|
|
Kocaman bir aile gibiKategori: Yaşam | 0 Yorum | Yazan: Berna Kayra | 29 Ocak 2023 00:32:42 Size Bulut’tan bahsetmek istiyorum. Dişil yanı nasıl harcadığımızdan. Bizi kabile ahlakının kurtaracağından. Bu üç konu üzerine gönlümde pencereler açılıyor. 19 Ocak’ta geçen seneki mezunlarımdan bir öğrencimin toprağa verilişine şahit oldum. Her ölüm gibi hayatın bir anda, onun da şu anda olduğunu hatırlattı. Bir canı dünyaya getirip, emek verip, üzerine titreyip, hayata güvenle bağlayamamanın hüzün, kaygı ve üzüntüsünü hissettirdi. Bir Bulut geçti dünyadan. Benim anılarımda kaybına şahit olduğum üç öğrencimden en yakını olarak yerini aldı.
Son olsun. Çok acıtıyor. Emek verdiğin, her gün belki ailesinden daha fazla gördüğün, birçok halini bildiğin, gözlerinin önünde büyüyen, evladın gibi olan birinin ebediyen susması çok ağır geliyor. Daha konuşsun isterdim. Temelli susmadan önce daha çok sormak isterdim. Kulağında kulaklıkla müziğini dinlerken aklından neler geçiyordu? Benim ne yaparsa o hale izin verdiğim, derse çekmek için zorlamadığım tek öğrencimdi. Kimsenin fazla karışmadığı, kendi halinde bir ruhtu Bulut. Keşke daha çok karışsaydım. Ne dinlediğini, ne anlattığını daha çok dinleseydim. Kendini suçlamak değil ama pişmanlık gibi hissettiğim. Oysa ben gençleri hep dinlerim. Merak ederim. Anlamaya heyecan duyarım. Sevgi vermekte cimri davranmam. Kendi içime kaçmış, cesurca kendini ifade edememiş, güvenli bir alan bilmeyen bir çocukluk ve gençlik geçirdiğimden dolayı belki, elimin uzandığı her öğrencimin içlerindeki en derin benliklerinde henüz masum olan yanlarından tutup, birlik bilinci ve sevgiye dayanan bir ahlak anlayışı için alanlar açmak isterim. Bulutçuğum kuş oldu uçtu. Bana anlamanın, topluluktan kopmamanın, yargılamamanın önemini hatırlatarak. Kendimi annesini daha fazla suçlarken yakaladım bir an. Her şeyde kendimi ve başta annem olmak üzere tüm kadınları suçlarken. Dişil yanın her şeyi halletme heveslisi ve kendini görme ve sevmedeki acemiliğinden olsa gerek, başarısızlık olarak gördüğü bütün konulardaki yorgunluğunda gizli bir öfke yatıyordu. Aslında güçlü bir şifacı, yaratıcı ve dönüştürücü olan rahim enerjisini birbirimizin varoluşunu desteklemekte kullanmak yerine, en başta anneyi, kadını yargılama eğilimi ile harcıyoruz. Bir yerde bir sorun baş gösterdiğinde yetersizlik arayan zihin varoluşları ile eğitiliyoruz. Diğer yandan da, canı sıkılana, sıkı can kolay çıkmaz, diye teselli verip, sıkanın ne olabileceğine bakmıyoruz bile. Çok şükür ilişki zenginliğinde ben dünyadaki en şanslı kadınlardan biriyim. Etrafım bana güç veren kadın dostlarla çevrili. Bir elimin parmakları kadar olan en eski grubumla, yıllardır düşe kalka bir okuma- izleme -tartışma günü götürmeye çalışıyoruz. İstanbul’daki bu kadim dostlarla (sadece elimize lisedeyken doğan, artık hepimizin yeğeni olmuş canımız Münih’ten katılıyor) aslında teknolojinin imkanlarını uzaklıkları yakınlaştırmada kullanma konusunda fena değiliz. Ama bir düzen tutturmadaki güçlüklerimizden ötürü zaman zaman birbirimize hem komik, hem ciddi bir şekilde köpürüp, kavga edip yine de pes etmiyoruz bu çalışma prensibimizden. İşte her biri ayrı bir alem bu ahretliklerimle en son ele aldığımız Johann Hari’nin Kaybolan Bağlar- Depresyonun Gerçek Nedenleri ve Beklenmedik Çözümler adlı kitabımızı geriden okumaya başladım. Kendimi yazarın yaptığı TED konuşmasını dinlerken buldum. O kadar etkilendim ki, okulun son günü dersine girdiğim sınıflarda kaç öğrenci varsa hepsine de izlettim. Onlarla bir daha dinlemek daha da etkiliyordu beni. Bunalmış, depresyon teşhisi ile erkenden ilaçlarla tanışmış ya da çareyi hep yanlış işleyen bir şeyi değiştirmekte bulan ve bir şeye bağımlı kılan anlayışların tuzağına düşmüş gencecik insanlara ulaşsın istedim. Ne kadar acıklı bir şeyi ne kadar sade ve dokunaklı bir şekilde anlatıyordu yazar videoda da. Genç bir gazeteci olarak dünyanın büyük bir kısmını gezmiş ve kendi derdine derman ararken depresyonun yalnızlığımız ve yaptıklarımızla ilgisine dikkat çekecek bir kitap yazmış. Bizi kendi başımıza devrin beklentilerine, kendi seçimimiz olmayan işlere salıp, “kendin hallet”meyi güzelleyen başarı ölçütleri sunan; kendimizi ve birbirimizi sevmeyi unutturan, kimsenin kimsenin gözünün içine bakmadığı, doktorun iki satır duyduklarına ilacı verip gönderdiği bir dünyada yapayalnız bırakan hayatlar yaşıyoruz. Benim bu kitabı okumama sebep olan hatunlarla sürdürülebilir bacılık ilişkim ve tabii onlar gibi bana yoldaşlık, rehberlik eden diğer kadınlarım, benliğimle temasa geçmemin yardımcı süper kahramanlarıdır. Bazıları kendilerinde bin bir kusur buldukları zamanlardan geçseler de, hepsi kalplerinin derinliklerindeki yankıları ve kafalarının içlerindeki sesleri duymaya ayarlı ve de çok duyarlıdırlar. O yüzden şifanın birbirimizi de duymaya niyet ettikçe geleceğini bilir, ellerindeki neyse paylaşmaya can atarlar. Hari, birbirinin sırtını sıvazlayıp “ne kadar da zor bir işin içinden geçiyormuşsun cancağzım” dediğimizde (cancağzımı ben ekledim bizim kültüre yakıştığından), o müşküle birlikte bir çare bulmaya, ya da onu görmeye, anlamaya, hissetmeye çalıştığımızda depresyona girmek yerine yaşam enerjisini kazanmak için yeni bir yol bulan bir adamın hikayesini anlatıyor. Güney Afrikalı psikaytrist Dr. Derek Summerfield Kamboçya’da antidepresanları tanıtıyormuş. Oranın yerel doktorları bizim bu kimyasallara ihtiyacımız yok demiş. Ve bunu bir hikaye ile anlatmış. Pirinç tarlalarında çalışan bir çiftçi varmış. Bir gün ABD ile yaşanan savaştan kalan bir mayına basmış ve bacağını kaybetmiş. Protez bir bacakla pirinç tarlalarında çalışmaya geri dönmüş. Ama bacağını kaybettiği için travmatize olduğu yerde, pirinç tarlalarındaki suyun içinde çalışmak protez bir bacakla çok acı veriyormuş. Her gün ağlayıp yataktan çıkamaz hale gelmiş çiftçi. Kamboçyalı doktor işte bu noktada ona kendi yöntemimiz olan antidepresanı verdik, sizin kimyasal olanın yerine demiş. Yanına gidip onunla oturduklarını, onu anladıklarını, acısının anlamlı olduğunu, içinde olduğu duygulardan dolayı bunu göremediğini ama hislerinin makul bir nedeni olduğunu anlatmış. Yerli doktorlardan biri, eğer biz bu adama bir inek verseydik mandıra çiftçisi olur pirinç tarlalarında içine düştüğü duruma düşmezdi, demiş. Ve adama bir inek alıp iki hafta içinde kendine gelmesini sağlamışlar. Bunu kitabında anlatırken Hari şunu ekliyor; Onlar için antidepresan beyin kimyasını değiştirmekle ilgili değildi - kendi kültürlerinde tuhaf görünen bir fikirdi bu. Asıl mesele, topluluk olarak hep birlikte depresyondaki kişiye, üzerlerinden atamadıkları derin üzüntüye karşı hayatını değiştirecek gücü vermekti. “Seni sadece görmek bile benim için ne büyük mutluluk” dediğim iş arkadaşımın 5 yaşındaki kızı bile yanağını yanağıma dayayıp, kollarını boynuma sarıp, sevilmeyi öğrenmenin, çarpım tablosundan ya da “Ela ile Lale’nin lale alması”nı okuyup yazabilmekten daha önemli olduğunu anlıyor. Bir öğrencim kendini sınıfına ait göremediğini, diğeri tam bir birlik hissetmediğini anlatmaya çalışıyor. Üstelik arkadaşlarının kalbini daha çok kırmaktan korktuğu için daha fazla konuşmak istemediğini söylüyor. Duygularımızı açıklamanın kötü sonuçlar doğuracağına o kadar inandırılmışız ki, susmak daha az başımı ağrıtır, diyoruz. Ya da anlamsızca konuşmak. Nüktedan olursak mutlu görünürüz, dış görünüşümüze odaklanırsak hayatımız anlam kazanır, bir şeyleri başarırsak kalitemiz artar, aranan olursak giderimiz olur. Bütün ilişkilenmelerde bir ticaret var aslında. Fazladan açılmamız beklenti yaratır korkusunu bir yana koyup, açılacak olsak ne çıkacak içimizden onu da kaçımız biliyoruz? Herkes rüya yorumluyor, yaşıyorum dediğimiz bu rüyada ne oluyor bakmak yerine. O kadar ender zamanlarda uyanık hissediyorum ki, bana öyle olduğumu hissettiren yerlerde, hissettiren kişilerle olmayı seçiyorum. Ama sağ olsun bir arkadaşım, sen önüne çıkan herkese bak, talebi olanı geri çevirme, onda ne görmen, senin de neyi ne kadar vermen- alman gerekiyorsa, ikinizin iradesiyle el ele yürürken bahtınıza ne düşecekse, alışverişte kal dedi. Tam olarak bu cümleler değildi tabii, o bir dervişin hikayesi ile anlattı. Kendini dağlara vurup inzivaya çekilen ile insan içinde kalıp hizmete devam edenin, neyi ne kadar yaptığıyla ilgiliydi hikayesi. Bende uyanan ise, hizmeti bitenin hattan zaten düştüğü oldu. Hele bir görsek ne kadar da aynı havuzda yüzdüğümüzü. Ah bir görsek. Yıllar yılı aynı havuzda yüzmüş yitik ruhlarız biz….Buna notta dönerim. Gecenin bilmem kaçında kadınlarımdan biri uzaktan beni yine bilip, öyle anlamını bulan bir şekilde sesleniyor ki, artık hayreti bırakmaya çalışmak yerine o hayretle uzaktan uzağa denk düşüşümüzün, bağlantımızın ve eşzamanlılığımızın tadını daha çok çıkarıyorum. Bazen bir şarkı yolluyor, bazen bir kadeh kaldırıyor, bazen iyi misin gönlüme düştün yazan bir mesaj atıyor. Öteki anlatmadıklarımı rüyalarındaki mesajlarla birleştirip haberini mutlaka alıyor. Uzaklık ve mesafenin gönül gözüyle yolculuklarımızda hiçbir hükmü olmadığını biliyorum. Şehirden kaçıp on yıl önce kurduğum kasaba hayatımdaki yeni dostlarımdan biri, elimde anahtarımla açamadığım kapımdan beni alıp, ortaokula geçen oğlumun ilk karnesini ve takdirnamesini görmeye götürüp, açık kapıları ve açan anahtarları hatırlatan nefis bir misafirperverlikle evinde ağırlayıp; ertesi gün çilingirle evime geri getirerek, boyalı elleri ile “hadi sık şu portakalları sana kek yapayım” diyor. Keki yaptıktan sonra boyalarına, üzerinde dans ettiği resimlerine uğurluyorum. O gidince, henüz yapamadığım tüm resimlerin sözcüklerini yazıyorum. Birinin yaptığı çayı içmek ya da saçın iyice kurumamış balkona çıkarken bere tak, demek kadar sade ama sevgi dolu bir paylaşımla titreşiyoruz. Onun bıraktığı yerden, bu güneşli öğleden sonra iki genç kadın ellerinde en sevdiğim çiçek olan mis kokulu bir demet nergisle kapımı çalıyor. Ben de evime giremiyordum, kapımı birkaç saat önce açtırdım diyerek içeri buyur ediyorum. Duymaya geldiklerini, haddimi de bilerek, kalbimin en derin yerinden gelen sahici bir sesle konuşmaya çalışıyorum. Niyetine hazır olup olmadığını sormakla açılıyor muhabbet. Sevgi ile olan sohbetin sonunda bir tanesinin gözlerimin önünde nasıl da ışıldamaya başladığını görmek şükranımı arttırıyor, yollarımızı kesiştiren kaderimize. “Senden sana” diye hatırlatan elleri öpesim geliyor. Onlar da geçip gidiyorlar. Bütün bunları sizle paylaşma aşkıyla yazmaya çalışıyorum. Kendi hikayesiyle bile sana ayna olabilen bir başkası telefon açıp, en rahat konuşabildiği tek alan olan arabasıyla yeni evinin orman yolunda bütün kalbiyle duasını edip kapattıktan sonra, radyoda çalan şarkıyı kaydedip armağan olarak yolluyor. Şarkının sözlerine heyecanlanıp durup dururken kalkıp dans etmeye başlıyorum. Duası şimdiden tutmuş gibi geliyor. Bu kadar desteklendiğini hisseden insan, sevgi bağlarıyla, bağlantıda kalmakla-en başta kendisiyle- doygun hissetmez mi? Yaşamın anlamını bağ kurmada bulanlara susamaz mı? Eskiden insanların akrabaları ile komün halinde yaşadıkları avlulara “Hayat” dediklerini duymuştum.( Sanırım canım hocamdan.) O hayat-larda büyüyen çocukların çekirdek aileyle büyüyenlere oranla, kendi anne babası hazır bulunuşta değilse bile mutlaka bir başka büyüğün sevgisini alabilmelerinin ruh sağlıklarındaki olumlu etkisini hatırlıyorum. Canım Feride ( Gürsoy) de hep anlatırdı bunu ilişki seminerlerinde. Kendimi aradığım ilk gençliğimden beri yanımda yürüyen dostlarımla olan topluluğumuzun ne kadar iyileştirici olduğunu bir kez daha anlıyorum. O toplulukta edilen kavgaların kavga olarak bile ne kadar değerli, büyütücü ve samimi olduğunu kavrıyorum. Öfkenin farkında olunduğunda ne kadar sağlıklı bir sinyal olduğunu da. Bankacılıktan, halkla ilişkiler çalışanı olmaya, sadece hayatta kalmak için yapılan çeşitli işlere kadar yaptığım hiçbir şeyi öğretmenlik kadar sevmediğimi görüyorum. Öğrencileri neden bu kadar sevdiğimi düşündüğümde, ne kadar birbirlerinden farklı olsalar da, hiçbirinin bilinçli kötülükle tanışmamış, dünyaya ve insanlığa büyük zararlar vermemiş, kimsede derin yaralar açmamış, bir savaş başlatmamış, cinayet işlememiş, ahlaken masuma sayılacak çocuklar olmalarının, yüzlerinde hala o, sevgiye aç olmayı henüz terk etmemiş bebek bakışların etkisini buluyorum. Neden onlara ve hayatlarına dokunmanın Descartes’i ya da Aristoteles’i anlamalarından daha önemli olduğunu anlatmaya devam etmek istiyorum. Kendilerini unutmayarak yaşasınlar ki yaşlandıkça ihtiyarlamasınlar. Birbirimizin karşısında, birbirimize öğrenci- öğretmen olmaktan öte şahitlik edelim. Ve bunun gerektirdiği ahlaktan başkaca bir ahlakın tellalı olmaya gerek olmadığını anlayalım. Şamanın davulları vurduğunda da, durduğunda da, kafeslerimizin orta yerinde ritmimiz nasıl atıyor izlemede kalalım. El değmemiş ormanlarımızda yürüdüğümüz yolun, oturduğumuz toprağın etrafındaki bütün hayvanlarımızın gözlerinden gördüklerimizden, gözümüzün hafızasına doldurduklarımızla kamuya karışalım. Ve bu yazıyı bitirmek üzereyken son noktasını koyan, gönlümün en nadide köşesinin sahibinden gelen “Sen istikamet üzere vech ile yürü” çağrısına uyarak dosdoğru yolumuzda yürüyüp, yaptığımız şeylerden hakikatleri görelim. Kocaman bir ailenin hayat avlusunda oyun oynayan bir parçası gibi… Not: O zaman bu yazıdan sonra Pink Floyd’dan Wish You Were Here dinleyelim. Dişil unsuru hatırlatan erile, hayatı güzelleştiren adamlarımıza da eyvallah. İyi ki varlar, iyi ki bir bütünüz.
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|