|
|
Paris’te habercilikte 45 yılKategori: Makale | 0 Yorum | Yazan: M. Şehmus Güzel | 14 Ocak 2022 13:02:51 Paris, bir çekim merkezidir. Kuşkusuz. Hele bizim cografyamızın çocukları için: 18. Yüzyıldan itibaren Osmanlılar ve Osmanlı İmparatorluğu bünyesindeki halkların okumuş-yazmışları için. Bu ilgi giderek, artarak, yeni boyutlar alarak sürdü: Geçen yüzyılda, 20. Yüzyılda, bu çekime bölgemizin en zenginleri de, yatırımcıları da, işverenleri de, sermaye sahipleri de, ünlüleri de katıldı... Elbette sadece Paris değil Londra, Roma, Atina, Barselona, Madrid de... çekim merkezi.
Bugün Paris üzerinde yoğunlaşalım: Geçmişten gelen alışkanlıklarla bugün arap sermayesi Paris’te artık kendini, saklamaya gerek görmeden, sergileyebiliyor. Paris-Saint-Germain (PSG) futbol takımının Katarlılarca satın alınması ve takımın dünya futbol yıldızlarıyla doldurulması bu konuda en belirgin, en açık örnektir. Resmi adıyla “Katar Devleti”nin bu takımı, yıldızlarını, örneğin Messi ve Neymar’ı, bir tür vitrin gibi kullanması artık çok açık. Böyle bir takıma ve bu tür “yıldızlara” sahip olmak yeni tür ilişkilere de yol açması açısından önemli. Fransa’da “Araplar” ırkçıların hedefi olabiliyor, ama kimse, aralarında pek çok ırkçının bulunduğu bilinen PSG taraftarları da içinde hiç kimse, Katar sermayesinin gücüne ve bu sermayenin Paris’te ve Fransa’da satın alabileceği neredeyse herşeyi satın almasına şaşırmıyor. Katar’ın Ekim 2012’den beri “Frankofoni (Fransızca konuşmacı/Fransızcacı) Uluslarası Örgütü”ne üye olmasına da... Oysa bu minik devlette resmi dil arapçadır, yerliler yanında onlardan epey daha çok sayıdaki “yabancıların/göçmenlerin” ortak konuşma dili ingilizcedir... Ne olursa olsun Katarlıların girişimciliği bölgemizin diğer zenginlerini, sermaye sahiplerini, patronlarını da etkiliyor, onlara imrendiriyor, onları taklide götürüyor... Nitekim arap sermayesinin peşinden, kimi zaman onunla birlikte gelen yatırım yapan, mal-mülk satın alan türk, kürt, ermeni, “kıbrıslı” (fransız medya organlarının aktardığına göre, aralarında Kıbrıs pasaportu “satın almış” ve Kıbrıs yurttaşı olmuş Ruslar da varmış) sermayesi de Paris’te dikkat çekiyor. Hemen hemen her sokaktaki bir, bazen iki dönerciyi saymıyorum. Fransa’da sadece “kebab” denilip benimsenen, ABD çıkışlı kokmuş köfteleri yenmek (“yemek” değil) üzere olan döner satıp zengin olanların, sermaye açısından önemini göz ardı etmeden, türk ve kürt sermayesinin de Paris’te, Marsilya’da, Nice’te, Lyon’da ve Fransa’nın birçok başka kentinde kendinden söz ettirdiğini belirtmek istiyorum. Bu durumu en iyi biçimde vurgulayabilmek için Paris’te basın kartı sahibi olmak ve olayları birinci mevkiden izlemek gerekiyor. İşte 1977’den beri Fransa Cumhuriyeti başkentinde birçok ve değişik günlük gazetede, televizyon kanalında, radyoda gazeteci, günümüzde türk gazetecilerin en kıdemlilerinden biri Tansu Sarıtaylı bu şansa sahip oldu ve bunu en iyi biçimde değerlendirdi: Boğaziçi Yayınları tarafından Ekim 2021’de yayınlanan Tansu Sarıtaylı Paris’ten Bildiriyor başlıklı yeni kitabında bunu saptayabiliyoruz: Zenginlerimiz, çok zenginlerimiz, patronlarımız, yatırımcılarımız yanında sporcularımız, Paris’teki ünlülerimiz, gelip-geçen ve gelip-geçemeyen siyasetcilerimiz, diplomatik görevlilerimiz, Paris’te evlenmek için gelen ünlülerimiz, emekçilerimiz, ünlü ve az ünlü veya henüz ünlenmemiş sanatçılarımız, artık çoluk-çocuk buraya yerleşmişlerimiz, hem Türkiye Cumhuriyeti hem Fransa Cumhuriyeti yurttaşlarının ve onlar sayesinde Türkiye Cumhuriyeti’nin Fransa ile, Avrupa Birliği ile fiilen içiçe girdiğinin, ekonomik bakımdan neredeyse tümüyle bütünleştiğinin ispatıdır. Buna Almanya Federal Cumhuriyeti en başta AB üyesi diğer ülkelerdeki yurttaşlarımızı da ekonomik ugraşlarıyla katarsak mesele daha iyi anlaşılacaktır. Tansu işte bunu, bizzat yaşadıkları, bizzat tanık oldukları, kısaca gerçek olayları aktararak yansıtıyor. Bunu bir tür varsayım, bir tür doktora tezi hipotezi olarak ileri sürmüyor. Apaçık, olduğu gibi aktarıyor. Arzuladığı sonucu çıkarmak meraklı okuyucuya kalıyor. İsterse elbette. Bu kitabı bir Anadolu çocuğunun, iyi terbiye almış bir gencimizin bir serüven kitabı gibi okumak ta mümkün: “Fransa’daki Bulgar ajanları”na ilişkin sayfalar, yasal ve/veya yasadışı ekonomik ugraşlara bulaşmışların başına gelenler ve benzerleri bu bakış açısıyla okunabilir. Ders çıkarmak için. Tansu dürüstlüğe, efendiliğe, kibarlığa, kurallara uyarak “oynanılmasına” öncelik veriyor. Şikeye, üçkağıtçılığa, yolsuzluklara değil. Sahnede “oynananlar” kadar “perde arkasında”, “kuliste” olup-bitirilenlere de önem veriyor. Bu konularda bildiklerini, tanık olduklarını yazıyor. Çok ünlü bir gazetecimizin Paris ziyaretleri sonrasındaki “ekstra gider faturaları” üzerindeki çapsız rakamlarla elini kendi patronunun cepine atması, hırsızlık yapması az şey değli. Tansu isim vererek aktarıyor. Tansu iyi gazetecidir. Mesleği icra ederek “pişti”, mesleğin inceliklerini derinlemesine öğrendi. Milliyet’in geçmiş en iyi Paris muhabirlerinden Mişel Perlman ile “unutulmaz anılarını” aktarıyor. Emil Galip Sandalcı’dan, Mehmet Ali Birand’dan söz ediyor. 1950’lerden günümüze Paris’te iz ve ses bırakan usta fotoğraf ustası ve gazetecilerimizden Gökşin Sipahioğlu, Kosta Daponte, Artun Ünsal, Uğur Hüküm, Sabetay Varol ve diğerlerinden, ve bilhassa yeni kuşak gençlerden de söz etmesini çok isterdim. Bu konuda sorduğum bir soruya Tansu şu yanıtı verdi: “Mişel Perlman benim için örnek bir gazeteciydi. Evet Artun Ünsal, Sabetay Varol, Gökşin Sipahioglu’yla, Kosta Daponte ve Uğur Hüküm’le birlikte çalıştığım oldu, Uğur Hüküm muhatabına soruyu gülerek soran bir gazeteciydi. İlginçtir.” Tansu 1949’da doğduktan kısa bir süre sonra gazetecilik hastalığına yakalandı. Tansu’ya bu konuda üç soru sordum, işte sorularım ve yanıtları: MŞG : İlk okuduğun gazeteyi anımsıyor musun ? TS- İlk okuduğum gazete Cumhuriyet gazetesidir: Onbir-oniki yaşındayken büyük babama Cumhuriyet’ten 27 Mayıs 1960’a ve sonrasına ilişkin haberleri okuyarak “haberciliğe” adım attım diyebilirim. MŞG-Gazeteci olmaya ne zaman, nasıl, nerede karar verdin ? TS-İlk ve ortaokuları ve liseyi İzmir’de okudum. O yıllardaki öğretmenlerimden Turgut Hoca’nın gazeteciliği seçmemde rolü olduğunu söyleyebilirim. Rahmetli Turgut Hoca sınıfta bir şey sorduğu zaman, anında cevabı ben veriyordum, yanıtımı eksiksiz bir anlatımla aktardığım için, ve sık soru sorduğum için, “Tansu sen gazeteci gibi soru soruyorsun”, ve yine ilkokul son sınıfta Hoca’nın “Sen yargıç mısın ? Yoksa gazeteci mi?” demesi bu mesleği seçmemde belirleyici oldu sanıyorum. Evet aynen böyle: Sonunda olabildiysek gazeteci olduk. MŞG-İlk göz ağrın diyebileceğimiz bir gazeteci var mı ? Varsa kimdir ? TS-İzmir Yeni Asır gazetesindeki Gazenfer Karpat iyi bir araştırmacı gazeteci olarak aklımda. Bir gün alt komşumuzun sohbet sırasındaki “Bu adam nerden bulup çıkarır bu haberleri? Helal olsun gazeteci dediğin budur işte” sözleri bende büyük etki yapmıştı. Karpat’ın haberlerini kaçırmazdık, devamlı okurdum. Çok yönlü bir gazeteciydi, cinayet haberi de yazardı, mağazin haberi de. İşte böyle çocukluk yıllarında doğan, gelişen bir arzu zaman içinde gerçekleştirildi. Tansu bir süre İzmir’de Yeni Asır’da çalıştı. Sonra ver elini Paris? Neden Fransa soruma yanıtı ise çok kolay: “Fransa kadrosu açıktı, Fransa’ya gitmem istenildi ve Fransa’da çalışmaya başladım.” Evet yineliyorum: Gazetecilik ciddi bir hastalıktır, bulaşıcı ve kalıcıdır. İşte Tansu, işte adını andığım gazetecilerimiz: Hiçbiri evet hiçbiri bu hastalıktan kurtulamadı. Siz biliyorsanız, yanıtlayın lütfen: Hayata, çalışma hayatına gazetecilikle başladıktan sonra meslek değiştiren birini tanıyor musunuz? İşte Tansu: Emekli olduktan sonra bile gazeteciliği, hem de çok üst düzeyde, hem kalemle hem kamerayla sürdürüyor. Ne kadar iyi. Mesleğini icra ederken yaptıklarını, yaşadıklarını, tanık olduklarını yazıyor, anlatıyor, aktarıyor: Paris’teki “Küçük Türkiye”yi ve buralardan geçen yurttaşlarımızı. En kapsamlı çeşitlilik içinde neredeyse herkesi. Hakiki bir toplumbilimci gibi. Yıllardır meslek anılarını yazmasını ısrarla isteyenlerden biriyim. Nitekim ısrarlarımız olumlu sonuç verdi ve Tansu ANILARINI yazdı ve yayınladı. Bu kitaptaki anıları aslında onların İKİNCİ KEZ YAZILMIŞ BİÇİMİDİR. Çünkü birinci versiyonu neredeyse bitmek üzereyken, beş yıl önce eve giren hırsız, yalnız stok için tuttuğu ve hatta virüs girmesin diye internete bile bağlamadığı bilgisayarını çalınca ilk vesiyonun yazılmış sayfaları yitti. Bu Tansu’nun moralini bir parça bozdu. Ama yeniden yazmasını ısrarla istedik. Nitekim yazdı ve yayınladı. Çok da iyi oldu. Kitabında meslek anıları yanında gazetecilikte neler yapılmalı neler yapılmamalı konusunda da tecrübeyle bizzat edindiği ve uyguladığı birkaç ciddi kuralı aktarıyor. Bilinmesinde yarar var. Buraya ikisini aynen aktarıyorum, çiçeği burnunda gazetecilerimizin işine yarayacağından eminim: “İnsanları dinlemeden asla soru sormayacaksın. Bunun, bu meslekte öğrendiğim en önemli ilkelerden biri olduğunu söyleyebilirim. Zira, sorduğun zaman beklediğin cevabı alamazsın. Ama dinlediğin zaman, soracağın sorunun cevabının, muhatabının konuşmasının içinde gizlenmiş olduğ̆unu görürsün. Gazetecilik mesleğimdeki yılların deneyimi bana bunu öğretti.” İkinci kural da şudur: “Yazmak ve yazmamak. Toplumu doğru bir şekilde bilgilendirmek için, doğru bildiğın haberi, ucu nereye dayanırsa dayansın, kimi rahatsız ederse etsin yazmak gazetecinin görevidir. Korkuyorsan, ürküyorsan, bu mesleği yapma o zaman. Git limon sat!” Arif olan anlar. Abidin olan da.
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|