|
|
Atatürk'ün Eğitim Felsefesi.Kategori: Ayorum Güncel | 1 Yorum | Yazan: Prof.Dr. Şahin Filiz | 01 Mayıs 2008 00:03:56 Felsefe Tarihinde Platon ve Aristoteles, bugüne kadar süregelen düşünce tarihinin iki farklı felsefi yöntemini sistemleştirmişlerdir. Platon, insan zihni ve onun sahip olduğu temel kavram ve idealarla dış dünyayı biçimlendiren, tanımlayan ve belirleyen idealist bir yöntemle idealizmi; Aristoteles de, neredeyse bunun tam tersine, dış dünya ve içindeki varlıkların varoluş ve düzenlerine göre zihni ve onun idealarını belirleyen realist yaklaşımla realizmi, insanlığın tüm düşünsel serüvenine kalıcı parametreler olarak konumlandırmışlardır.
Atatürk, düşünce ve yaşamı, idealizm ve realizmi birleştirmiş; Türk düşün yaşamı ve dolayısıyla eğitim felsefesini bu birleşime göre belirlemiştir. Onun eğitim felsefesi, tek yönlü ve indirmeci değil; çok yönlü ve ilerlemecidir. Usa dayalı, ussal kural ve uslamlama yöntemi ile idealist; yaşam ve reel olgularla ilgili olmak bakımından da realisttir. Tarihsel süreç içinde geçmişe dönük eğitsel olgu ve örnekleri, şimdi ve ileriye dönük ilerlemeci ve tekâmülcü felsefeyle değerlendirerek çağdaş, laik, demokratik ve modern bir eğitim yöntemine ulaşır. Atatürk, genel düşünce dünyasında olduğu gibi, eğitim anlayışında da idealisttir ancak, ütopyacı değildir; realisttir ancak pozitivist ve materyalist değildir. İdealisttir, çünkü milli bir eğitim felsefesi temeline dayanır. Realisttir, çünkü çağdaş ve yaşamla iç içe bir eğtim-öğretim anlayışına bağlıdır. Eğitim ve Öğretimde Birlik Osmanlı Devletinde 1776’lardan itibaren Batı örneğine göre askeri okullar ve Tanzimat (1839) yıllarından itibaren de yine Batılı sivil öğretimden ilham alınarak Rüşdiye, İdadi, Sultani gibi ortaöğretim ve iptidai gibi ilköğretim kurumları açılmaya başlanmış, Darülfünun kurulmuştur. Maarif Nezaretine bağlı bu yeni mekteplerin yanında Meşihata, Şer’iye ve Evkaf Nezaretine bağlı medreseler ve sıbyan mektepleri de varlıklarını, etkilerini sürdürmüşlerdir.[1] Yeni açılan mekteplere, onları medrese ve sıbyan mekteplerinden ayırmak için bazen Tanzimat Mektepleri, Maarif Mektepleri de denir. Buralarda yeni bazı derslerin yanında Arapça, din dersleri de yer alıyor, öğrencilere zorunlu olarak ibadetler de yaptırılıyordu. Buna rağmen medrese bunlarla da yetinmiyordu ve tepki gösteriyordu. Bir yandan da azınlık ve yabancı okullar da kendi kültür ve ideolojilerine göre farklı bir eğitim-öğretim yöntemi uyguluyordu. Medrese ve azınlık okulları, gayrı milli bir eğitim felsefesi güderek aynı amaçta birleşiyordu. Bu dağınık, düzensiz ve sistemsiz, çağ dışı eğitim sisteminin sakıncaları Osman yetkilileri ve Ziya Gökalp tarafından fark edilmiş olsa da, nihai çözüm 3 Mart 1924’te 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile sorun kökten çözülmüş oldu. Böylece tüm bilim ve öğretim kurumları Maarif Vekâleti’ne bağlanmıştır.[2] Eğitim-Öğretimin birleştirilmesi yani eski deyimle Tevhid-i Tedrisat kanunu yoluyla eğitim ve öğretim ulusallaşma, laikleşme, halkçılaşma, bilimselleşme[3] ve rasyonelleşme özelliklerine kavuşmanın ilk adımı atılmış oldu. Ben Bilinci Olarak Ulus İdesi: İdealist Yöntemin Arka planı Milli Mücadele ile Türk ulusu, Atatürk’ün önderliğinde, tarih sahnesine ben bilincini oluşturan bir varlık ve var oluş öznesi olarak ortaya çıkmıştır. Milli kurtuluşa büyük bir zaferle ulaşıldıktan sonra, Atatürk’e göre, Türk ulusunun varoluş olarak ortaya çıkışını ve varlık olarak devamını olanaklı kılacak ikinci aşamaya hemen ve vakit geçirmeden geçilmesi gerekiyordu. Ümmet yapısı, tek bir ulusun kendi benlik var oluşu ve bilincini yaratmasına engeldir. Osmanlı’daki ümmet anlayışı, bu devleti başlangıçta kuran kurucu unsur, kurucu özne Türkleri, nesneleştirmiş; ulus olarak var oluşlarına engel teşkil etmişti. Ulus olarak var olmak, ben bilinci ile mümkündür. Bu bilinç olmaksızın, eğitim ve öğretimde birliğin sağlanması düşünülemez. Nitekim Osmanlılarda dağınık, parçalı, birbirinden kopuk ve gayrı milli bir eğitim düzeni vardı. Milli Mücadeleden itibaren bilinçli bir hareket başlamıştır. Ulaşılan zafer devrimlerin anahtarı olmuştur. Türk devrimcilerine göre istiklal ve İnkılâp, bu kutlu amaç, ikiz ilkedir.[4] Savaş ve devrimlerle beraber yürüyen ilk mesele kimlik meselesidir. Osmanlı Devleti’nden birçok millet ortaya çıkmıştı. Bunlardan bir kısmının varlığı, yapaydı. Avrupalıların yardımı ile oluşmuştu. Bağımsızlık ve özgürlük için en son uğraşan Türkler oldu. Ancak yalnız Türklerdir ki hayat ve mukadderatları için dövüşmüşlerdi. Kendilerini tanımak istemeyen cihana varlıklarını ve ben bilinçlerini tanıtmayı başardılar. Lozan Konferansı sırasında İngiliz heyeti üyeleri, bütün Türklere, özellikle milliyetçilere düşman idi. Yeni Türkiye, devletler tarafından tanınmayı yahut konferans müzakerelerini beklemeden hayatı yeniden düzenlemeye başladı. Açık bir şekilde ortaya çıkamamış olan Türk ve Türkiye sözcükleri, ancak Türk devrimiyle resmiyet kazanmıştır. Oysa daha önce “Türk” etnik düzeyde bile ihmal edilmişti. Türkleri yeni baştan Türkleştirmek ve kendi özüne döndürmek, ilk parola buydu. Kimlik, yani kendi bilincine varmak çok önemliydi.[5] Atatürk, “ dünyanın bize hürmet göstermesini istiyorsak evvela bizim kendi benliğimize ve milliyetimize bu hürmeti hissen, fikren, fiilen bütün hareketlerimizle gösterelim. Bilelim ki milli benliğini bulmayan milletler başka milletlerin avıdır.”[6] Ben bilinci, Türk milletinin varlığını, bağımsız var oluşunu sağlayan Milli Mücadele ile başlamıştır. Sıra, öncelikle eğitim ve öğretimin tek elde birleştirilmesiyle, tek ulus, tek ülke ve tek bayrak söylemlerinin bilimsel ve ideolojik temellerinin atılması idi. Tek ulus olarak var olma bilinci, eğitimin tekleştirilmesiyle ideal boyuta taşınacaktır. Türk devrimlerinin bir kısmı Osmanlı sistemi ile bir hesaplaşma, bir kısmı ise amaçlardır. Amaçlar kurtuluş savaşının amaçlarının devamı idi. Kurtuluş hareketimiz üç temel amaca yöneliktir: sömürge ve işgale karşı bağımsız, milli bir devlet kurulması, millet egemenliğinin sağlanması, çağdaşlaşma. Amacın bağımsızlık ve millet egemenliği kısmı sağlanmıştı. Atatürk, “ benim için bir tek hedef vardır: Cumhuriyet hedefi” demişti. Çağdaşlaşma ile bu pekiştirilecekti. Türk devrimcilerine göre çağdaşlaşma, her şeyden önce bir hayat davası, bir var olma mücadelesidir. Türk çağdaşlaşması Rönesans, Reform, Sanayi Devrimi ve Fransız Devrimi gibi birçok büyük hareketin sonuçlarını kavrayacak, işlevlerini üstlenecek nitelikte adımlar gerektiriyordu.[7] İlk önce Türk ulusunun Milli Mücadele ile var oluş kazanarak ben bilincine erişmesini sağladıktan sonra, Atatürk, Batı düşünce tarihinde yüzyıllara yayılmış devrim, reform ve yenilikleri, bu ben bilincinin eğitim yoluyla sabitlenmesinde tarih felsefesi yaparak değerlendirmiştir. İlk bakışta, batının düşünce ve devrim tarihini top yekün kavrayan Atatürk felsefesi, tarihsel gecikmişlik gibi görünmektedir. Bazı araştırmacılar, Kemalizm’in modernleşmeci projesinin başta kültürel alan olmak üzere aynı zamanda “tarihsel gecikmişlik” duygusunun neden olduğu bir tedirginlik içerdiğini; nitekim Türklerin tarih sahnesine binlerce yıl önce çıkmış olmalarına karşın medeniyet yarışında geri kaldığı ve bu geç kalmada Osmanlı döneminin gerileme ve çöküş sürecinde İslam’ın Türk’ün geleneklerini köreltip onu tembelliğe ittiği yönündeki düşünce ve söylemlerin gecikmişlik duygusunun izlerini taşıdığını ileri sürmektedirler.[8] Tarihsel gecikmiş duygusu, bir bakıma yerinde bir saptama olarak kabul edilebilir. İdealizm, zihin kategorileri doğrultusunda dış dünyayı ve içindeki nesneleri belirleyip tanımlamak girişimidir. Bu girişim, zihinde başlar, ancak her zaman bir kısır döngüyle tekrar zihine geri dönmez. Yani dış dünyada pek çok varlık kategorisini yaratır ve eşyayı düzenler. Atatürk’ün idealizmi, ümmet içinde varlığı bile akla gelmeyen Türkleri, bir ulus olarak var emekti. Milli Mücadele ile bu idea, gerçekleşti. Sonraki aşama, Batı düşüncesinde yüzyılları alan devrim ve reformların, Atatürk felsefesinde acilen, çok kısa zamanda ve belki de yoğunlukla Türk düşün ve eğitim hayatına uygulanmasına dönük idea idi. Bu idea, bir millet ve o milletin ben bilincine uygun bir eğitim sistemi yaratma amacının olgusal temelde realize edilmesiyle varlığa kavuştu. Atatürk felsefesinde, zihinde hissedilip tasarlanamayan hiçbir idea, realiteyi doğuramaz. Türk ulusu ideası ile laik eğitim ideası, Türkiye Cumhuriyeti realitesiyle somutlanmıştır. Tarihsel gecikmişlik, Atatürk’ün düşünce dünyasındaki gecikmeden değil, ideal ya da reel herhangi bir felsefeye dayalı olamayan Osmanlı medrese eğitim ve öğretim anlayışından kaynaklanmaktadır. İdealizm ile realizm arasındaki mesafe, ideoloji ile bilim arasındaki mesafeyi de belirler. İdeolojisi olmayan bilim ve eğitim, ideası olmayan reel gerçeklikten söz etmek kadar isabetsizdir. Atatürk’ün idealist yöntemi, milliyetçi içeriktedir. Bu, ideolojidir. Bu ideolojinin birleşeceği bilim ve realite de medeni âlemle olan birlikteliktir. Atatürk, o dönemde bile, Org. Gn. İlker başbuğ’un deyimiyle, “ulusal düşünüp küresel davranmayı” ilke edinmiştir. “ Milli hâkimiyete uygunluk, eskinin şeriata uygunluk tezi yerine geçmiştir. Milli hâkimiyete ve çağdaşlığa uymayan müesseseler yıkılmalıdır. Milliyetçilikten hareket edip medeniyetçiliğe ulaşan devrimler bir ideoloji oluştururlar. Bu ideoloji bizi medeni âlemle birleştirir.”[9] Dışa Açılma Olarak Ötekiyle Var Olma: Realist Yöntemin Arka Planı Ulus olarak var olma ve bu var oluşun laik, çağdaş, modern ve bilimsel açılardan gerçekleştirilmesi, Atatürk’ün eğitim felsefesinin realist yönünü açıklamaktadır. Türk ulusunun öteki milletlerden önce ayrılarak kendi varlığını ve bağımsızlığını kanıtlaması, sonra da medeni dünya ile özgür, ben-bilincine sahip olarak birleşmesi, idealizm ile realizmin Atatürk’ün düşünce sisteminde, Kemalist ideolojide nasıl diyalektik bir harmoni oluşturduğunu göstermektedir. Atatürk, Milli Türk ulusunu Milli Mücadele ile var oluşa kavuşturmakla idealist, bu var oluşu eğitim felsefesiyle somutlaması da realist yöntemi çok kısa bir zaman dilimi içinde gerçekleştirmiştir. Türk ulusu milliyetçilikle artık sadece bağımsız ve tek başına bir idea olmakla kalmamış; eğitim anlayışıyla öteki milletlerle yarışa girebilecek bir realizmi başarabilmiştir. Milliyetçilik idealizmin, çağdaş eğitim felsefesi yoluyla öteki milletlerle birlikte ve yarış içinde var olmak da realizmin açık-seçik ifadesini oluşturmaktadır. Atatürk felsefesi monarşizme karşı cumhuriyetçilik, evrensellik yerine milliyetçilik, imtiyazlı zümreye karşı halkçılık, ümmetçiliğe karşı laiklik, atıl ve tepkisiz çevrelere karşı devrimciliği ön görür. Bu felsefe bir medeniyet devrimi, çağdaş medeniyetleri aşma hareketi, imparatorluktan milli devleti geçişi postulat olara kabul eden bir Türk aydınlanmasıdır. O, kendi tarihindekilere de benzemeyen köktenci bir modernleşme hareketidir. Batıdakilere de benzemez. Batıdakiler yazı, dil, felsefe, ilim gibi konulara el atmamışlardır. Atatürk felsefesi, Marksizm’e ve Komünizme de kaymamış; kendine özgü bir eğitim ve öğretim diyalektiği kurgulayarak Türk ulusuna özgü bir düşünce sistemi oluşturmuştur.[10] Atatürk, milliyetçi düşünceyi, Batı düşünce ve fikir hareketlerinden mümkün olduğu kadar yararlanmanın belirleyici bir benlik bilinci olarak kabul etmiştir. Pozitivist felsefeden Sezgici felsefeye kadar Batı’da her türlü fikir hareketlerini yakından izlemiş ; Platon ve Aristoteles’de köklerini bulan idealizm ve realizmin tali kollarını temsil eden tüm felfesi düşünce çeşitliliklerine ilgiyle yaklaşmıştır.[11] Atatürk’ün eğitim felsefesi özellikle şu noktalarda realist bir yöntemin devreye sokulduğunu ortaya koymaktadır: Ona göre geçmişin hataları kökünden temizlenmeli ve düzeltilmelidir. Burada devrimsel düşüncenin idealist mantığı egemendir. Toplumda yaygın bir bilgisizlik ve cehaletin olduğu saptaması, realist bir yaklaşımdan elde edilen bir sonuçtur. Bu saptama olgusaldır ve nesnel bir yanı vardır. Başka bir deyişle bilimsel bir tanıdır. “Kökten temizleme ve düzeltme, idealist yöntemin; yaygın bilgisizliğin saptanmış olması da realist yöntemin eşgüdümlü olarak kullanıldığını belirler. Osmanlıdan kalan eğitim yöntemi ya da yöntemleri, Atatürk’ün eğitim felsefesine göre, yetersiz, uygunsuz ve çağdışıdır. Öğrencinin dövülmesinden, aile içi şiddet ve baskıya maruz kalmasına kadar izlenen yöntem sağlıklı ve gerçekçi değildir. Ahlak, din ve maneviyat eğitimi ezbere, aile baskısına ve cahil insanlara bırakılmıştır. Bu yüzden çocuklar, baskı altında cehaleti ve bilgisizliği ilim diye okumakta; ancak bu durum hem içerik hem de şekil olarak İslam dünyasında yalnızca çöküşü ve gerilemeyi mukadder kılmanın ötesine geçişi sağlayamamaktadır.[12] Atatürk’ün eğitim felsefesinde milliyetçilik başat bir ön doğrudur.. İslam dünyasında uygulanan eğitim ve öğretim, ümmetçi bir içerik ve şekle bağlı olduğundan, gerileme kaçınılmaz olmuştur. Bu reel bir durumun dile getirilişidir. İdealist yöntem, eğitimin milli olmasını gerektirmektedir. Türk ulusunun ortaya çıkışı düşüncesi nasıl ki ideadan reele taşınabilen bir sürecin gerçekliğini kanıtlamışsa, aynı şekilde, ümmet yapısına uygun eğitim sisteminin yerine milli bir eğitim felsefesinin konması da ideadan reele geçebilmenin hiç de imkân dışı olmadığını düşünmemize yol vermektedir. Milli eğitim felsefesi Atatürk’e göre millet olmanın, başka bir deyişle, bir millet olarak varlığını sürdürebilmenin temel koşuludur. Milliliği medreseler ve yabancı okullar zora sokmaktadır. Eylül 1924’te Samsun’da öğretmenlerle yaptığı konuşmada şu çok önemli teşhis ve tespitte bulunur:“ Terbiyedir ki bir milleti ya hür, bağımsız, şanlı, yüksek bir toplum halinde yaşatır veya bir milleti kölelik ve yoksulluğa iter… Yeryüzünde üç yüz milyondan fazla İslam vardır. Bunlar ana, baba, hoca terbiyesiyle terbiye ve ahlak almaktadırlar. Ne yazık, gerçek şu ki, bütün bu milyonlarca insan kütleleri, şunun veya bunun kölelik ve horlanma zincirleri altındadır. Aldıkları manevi terbiye ve ahlak onlara bu kölelik zincirlerini kırabilecek insanlık meziyetini vermemiştir, veremiyor. Çünkü terbiyelerinin amacı milli değildir.”[13] Atatürk eğitimin istikrarlı olmasından yanadır ve bir eğitim politikamızın olmamasından yakınmaktadır. Her Maarif Nazırının, yani eğitim bakanının kendine göre, kişisel bir eğitim politikası olduğunu ve bakan değiştikçe eğitim sisteminin de değiştiğinden şikayet eder. İstikrarlı bir eğitim politikası, kalıcı bir eğitim felsefesinin önceden inşa edeceği teorik bir temele dayanmalıdır. Bu işin idealist yanını anlatır. Atatürk, eğitimin gündelik ve sıradan yaşamla içi içe olmasını ister. Bugün ABD ve Batı ülkelerindeki eğitim politikaları, teori ile pratiğin, başka deyişle idealizm ile realizmin harmanlandığı bir anlayışı yansıtmaktadır. Bu anlayışı çok önceden Atatürk’ün fark etmiş olması, onun her iki yöntemi nasıl birleştirdiğini göstermektedir. Eskiden denenmiş, ama hiçbir yararı olmayan, hatta İslam dünyasını ve Osmanlıyı çöküşe sürükleyen hiçbir eğitim içerik ve yöntemi, yeniden denenmeye değer değildir. Atatürk, bu noktada deneyci tutumuyla realist yöntemi devreye sokmaktadır. Eğitim millilik vasfıyla Türk ulusunu ümmet ve kütle olmaktan kurtarıp ulus olarak varlığını sürdürmesini sağlayacaktır. Çünkü Atatürk eğitim felsefesini bilimsel, laik ve ilerlemeci esaslara dayandırmıştır. Bu görüş, Batıya ve onun eğitim sistemine tam olarak öykünme anlamına gelmez. Çünkü Atatürk realizm ile idealizmi, eğitim felsefesinde Türk ulusuna özgü bir kombinezonla inşa etmiştir. Reel özellikleri, eğitim anlayışının laik, bilimsel ve yararcı (yaşamın gereklerini karşılayan) olmasıyla belirginleşen eğitim felsefesi, materyalizme ve pozitivizme kaymadığı gibi, ahlak, erdem, disiplin ve maneviyatın çocuklara öğretilmesi gereğini de dışlamaz. Ancak bunların öğretilmesi, ümmetçi ya da teokratik bir eğitim yapısına benzemeyi de içermez.[14] Öğrencilerin çalışkan olmaları, kendine öz güven duymaları ve Türk milletinin bu eğitim süreci boyunca yaşamla doğrudan ilintili olarak kendi yeteneklerini geliştirmesini salık veren Atatürk, Türk kadınına bu eğitim felsefesinde en ideal misyonu yükler: Türklüğü korumak ve sürdürmek…[15] Öyleyse, Atatürk’ün eğitim felsefesine göre; 1.Teori ile uygulama paralel olmalıdır. Eğitim gündelik yaşamla iç içe olmalı; pratikteki yarar, kuramsala kurban edilmemelidir. Yararcılık ihmal edilemez. 2.Eğitim sistemi hiçbir şekilde tek açılı bir görüşe bağlı kalınarak belirlenemez. Medeniyet tarihi içinde tüm düşünce sistemlerinden yeteri ve gereği ölçüsünde yararlanılmalıdır. 3.Medrese, hurafe, bilim dışı içerik ve yöntemi yansıtan eğitim anlayışları, denenmiş ve yarar değil, zarar getirdiği tarihin laboratuarında kanıtlanmıştır. O halde geriye dönmek için herhangi bir neden yoktur. Ancak, eğitimde disiplin, ahlak ve maneviyatın, hatta dinin doğru bir şekilde öğretilmesi, başka deyişle, dinin bilimsel yöntemle tedrisi mümkündür ve böyle de olmalıdır. 4.Eğitim mutlak milli olmalıdır. Milliliği tehdit eden iki eğitim biçim ve mekânı vardır: Azınlık okulları ve medreseler. Atatürk’ün bu saptaması bugün de geçerlidir. 5.Kalıcı ve istikrarlı bir eğitim politikası teorik bir hazırlığı gerektirir. 6. Bugün bilimsel niteliğini ve çağdaş amacını yitirmiş Kuran Kursu, İHL gibi bazı eğitim- öğretim kurumları kapatılmalıdır. SONUÇ Atatürk, metafizik ve ona ilişkin konularla ilgili her türlü düşünceyi idealizm ile kuran Platon’u ve fizik ve nesnel varlık alanıyla ilgili olanları da realizm ile kuran Aristoteles’in sistematik felsefelerini, yeni bir Türkiye ve tarihte gömülü kalmış Türk milletinin çağdaş eğitim felsefesinde birleştirerek özgün bir eğitim sistemi yaratmayı başarmıştır. Teori ile pratik, başka deyişle idealizm ile realizm arasındaki mesafeyi, devrimlerle kısaltmış; Batıda yüzyılları alan Rönesans ve reformları Milli Mücadele ve o sayede gün yüzüne çıkarttığı Türk ulusunun çağdaş eğitime kavuşturulması yoluyla mucize sayılabilecek hız ve başarıyla aşmıştır. Ümmetten ulusa, kütleden millete, medreseden laik eğitime, hurafeden bilime geçiş idealden reele ulaşabilmenin göstergesidir. Atatürk’ün eğitim felsefesinde, içerik ve yöntem birbiriyle uyumludur. İçerik, bilime, medeniyete, yeniliğe ve ilerlemeci mantığa uygun olmalıdır. Şekil, yönteme ilişkindir. Eskiden denenmiş içerikler, öğrencileri suskunluğa, öz güvensizliğe ve cehalete sürüklüyordu. Oysa yeni yöntem, bilimsel ve rasyonel herhangi bir temele dayanmayan şeylerin kökten kazınmasını, ezberle, hoca ve aile baskısıyla öğretme yöntemin ortadan kaldırılmasını ön görmektedir. Yöntem ideali, içerik de reeli baştan sona düzenlemeyi anlatır. [1] Yahya Akyüz, Türk Eğitim Tarihi, Pegem A Yayıncılık, Ankara 2007, s. 329. [2] Bkz. Yahya Akyüz, Türk Eğitim Tarihi, ss. 329, 330. [3] Bkz. Rifat Okçabol, Türkiye Cumhuriyeti Eğitim Sisteminin Kuruluş Mantığı ve Temelleri, ss. 22-29, Ülkemizde Laik Eğitim Sisteminde Sosyal Bilim Olarak Din Öğretimi Kurultayı, Bildiri ve Tartışmalar Malatya, T.C. İnönü Üniversitesi Yayınları, Malatya, 7-9 Nisan 2005. [4] Yümni Sezen, Hümanizm ve Atatürk Devrimleri, Ayışığı Kitapları, İst. 1997, s. 202. [5] Bkz. Yümni Sezen, Hümanizm ve Atatürk devrimleri, s. 202, 203. [6] Sadi Irmak, “Atatürkçülüğün İlkeleri, İnkılâpların Fikri Temelleri, Atatürkçü Düşünce, Ank. 1992, s. 87 vd. [7] Yümni Sezen, Hümanizm ve Atatürk Devrimleri, s. 212. [8] Bkz. İsmet Parlak, Kemalist İdeolojide Eğitim, Turhan Kitabevi, Ank. 2005, s. 136. [9] Bkz. Yümni Sezen, Hümanizm ve Atatürk Devrimleri, s. 213. [10] Bkz. Yümni Sezen, A.g.e. , ss. 215, 223; İsmet Parlak, Kemalist İdeolojide Eğitim, ss. 136–148. [11] Bkz. Arslan Kaynardağ, Türkiye’de Cumhuriyet Döneminde Felsefe, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ank. 2002, ss. 16, 17. [12] Bkz. Yahya Akyüz, Türk Eğitim Tarihi, Pegem A Yayıncılık, Ank. 2007, s. 335,344. [13] Bkz. Yahya Akyüz, Türk Eğitim Tarihi, s. 337. [14] Bkz. Yahya Akyüz, A.g.e., ss. 338–334. [15] Bkz. Yahya Akyüz, A.g.e. ,338–344.
YorumlarErdi Demir
{ 27 Mayıs 2008 11:08:05 }
Türkiyenin sizin gibi aydınlık yüzlerinin ....Atatürke yakışır onun meşalesini günümüze taşıyan insanların varlığı ve bu varlığın ışımalarını bizimle paylaştığınız için halkımız adına tşk ederim...saygılarımla
Diğer Sayfalar: 1.
Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|