|
|
Bir film, bir kitap, bir anıKategori: Makale | 2 Yorum | Yazan: Berna Kayra | 30 Temmuz 2022 20:04:38 Bugün sosyal medyadan ustalık alanı ile ilgili paylaşımlarını zevkle takip edip, yazılarını çok severek okuduğum astroloğun sayfasında bir tartışmaya denk geldim. Mediha Hanım erkeklerle kadınlar hakkında espri olması niyetiyle, hafif bir yazı paylaşmış, bu paylaşımın üzerine birçok kadın bu latifeye kendince katıldığını belli eden sözcükler ve görsel karakterlerle destek vermişti. Aslında her yazının altındaki yorumları okumak adetim değildir. Ama uzun bir yazı gözüme çarptıysa, hele ona birçok yorum eklendiyse, merakımı cezbeder ve okurum. Yine böyle oldu ve gerilim dikkatimden kaçmadı..
Tartışmalar hem nabzımı yükseltir, canımı sıkar, tüm hayat enerjimi soğurur, insan canavarına güvenimi yerle yeksan eder çoğu zaman- hele şiddetli bir dil ve tutum içeriyorsa- hem de oralardan uzak tutamam kendimi oldum olası. Kavgaları zevkle izleyen yığınların içindeki insanlardan biri gibi olduğum düşünülmesin. Bir had bilmezlik varsa o da sadece sorunu çözmesi gereken kişiymişim gibi sorumlu hissetme saflığımdandır (budalalığımdan da denebilir) Nerede bir ses yükselse ya araya girme ya güvenlik güçlerine haber verme ya da ağlaya ağlaya bağırma eğiliminde olurum. Kimsenin kimseye zarar vermesine dayanamayan birçok kişinin olaya gözünü kapatıp kaçmayı yeğlediği bir dünyada, başıma iş açacak durumların içinde de bulmuşluğum vardır. Boyu boyumu geçen delikanlıların aralarına girip tekmeler yumruklar havada uçuşurken ayırmaya çalışmaktan, trafikte birbirinin gırtlağına yapışanlara yalvarmaya kadar saçma durumlar. Otuzlu yaşlarımda arabuluculuğu (mediasyon) öğrenmek büyük bir zevk vermişti. Sorun yaşayan herkese bulaşıp uzlaştırmak isterdim. Neye alakan yüksekse mıknatıs gibi çekersin hesabı, yıllar önce İstanbul’da kapımın önünde yaşanan mafya hesaplaşmasında silahlı saldırıya uğrayan iki kişinin ölümünü engelleyememekten ötürü uzunca bir süre suçluluk duymuştum. “Daha erken polisi arasaydım” düşüncesinden daha derin bir suçluluktu bendeki. İnsanoğlunun bütün tehlikeli yanlarının insanlığımdaki mümkünlüğünden utanç içerikliydi. Küçük bir çocukken tüm kötü kahramanlarla gerekli konuşmayı yaparak ya da gerçek hayattaki tüm kötülük yapan insanları etkileyerek kötülüklerinden caydırabilecek gücüm olduğuna inanırdım. Aslında herkesin içinde uyandırılmayı bekleyen bir iyilik olduğunu düşündüğümden mi bilemiyorum. Ama hayatta bana kötü muamelede bulunan herkese anlayış gösterebilecek bir yanım olduğuna uyandıran şeyler yaşadıktan sonra anladım ki bunun kökleri de birçok şey gibi çocuklukta yerleşen ve kişiliğini oluşturan unsurlardan. Ne hikmetten olduğunu sonradan anladım ki; hep haklıyım diyen insanlara çekilmek, haklılıklarını onaylayacak sebepler bulmaya çalışmak nasıl büyütüldüğünle de çok alakalı. Empati sandığımız şey, yanlış yapmayı yanlış olmak zannettiği- değer problemi olarak algıladığı için, özeleştiri yapamayan, hatalı olabileceğini kabul edemeyen herkesin bize kendimizi yanlış hissettirecek tahakkümü kurması. Kimse kimseyle boş yere karşılaşmıyor. Trafikte, okulda, alışverişte, dostlukta, aşkta kimle muhatapsak karşılıklı aynalık, çekim yasası. Her şeyi düzeltirsem, hep doğru olursam sevilmeyi hak ederim sanısı narsistik özellikler barındıran bir bakım veren ile büyümenin hediyesiymiş. Hediye olarak algılamayı yeni seçebiliyorum. Çünkü zorlandığımız her konu güçlendiren bir unsura dönüşüyor. Tabii seçimin bu yönde olursa! Böyle büyüyen çocukların kendilerine aynı döngüleri yaşatacak ilişkileri seçmesi tesadüf değilmiş. Benim istediğim gibi olursan seni severim diyen, yanlışı hep dışarıda bulan, kendinde olanı şefkatle karşılamadığı için kimseye anlayışla yaklaşamayan, her şeyin en doğrusunu bildiğine inanan,en kötü şeylerin hep onun başına hep başkaları tarafınca geldiğini düşünüp öfke duyan, kardeşine bile güvenmeyen, başkalarının duygularına odaklanamayıp hep kendi istek ve ihtiyaçlarıyla ilgilenen, kendini çok beğenen, başarısız olduğu konulara asla dayanamayan, eleştiri ve akıl almayan, kendini korumak adına kalbini soğutup en sevdiğim dediğine bile mesafelenebilen, bir an yüksek duygularla yükselip başka bir an yerlere yapışan motivasyonuyla yanındakileri de aynı şiddette dalgalandıran, dürtülerini kontrol edemeyen, intikamcı insanlar da boşuna öyle olmuyor. Görülmek, kabul edilmek, sevilmek, onaylanmak için onlar da kusursuzluk ideali veya yüksek beklentilerle çırpındıkları bir geçmişten geliyorlar. Kimse onları anlamıyor onlara göre ne yazık ki. Onlar da anlatmaktan vaz geçiyorlar. Bir yerde geçmişten ne aldığımıza bakıp, geleceğe ne aktarmak istediğimize karar versek ve bu karar doğrultusunda davranmaya çalışsak döngüyü kırabiliriz. Geçmişi değiştiremesek de üzerimizdeki etkisini yeni nesiller üzerinde farklılaştırmak olası. Bugün hoşuma giden şey, ilk başta anlattığım o yazışmalarda tırmanan gerilimin nezaket ve iyi niyetle düzeldiğini görmek oldu. Paylaşımı beğenmediğini nazik bir yolla belirttiği halde alaya alınan bir adam, hiç üslubunu bozmadan alındığını dürüstçe belirtti. Fikrini söyledi diye sert eleştirildiğini görmek bende de destekleme ihtiyacı uyandırmıştı. Neyse ki Mediha Hanım alaya alan, ağır bir dille eleştiren kadına fazla ileri gittiği bir yorum yaptığını yine esprili ama zarif bir dille söyledi.. Kadın yaptığının yanlış oluğunu kabul edip özür diledi, niyetinin kalp kırmak olmadığını, dilde hatalı olduğunu kabul edince, alınan adam özürü tevazu ile kabul edip yumuşadı. Her şey tatlıya bağlanınca boyun kaslarımda gevşeme hissettim. Binlerce yıldır insan insana kendi doğrusunu kabul ettirecek diye, yanlış anladığı için, cehaletinden, hırsından, kibrinden, sınır bilmezliğinden kabalık ediyor. Güya birbirimizi seviyor oluyoruz, kalbimiz temiz oluyor, niyetimiz bozuk olmuyor. Yanlış anlaşılmasın, kendi yaptıklarımı düşününce de rahatsızlık duyuyorum. Çünkü bir yerde en kolay bulaşan ve yerleşen şey negatif olan. Beyin olumsuzu tekrarlamaya meyilli. Üstelik bu da en ilkel neden olan kendini koruma ve hayatta kalma dürtüsünden. Biyolojik varlığımız ve kurduğumuz medeniyetlerdeki doğa karşısındaki gücümüz ve üstün yanlarımızla “insan” olamadığımıza kesinlikle katılıyorum. Bizi insanlık mertebesine taşıyan en önemli yanlarımızdan biri özkontrolümüz ve içgörümüz bence. Yanlış da yapabilen bir canlı olduğumuzu ve bunu kabul etmenin insanlık ödevimizin ilk adımı olduğunu görmemiz gerekiyor. Hep haklı olmaklığımız bizi öncelikle kendi mutluluğumuzdan ediyor. Hakkımız olduğunu düşündüğümüz yerlerde başkalarının bazı haklarını yok sayarak kendimizi savunduğumuzu, yanlışa yanlışla cevap verdiğimizde koca bir çıkmaza sürüklendiğimizi görmemiz gerekiyor. Tarihte kutsal davalar uğruna ne yozluklara imzalar atılmış hala şaşkınlıkla karşılıyorum. “Kainatta büyük ve zarafetli olan her şey tek bir düşünceden ya da duygudan meydana gelmiştir. Günümüzde gördüğümüz ve geçmiş kuşakların yaptığı her şey, ortaya çıkmadan önce bir erkeğin aklında bir düşünce ya da bir kadının yüreğinde bir dürtüydü. O kadar çok kan dökülmesine neden olan ve insanların aklına özgürlük fikrini sokan devrimler binlerce insanın içinde yaşamış, tek bir insanın düşüncesinden ortaya çıkmıştı. Büyük krallıkların yıkılmasına sebep olan büyük savaşlar bir kişinin aklında ortaya çıkan bir fikirdi. İnsanlığın gidişini değiştiren üstün öğretiler, çevresinden dehasıyla ayrılan bir insanın düşüncesiydi. Tek bir düşünce piramitleri inşa ettirdi, İslamiyeti kurdu, İskenderiye kütüphanesinin yanıp kül olmasına neden oldu” diyor, Halil Cibran, Kırık Kanatlar’da. Ben henüz Danimarka diye bir ülke bilmezken, o ülkede soyadının anlamı mezarlık olan Kierkegaard adlı bir filozof tanımazken, o filozofun felsefesinde İbrahim Peygamberin anlatımından habersizken, büyükannemle yaşadığım evin duvarlarından birinde İsmail’in babası tarafından kurban edilmek üzere olduğu sahne ile ürperiyordum küçük yaşımda. Allah’tan büyükannem İbrahim’e gönderilen koç ile çocuğun kurtulduğunu anlatıyordu. Ama hiç silinmedi o titreme hafızamdan. İşte o titremeyi konu alan filozofla tanıştığımda azıcık aklımı kendimizi, en sevdiğimizi, neye kurban ettiğimizi anlamaya adadım. Ergenlikte kendimce kavga edip küsüşümü saymazsak hep inançlı biri oldum. Ama sorgulamaktan da hiç vazgeçmedim. Benim Allah’tan dediğim ile kendi zanlarımı ayırabiliyor muyum diye sorguladım. Daha da önemlisi, benim Allah’ım, beğenmediğimin de Allah’ı değil miydi? Beni hor gördüğümden üstün tutan neydi? Ben kimim ki O’nun kulum diye affettiği ve sevmekten vaz geçmediğinden O’na daha yakın olduğumu sanıyorum? En azından bu muhakemeye sahibim. Şükür ki artık kendimi hatalarımla da sevmeye razı geldiğim bir noktaya yaklaştım. Hatalıyım, noksanım var, her şeyi doğru bilmiyorum, doğru yapamıyorum. Ama böyle de değerliyim, sevilesiyim. Kusurlarını görmeye ve düzeltemeye gönlü olanı sevmeye de hazırım. Ama dilde değil, halde. Çünkü gösterebildiğimizin bir değeri var. Kurumsallaşmış din ile derdi olan Kierkegaard’ın dediği gibi kutsal kitaplarda sözcüklerde değil her şey hayatın içinde. Bana kendi çocukluğumdan kişiliğime ne miras bırakıldıysa, kendi çocuklarıma ne yaparak ne miras bıraktığımı gösteren, düşündüren iki oğluma şükürler olsun. Gelişinle hayatımı daha da güzelleştiren Ay ışığım oğlum Mehmet Yusuf’um iyi ki doğdun. Ben sizi büyütürken siz beni olgunlaştırıyorsunuz. Büyüdükçe bana öğrettikleriniz de zorlaşıyor belki, ama umarım siz beni dönüştürdükçe ben sizin gelecekteki mutluluğunuza katkıda bulunmuş olurum.
YorumlarPınar özkan
{ 29 Ağustos 2022 05:48:40 }
Ruhlar aleminde...sonu olmayan ilahi bir düzen hüküm sürer. Burda yağmur hem haklının hem de haksızın üzerine yağmaz. Burada güneş hem hayır sahibinin hem de günahkarın üzerinde parıldamaz. Burada herşey yerli yerine oturur. Yalnızca çalışan ekmek kazanır; yalnızca muzdarip olan dinginlik bulur; yalnızca soyunu ruhlar diyarında sürdüren, sevgilisinin imdadına yetişir; yalnızca bıçağı çeken İshak'a kavuşur...
(Soren Kierkegaard) Berna bu güzel yazı için teşekkürler. Mustafa
{ 04 Ağustos 2022 21:38:36 }
Söz; insanın tüm deneyimlerinin, duygularının ve düşüncelerinin sese bürünerek dışlaşmasıdır. Bu anlamda insanın özü, onun hakikatinin ne olduğu “Sözler” olarak kendini ortaya koyar. Böylece başka öznelere ulaşır; onlardaki potansiyel “Söz”lerin de uyarıp canlandır…
Diğer Sayfalar: 1. Söz derken sadece sese dönüşerek ortaya çıkanı kast etmiyorum. Sesle olan beliriş; resim gibi, heykel gibi, davranış, mimik…vb. birer ifade biçimidir. Ancak söze dökülen ifade biçimi en yetkinidir, çünkü doğrudan akla hitap eder, içsel dünyamızı en yetkin biçimde ortaya koyar. İlişkilerde sahicilik ve içtenlik insanları birbirine karşı daha cazip, özlenir kılıyor; güven verici, sevecen deneyimler ve paylaşımlara temel oluyor. Bunun en güçlü ifadesi de sözü söyleyenin sözünün sorumluluğunu ne derece üstlendiğiyle ilgili olduğuna bağlı. Bu bağlılık bireyin ahlaki durumunu gösterir. Etkisi ise sahiciliğine; sahicilik ise deneyimden, kişisel gözlemlerden kaynaklı olmasına bağlı. Sevgili Berna'nın diğerleri olduğu gibi bu yazısı da kendi içsel süreçlerinin deneyimlerinden süzülüp gelmiş. Her birimizin kendimize özgü bir iç dünyamız var. Biçim olarak her ne kadar farklı olsa da özünde aynı insani özümüzün bir sergilenişi….
Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|