14 Mart geldiğinde aklıma Çanakkale gelir, içime bir hüzün çöker. Belki derin bir anıdır bende kalan, belki bir hikayeden esinlenirim, ancak çok duygulandığım doğrudur. Çanakkale’ye birçok kez gittim. Her seferinde değişik bir rehber eşliğinde savaş alanlarını gezdim. Her rehber önemli ve değişik öykülerden bahsettiler. Hepsini ilgi ile dinledim. Bütün rehberler savaş alanında kazılan siperleri anlatırken, altında yüzlerce şehitin mezarı olduğunu söyledi.
Anzak Koyu ve Conk Bayırı arasında gezerken insanın hislenmemesi mümkün değil. Rehberin anlatırken ağlaması, benim ise dinlerken göz yaşlarıma engel olamamam, zor bir durum olarak ortada durur. Aslında 1914 yılında Mekteb-i Tıbbiyey-i Şahane, Dünya Savaşı başlamadan kısa bir süre önce 346 yeni öğrenci okula kayıt yaptırır. Ancak Çanakkale savaşı başta olmak üzere 1. Dünya Savaşının çıkmasının hemen sonrası, bütün Tıp talebeleri cepheye gönderilmiş.
Bu çocuklar bilhassa Çanakkale’ye gitmişler. Bütün okuldan 746 talebe hiç tereddüt etmeden vatan müdafaası için cepheye koşarak gitmişler. Giden talebelerin hiç biri geri dönmemiş. 1921 yılında Mekteb-i Tıbbiyey-i Şahane’de son sınıf öğrencisi olmadığından mezun verememiş.
Her cephede bu öğrencilerle ilgili değişik bir hikaye vardır. Her biri eline daha steteskop almadan tüfek almaya mecbur kalmışlar. Hani Çanakkale’de söylenen bir türkü vardır,
‘Çanakkale İçinde Aynalı Çarşı, Ana Ben Gidiyom Düşmana Karşı, oy Gençliğim Eyvah ‘
Evet gençliklerini bu vatan için feda eden o güzel insanlara acımamak, göz yaşı dökmemek elde değil. Ne için feda etmişler canlarını, gençliklerini yaşamadan neden cepheye koşmuşlar bu taze TIP öğrencileri? Bir ideal için, yaşanacak vatan toprağını namerde teslim etmemek için.
Çanakkale’de onlarca gemi topları ile dövmüş tabyaları. Korkusuz vatansever gençler bu hayasızca saldırıya göğüs germişler. Onlarca düşman savaş gemilerinin vurduğu Çanakkale’nin bir tek Nusret mayın dökme gemisi, komutanı Tophane’li İsmail Hakkı bey ile düşman savaş gemilerinin kabusu olmuş.
Bu hikayelerin en acıklı olanı Çanakkale’de Conk bayırının arkasında kurulan sahra hastanesinde yaşanmış. Bu olayı, sahra hastanesini gezerken rehberimizden dinledim. Bir ağacın dibine oturdum, dakikalarca hüzünlendim. Bu hikaye Dr.Tarık Nusret’in öyküsü.
Dr. Tarık Nusret Bey sahra hastanesinde yaralılara ilk müdahale eden doktor. Genelde şarapnel ile parçalanmış kol, bacaklara ilk müdahale edip yarayı kapatıp, sarma görevini yapar. Bir de yaralı fazla acı çekmesin diye ağrı kesici iğne yapar. Yaşama şansı olan hastalara öncelik tanır. Ümitsiz yaralanmalarda ise ‘Yaralıyı Gölgelik bir yerde bırakın‘ der.
Böyle hızlı akan bir günde, aralıksız gelen yaralılar içinde bir tanesini şarapnel parçaları karın boşluğunu parçalamış şekilde getirirler sedye ile Nusret beyin önüne. Yaralının yüzüne bakmadan ‘ Yaralıyı gölgelik bir yere bırakın ‘ der, yine doktor bey.
Yaralı, sızlayan bir sesle ‘Baba‘ der. Nusret bey tekrar yaralının bu sefer yüzüne bakar. Sedyede yatan kendi oğludur. Parçalanmış karnına bir, iki dikiş atar, bir de ağrı kesici yaparak sağlıkçılara ‘Bir ağacın altına koyun, vefat edince de, oraya gömün mezarı kaybolmasın’ diye emir verir sedye taşıyanlara, döner diğer yaralılarla meşgul olur.
Bir doktorun nasıl yetiştiği, hangi koşullarda okuduğunu belki birebir görmemiş olabilirsiniz. Ancak ne zorluklarla okuduklarına şahit olmuş bir birey olarak, doktorlara olan saygım sonsuzdur. Hiç kimsenin çıkıp doktorluk mesleğini icra edenlere saygısızlık etmesini kabul edemem. Başka ülkelerde eğer daha iyi koşullarda meslek icrasında bulunmak isterlerse, hiç kimsenin ‘Gitmek istiyorlarsa bırakın gitsinler’ diyerek, insanların hissiyatları ile oynamaması gerekir. Doktorların eğitim süreci ve sonrasında, meslek edinmek için okudukları yüzlerce kitap, yüzlerce makale bulunmakta.
‘Timeo Hominem Unius Libri’ TekK kitaplı insanların doktorlar hakkında söz söylemeye hakları olmasa gerek diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.