|
|
Sandık LekesiKategori: Felsefe | 0 Yorum | Yazan: Berna Kayra | 16 Mayıs 2022 16:37:28 Birhan (Keskin) gibi, neşeyle yaptıklarımdan da, kederle durulan yerlerden de geçtim. Hiç de ince olmayan upuzun bir öfkenin sessiz (ender de olsa bazen haykıran) ipiyle, günün saf ışığının altına çömeldim. "Yendim -yenildim" davalarından da geçtim, unutuldum, hatırlandım ve üzgün de oldum, üzüntümü de unuttum inan. Ve çok haklıydı;
Büyüktü çünkü onların dünya arzusu Benim otların sesiyle kaplı kalbimden Söktüm atımı söğüdün gölgesinden şimdi yol benim yeniden. … Bir cümledir insan arşla ferş arasında ve hep haklı Vardım işte demek için ömür denen cisimde saklı. Sandık sandık insanız. "İçeride neler oluyor?" dedirten insanlar. Bir zamanlar açılmışızdır birbirimize belki biraz. Belki ara ara açık oluyoruzdur. Yabancı ve tanıdık. Edip (Cansever) de söylemiş; "Ne çıkar siz bizi anlamasanız da Evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar." Şiirlerde her şey anlatılmıştır sanki. Tek satıra tüm anlamlar sığar. Roman karakterlerinin romanda okuduğun kadarının da ötesi olmalı, bilirsin. Ama sırdır, sırlıdır insan. Arşla ferş arasında bir cümle ömür. Yıllar öncesinden bir mektup buldum bu gün. Ne hikmetse açılmamış, taşınırken kitapların arasına karışmış. Bana eski yaşadığım olayları hatırlatan, o günkü dertlerimizi, konularımızı anlatan bu mektup ile bütün bu değişiklikler, duygulardan geriye kalanlar karşısında ne düşüneceğimi bilemedim. Aklıma bir hikaye geldi. Lao Tse zamanında geçen. "Köyün birinde muhteşem beyaz bir atı olan yaşlı bir adam varmış. Bir gün atın çalınması ile köylüler ihtiyarla alay etmişler, satsaydı zengin olurdu diye. Ama at başka vahşi atlarla adama geri gelmiş. Bu sefer de köylüler ne şanslıymışsın birden fazla atın oldu demişler. Çok geçmeden adamın tek oğlu vahşi atları ıslah ederken attan düşüp uzun süre çalışamayacak şekilde kendini sakatlamış, tabii köylüler yazık oldu oğluna diye ziyarete gelmişler. Ancak herkesin oğlu savaşa gönderilirken yaşlı adamın oğlu savaşa gidemeyince bu kez köylüler adama imrenmişler ve şansı için tebrik etmişler.. Köylülere her seferinde erken konuşmayın, karar vermek için acele etmeyin, arkasından ne geleceğini Tanrı’dan başka kimse bilemez gibi şeyler söylemiş." Güzel ve iyi görünen nice şey öyle miydi acaba ya da öyle mi kalacaktı? Nasıl görmeye meylimiz varsa öyle gördüğümüzden, hayatta her şeyin bakana göre anlamını bulduğundan da söz eden mektubum, sızlandığım şeyler arasında bana bir lütuf olan şeyleri de söylüyordu . Çok şükür dünya üzerinde yaşayan bir çok insana göre çok şanslı bir çocuktum. Güzel evlerde büyüdüm. Anneli babalı, dedeli neneli birden fazla evim de oldu. Ne garptir ki kendimi bu dünyada hiçbir yere ait hissetmedim. Her yerde misafir gibiydim. Sevdiğim evlerde de sevdiğim insanlarla da.. Ne tatlıydı sevdiğim evlerde misafir olmak. Ama düşünüyorum bir koltuğa uzanırken bile; koltuğa karışırcasına bana ait hissettim mi diye? Bu benim kusurum ya da lanetim miydi hiç bilemedim. O tuhaf yabancılık hissinin dünyanın kendisinden olduğunu ya da diğer insanlardan farklı başka bir gezegenden olduğumu sanacak yaşlar bitip, duygunun izini süren bilişsel çabaların yaşlarına gelince de anladım ki, bazı şeyler ancak sen değişince değişiyor. Beni mutfağımda çocuklarımın önüne koyduğum sıcak simitlerle ve açmalarla çay içerken bulan ve aynı anda sabah denizinden dönen komşumun yüzmekten aldığı hazzı anlatışına şahit olan birinin, "ne kadar güzel bir hayatın var, sen olmak isterdim" deyişi sonrası şaşkınlıkla gözlerim doluyor. Kurabiyeler pişen, çocuk cıvıltıları ile dolu, penceresinin perdesinden az da olsa yeşillik görünen bir mutfak hayal ederdim, mutluluk temasına uygun. Ünlü olayım, harika bir kariyerim olsun, zengin olayım türünden hayaller kurmamıştım çocukken. Sadece huzurlu bir yuva idi özlemim. O yüzden mutluluktan anladığım da böyle bir şeydi herhalde. Sahip olmuştum çok şükür. Mektup bunu da gösterdi. Nasıl da unutuyor insan. Ya da nasıl da farkına varmıyor; mutluluğun içinde olunan anlara dair olduğunu. Kafa hep meşgul, yürek hep bir eserekli ya! Süresiz bir iyiliğin peşinden koşuyoruz. Zıttı varsa kendisinin de mümkün olduğunu anlamıyoruz. Şu an ilginç bir şekilde mevcudiyetimi şükürle hissettiğim penceremdeki, sandık izi olan bir perde, yıllar önceki yeminimdeki hadsizliği hatırlatıyor. Kim biliyor ki oyunun seyrinin neye evrileceğini. Bütün dünya bir oyun yeriyken ne kadar da ciddiye alıyoruz her şeyi. Nasıl sözler veriyor, yeminler edebiliyoruz, nefesimizi bile kontrol etmekten acizken; ki sayısı ve kaydı bile sırlıyken. Kuşaklarca aktarılan tüm hesaplardan özgürleşerek, sıfırlanma potansiyelimdeki kudreti, titreme ve tutkuyla seyrediyorum. Evlatlarıma içlerindeki kudretin kaynağına uyanık olmalarından başka bir duam olabilir mi? Bir de sandık sandık içinde olsa da, en azından birilerine açık olabilecekleri insan ilişkileri diliyorum. Açık, sıcak, samimi. “İçeride neler oluyor acaba” diye düşünmekle yormayan…Hep haklı olmakla uğraşmak yerine, birbirinin gözünün içine güvenli bir ormana atlar gibi atlayan.
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|