumak için ne yapıyor, eğitimde, güvenlikte, sağlıkta, hukuksal konularda gelecek için önlemleri, planlamaları neler, kritik etmesi çok gerekli konular. Bu evrensel konularda yıllardır çözülememiş kronikleşmiş problemler varken, üstüne bir de acil müdahale gerektiren akut durumlar ortaya çıkıyor. Geçtiğimiz günlerde yakınlarını, her şeylerini, bir gecede kaybetmiş çocukların durumu gibi. Küresel Kalkınma Merkezi’nin 2015 yılında yaptığı çalışmanın analizine göre iklim değişikliğinin %79 ‘undan sorumlu olan Batı ülkeleridir. UNISEF’in raporuna göre, gelişmiş ülkelerin yarattığı iklim adaletsizliği, dünyadaki toplam çocuk nüfusunun yarısı olan 1 milyar çocuğu felaketlere maruz bırakıyor. Yetişkinlerin kararlarında oy hakkı olmayan çocuklar (hatta henüz doğmamış olanlar), savaş, eğitim, sağlık gibi konularda, geleceklerini riske atan bu yetişkinlerin benimsedikleri ve direttikleri politikaların bedelini ödüyorlar. Dünyanın her yerinde anne ve babası suça karışıp cezaevine gönderilmiş milyonlarca çocuk mağdur ediliyor. Sürgüne zorlanıp aidiyeti olmadığı için, potansiyel suçlu olarak etiketleniyor veya bizim yakın zamanda yaşadığımız afet gibi büyük yıkımlar ve değişimlerle sonuçlanan olaylarda, oradan oraya savruluyorlar. Adına yaşamak dediğimiz, kurgusu bize ait senaryoların figüranları olan, geleceklerinin hiçbir teminatı olmayan bu çocuklar, tamamen kendi talihlerine teslim edilmiş oluyor. Onlar büyüyüp kendi hikayelerini yazan ve oynayan başrol oyuncuları olduklarında, kendileri gibi bir zamanlar çocuk olan ötekinin hedefi olmaktan kurtulamıyor. Çok eski çağlardan bu güne “eve para getirecek işçi’ olarak görülen, tarlalarda, fabrikalarda çalıştırılan, çocuk yaşta evlendirilen çocukların, hassas bir ilgi ve şefkate ihtiyacı olduğu II. Dünya Savaşına kadar akıllara bile gelmemiş, hastalandıklarında hastanelerde yalnız bırakılmış, yatılı kurumlarda suistimale uğramışlardır. Günümüzde hala bu ve benzeri problemlerle hayatta kalmaya çalışan çocuklar, geleceğin kim bilir nasıl yetişkinleri olacaklar? En iyi anladığım ve en rahat ilişki kurabildiğim yaş grubu olan ergenlerle neredeyse yirmi yıldır çalışıyorum. Sanırım benim için büluğ çağı, buzlar ortasında, içinde bir yangınla oradan oraya düşmek gibi zor geçtiği için, onlarla daima, kendilerini yalnız hissetmeyecekleri iletişimi kurmaya çalıştım. Bakar mısınız, birinin daha bu sabah yazdığı mektuptaki cümlelere: -Uçurumlar var insanla insan arasında, kendiyle insan arasında. Benim de kendimle aramda uçurumlar kadar boşluk var. “Olduğum şeyle olmadığım şey arasında, hayal ettiğim şeyle hayatın beni yaptığı şey arasında bir boşluğum”* Yaptığım tek şey, onların tabiri ile; susmayı ezber eden dillerine, konuşma deneyimi yaşatacak, sessizliği bozduracak izni vermem imiş. Ben sizin o karışık aklınızı seveyim! Fakat çok sevdiğim halde daha küçük çocuklar bana hep bambaşka dünyalardan birer yaratık gibi gelmiştir. Gençken kitaplarını çok severek okuduğum Hesse’nin “Yabancı Bir Gezegenden Tuhaf Haberler” kitabının adını bu grubu anlatan bir tabir olarak kullanırım. Kaldı ki anneme çocukken nasıl olduğumu sorsanız, kesinlikle “tuhaf” olduğumu söyler. Hoş büyüdüğümde fikri değişmiş midir, tartışılır. İnsan belki içinde bir boşluk hissettiği için onu dolduracak çeşitli araçlar ve stratejiler arıyor. Bunlar arasında “başkasının yararı için” gibi görünenler de aslında kendimizi öncelediğimiz şeyler olabiliyor. Bunu bencillik noktasından değerlendirerek söylemiyorum. Sebepleri sorgulamak; abartılı hareketlerden ve ayrıca başkasına zarar verecek davranışlara girmekten de koruyacak bir hudut çizdirir. Başkasına yardım etme eğilimimizin üzerine düşünmeyi bu nedenle değerli buluyorum. Nitekim oldum olası sosyal sorumluluk, insani farkındalık ve benzeri adlandırmalarla pek çok proje içinde yer almaya, ter dökmeye çalıştım yıllarca. Her yıl düzenli olarak huzurevlerinde, çocuk esirgeme kurumlarında, engelliler okullarında öğrenci odaklı işler oluşturup, öğrencilerden çok emek verdim geri planda. Bir işe yaradıkça içimdeki boşluk azalır gibi oluyordu. Öyle hissettikçe duruşumda değişiklik oluyorsa diye suçluluk duymuşluğum da vardır. Özellikle işin sergi ve paylaşım kısmı olan, görülür alana çıkması esnasında, “egom bunun neresinde?” diye izleyip, gerilediğim de olmuştur. Çünkü hepimiz biliriz ki; bir elin yaptığını öteki elin bilmesini istemenin, sadece iyiliğin bulaşıcılığı emelinden fazla bir yanı da vardır. Üstelik o yan sadece “iyi biri” olarak anılmak istemek de değildir. Aydınlanma filozofu Kant, ahlaki eylemin, ödev duygusundan kaynaklanan, evrensel bir yasaya dönüşebilecek “benim yerimde kim olsa aynı şeyi yapardı” diyebileceğin vicdani rahatlığı sağlayan eylem olduğunu, Nietzsche ise erdemli kişinin eyleminin, dürtünün kaynağı olan herhangi bir istençte, acıma duygusundan bahis bile edilmemesi gereken özgün bir seçim olduğunu belirtir. Tasavvufta da hizmet sadece kişilere değil, bir yandan da görevin kendisinedir. Manen daha anlamlı bir dünya ülküsünün çerçevesinde, belli bir insana değil “insanlığın kendisine” emektir niyet. Orada artık “veren sen, alan ben” yoktur. Sorumluluk vardır. Sorumluluğunu bilmek ve uğrunda eylemek özgürlük gerektirir. Haftalar önce birçok otele depremzede aileler yerleştirildi. Acemice de olsa ivedilikle pansuman olmaya çalışıldı. Çocuklar için bir araya gelinen her türlü etkinlik başlangıçta sorgulandı. Biz de kendimizi sorguladık “kaş yapayım derken göz çıkarmayalım?”diye. Psikologlardan yardım ve öneri alındı. Düşen, dizi kanayan bir çocuğa uzaktan bakıp, “kusura bakma, ben sana yaklaşamam, uzman bekle” demek yerine, bir uzmandan ziyade, ‘komşu abla’ gibi yanlarında durmak için inisiyatif kullanıldı. Özenli davranmaya çalışıldığı halde kazalar olmuştur elbet. Ama kenardan izlemek istenmedi. Sahaya atılanların amacı “iyi hissetmek” değildi tabii. Ömründe yalnızca bir defa göreceği birilerine şekerleme dağıtıp, neşeli bir ifade ile ezberden konuşan “yardımsever” kimseler olmak da değildi. Ne yapacağını bilmez bir yerden de olsa, dışında kalarak değil, içinde olarak, yakın durmaktı istenen belki de. Evet bu başkasının hayatı, başkasının felaketiyken, niyet edilen yalnızca, acının sahibine bakmak, görüldüğünü göstermek, çaresizliğini paylaşmak, sadece yanında olmaktı. Bütün çalışmaların ufacık bir noktasında durarak, kendi adıma içsel olarak nasıl şifalandığımı anlatmak isterim: Çocukların içine atılamadım, kendimi herhangi bir şey yapmak için zorlayamadım. Orada büyük özveriyle ilk günden beri -her gün- çalışan arkadaşlarıma destek olmak için yanlarında bulundum. Sonrası hep sakinlikle, akışta gerçekleşti. Kenara çekilmiş, gruba katılamayan bir çocukla yan yana bulduk kendimizi, sessizliğimizi paylaştık. Beraber saatlerce resim yaptık. Ona kitap okumamı istedi. Yaşadıkları ile ilgili kendiliğinden açtığı konular oldu. Neden iş makinelerinden kepçeyi sevdiğini, büyük anneannesinin namaz kıldığı sırada deprem olduğunu, onun evinin yıkılmamasının, aile fertleri tarafından nasıl mucize olarak anlatıldığını, annesinin çalışmak zorunda olduğu için başka bir yere gittiğini, dayısının onlara sahip çıktığını anlatırken, her şey pamuk şeker tadında olmadı elbette. Başka bir gün çocuklar arasında birkaç kere kavga çıktı, birbirlerine vurup küfür ederken, “haydi çocuklar resimlerinizin başına dönün” demenin hiç de faydası olmadığını deneyimledik. Çocuktu onlar. Hem gerçek dünyanın gerçek sorunlarının altında ezilen, hem de oyun oynarken her şeyi unutabilen çocuklardı. Bazıları bol odalı, çok güzel ve güvenli evler resmediyor, bazıları karalamalar arasından yeniden doğan bir güneş hayal ediyordu. Bense uzun zamandır bu kadar dingin vakit geçirmemiştim. Orada olmaktan başka hedefim yoktu. Yan yana nefes alışlarımızdan destek alarak, kendi sinir sistemlerimizi regüle eder gibiydik. İstediğini çizmek, istediğin renge boyamak sihirli bir şeydi. Koskocaman bir kadın olarak değil, vaktini oyunla geçiren bir çocuk gibi hissettim. Kendi çocukluğum gibi çok düşünen, düşündükçe yabanlaşan, içlerinden en çok bağlandığımın anneannesi bana teşekkür ederken, benim onlara teşekkür etmem gerektiğini biliyordum. Gideceklerini öğrendiğim gün “hayatımdan biri” gidecek gibi hissettim. Adını bile ilk kez duydukları bir şehre gönderileceklerdi. Ne kadar süreliğine ve sonrasında ne olacak, kimse bilmiyordu. Verilen şey, kişinin alabileceğinden büyük olduğunda eşitlik yasasını veya karşındaki bir şey istemeden vermenin, dengeyi bozduğunu anlıyordum. Neyin istendiğine bakılmaksızın verilenin, kişiye yük olabildiğini de. Bir şey isteyemeyecek kadar kibirli duranın, verirken de hesapçı olduğunu görebildim. “Acısını aşmak isteyen bir adam, kendisine yardım etmesi için bir Ustaya gider. Adam ustaya sorar: -Usta, eğer günde dört saat meditasyon yaparsam, yüksek bilince ulaşmam ne kadar sürer? Usta adama bakar ve yanıt verir: -Eğer günde dört saat meditasyon yaparsan, belki on yılda yüksek bilince ulaşabilirsin. Bundan daha iyisini yapabileceğini düşünen adam yine sorar: -Oh, usta peki günde sekiz saat meditasyon yaparsam yüksek bilince ulaşmam ne kadar zaman alır? Usta adama bakar ve yanıt verir: -Eğer günde sekiz saat meditasyon yaparsan, belki yirmi yılda yüksek bilince ulaşabilirsin. Adam şaşırır ve sorar: -Ama daha çok meditasyon yaptığım da neden daha uzun zaman alır? Usta tebessüm eder. -Sen bu dünyaya hazzı ve yaşamı feda etmek için gelmedin. Yaşamak, mutlu olmak ve sevmek için buradasın. Eğer iki saatlik bir meditasyonda, yapabileceğinin en iyisini yapabildiğin halde, sekiz saat meditasyon yapmaya kalkarsan yorgun düşersin, amacından saparsın ve yaşamdan haz alamazsın. Yapabildiğinin en iyisini yap. O zaman meditasyonun süresinin değil, yaşamanın, sevmenin ve mutlu olmanın önemli olduğunu anlarsın.”** Teessüf de ederiz yeri gelir. Tecrübe de. Zorluklarla tecrübemiz olmaz dilerim. Ama teessüf için biraz dikkat edelim. *Fernando Pesso **Dört Anlaşma’dan
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|